Bir Kutlu Gündür; Türkçülük Bayramı

71

Bu gün Türkçülük bayramı, gün hasbihal günü, ocağa muhabbet ateşini atma günüdür. Aşk ile yanan ateşi ne kar, ne de tipi söndürebilir. Ocak yandıkça kutlu davanın önündeki duman perdesi ortadan kalkar, ışığımızla niceleri aydınlanır. Burası Aydınların gönül ocağıdır, ülkü denen nazlı gelinin salındığı köşktür, saraydır. Ocağımızın kıymetli gönüllüleri;  varlığınız daim, davamız kutlu, muhabbetimiz bakî, bayramınız kutlu olsun.

Türkçülük ve Türk milliyetçiliği, Türk’ün tarih sahnesine çıktığı günden beri var olan ve sonsuza kadar da devam edecek olan bir kutlu davadır. Bu dava, tarih boyunca kâh tarihin akışları, kâh aydınların ve yöneticilerin ihanetleri ya da hataları yüzünden defalarca darbe almış ise de, asla kaybolmamış ve kaybolmayacaktır. İşte bu darbelerden biri 3 Mayıs 1944 yılında gerçekleştirilmiştir. İşte bu yüzden 3 Mayıs büyük bir öneme sahiptir. O gün Türkçülük, zamanın hükümetinin siyasî manevrasına kurban edilmek istenmiştir. Atatürk’ün devletin temeline yerleştirdiği “Türk Milliyetçiliği” ilkesine büyük bir darbe vurulmaya çalışılmıştır.

İşte bu hareket sonucunda 24 Büyük Türkçü, çeşitli işkence ve cefalara maruz bırakılmıştır. Ancak bugün daha da iyi anlaşıldığı üzere “zor” davayı asla engellememiştir. Nitekim biz Türk Milliyetçileri, yapılan bu haince işkenceleri, bazı gaflet ve hatta hıyanet erbabı gibi dünyaya şikâyet ederek değil, elimizin-kolumuzun kırılmakla bağlanamayacağını, bu acılı başlayan günü bayram yaparak ilan etmiş bulunuyoruz. Hepimizin bayramı zaten kutludur, şimdi ziyadesiyle kutlu olsun.

Ancak bu büyük Türkçüleri anmak ve hatırlamak bizim için bir vefa borcudur: Fehiman Atlan, Hüseyin Nihal Atsız, Nurullah Barıman, Saim Bayrak, Sait Bilgiç, Dr. Hasan Ferit Cansever, Muzaffer Eriş, Cihat Savaş Fer, Orhan Şaik Gökyay, Fazıl Hisarcıklılar, Heybetullah İdil, Yusuf Kadıgil, Hüseyin Namık Orkun, Cemal Oğuz Öcal, Hamza Sadi Özbek, Nejdet Sançar, M. Zeki Sofuoğlu, Cebbar Şenel, Hikmet Tanyu, Dr. Fethi Tevetoğlu, Prof.Dr. Zeki Velidi Togan, İsmet Tümtürk, Reha Oğuz Türkkan ve Başbuğ Alparslan Türkeş.

Bu gün bayram olarak kutladığımız günlerde büyük acı ve sıkıntılar çeken bu büyük Türkçüler, ülküdaşlarına zamanın kapılarını açıp, şanlı erlere, ülkü denen nazlı gelinin yoluna, damarlarından kopardıkları al renkli gülleri serdiler. Ülkünün kutlu yürüyüşünde, hep birlikte ser verdiler, kalp verdiler, gül derdiler. Bizi böyle bir yolu yürüme imkânına kavuşturduğu için, bu büyük dava adamlarını minnet, şükran ve rahmetle anıyor, Mevla’ya sonsuz şükürler ediyoruz.

Bu büyük dava adamlarına görülen işkenceler, Atatürkçü politikadan uzaklaşmanın bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Hâlbuki bütün dünyanın cephe aldığı Türk devleti, kendi başına kalınca, kalkınmanın yolu olarak sağlam bir milli kültüre dayanmayı ilke edinmiştir. Bütün bu faktörler Türk milliyetçiliğinin gelişmesinde ve amaçlarının belirlenmesinde itici bir rol oynamıştır. Doğrudan doğruya Türk milletine dayanan devletin lideri olarak Atatürk, bu ortamın odak noktasında bulunmuştur. Başka bir ifadeyle, böyle köklü bir Türk milliyetçiliğinin içerisinde yetişmiştir. Burada verilen mücadele ise taşıyla, toprağıyla, yaşayanıyla, şehidiyle Türk olan vatanın sonsuza kadar yaşatılmasıdır. Atatürk, “bu memleket tarihte Türk’tü, bugün Türk’tür ve sonsuza kadar Türk olarak yaşayacaktır”  sözü ile davasının özünü ifade etmiş bulunuyordu.

Bütün bunlara rağmen, Atatürk’ün vefatına müteakip milliyetçilik âdeta yaklaşılmaması gereken zararlı bir görüş olarak yorumlanmıştır. Milliyetçiliğe ve milliyetçilere gerici, ırkçı, kafatasçı gibi sıfatlar yakıştırılarak hareket gözden düşürülmeye çalışılmış, milliyetçiler de türlü cezalara muhatap tutulmuştur. Bütün bu saldırganlık ve sapkınlıklarda da Atatürk maskesinin ardına gizlenilmiş, Atatürk milliyetçi değilmiş gibi gösterilmeye çalışılmıştır.

Daha sonraları da “Atatürk milliyetçiliği” tabirinin arkasına sığınılarak, Türk milliyetçiliği ezilmeye çalışılmıştır. Derin köklere sahip Türk milliyetçiliği belki de iyi bir niyetle uzlaşma adına baltalanmıştır. Ancak bilinmektedir ki Atatürk’ün bizatihi kendisi de bir “Türk milliyetçisi”dir. Nitekim bu ifade doğrudan doğruya Atatürk’e ait olup, anlamak için allâme-i cihan olmaya da gerek yoktur: “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.”

Atatürk sadece içeride değil, dış Türkler konusunda da büyük bir hassasiyete sahipti. Nitekim, Atatürk’ün talimatlarıyla bu istikamette Türkistan Türkleri ile Anadolu Türkleri arasındaki tarihi ve kültürel bağların koparılmamasına yönelik olarak müesseseleşmeye gidilmiştir. En önemli iki unsur olan dilde ve tarihte birlikteliğin temin edilmesine yönelik olarak gayet ince siyasetler güdülmüştür. Dolayısıyla Atatürk’ün düşüncesinde ülkü, bir menşe yani soy birliğidir. Kökü ise tarihtedir. Dil birlikteliğin sağlanmasında temel araçlardan biridir. Aslolan manevi köprüyü sağlam tutmaktır. Dil, inanç, tarih, kültür birer köprüdür.

Atatürk bu hususu 1933 yılında, Cumhuriyetin onuncu yılı münasebetiyle verilen Cumhuriyet Balosunda kendisinin düzenlemiş bulunduğu açık oturumda şöyle dile getirmektedir:

” …bugün ölümsüz gibi görünen nice güçlerden, ileride belki pek az bir şey kalacak, ya da hiç kalmayacaktır. Devletler ve milletler bu idrakin içinde olmalıdırlar!.. Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir.. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını hiç kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı imparatorluğu gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan imparatorluğu gibi, parçalanabilir, ufalanabilir.. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler.. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir.

İşte o zaman, ne yapacağını bilmelidir!. Bizim, bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız!..

Milletler, buna nasıl hazırlanır? Manevi köprüleri sağlam tutarak. Dil, bir köprüdür. İnanç bir köprüdür. Tarih bir köprüdür… Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz; bizim onlara yaklaşmamız gerekli.”  

Günümüzde Atatürk’ün yıllar önce gerçekleşeceğini gördüğü durum tecelli etmiştir. Ülkü, milenyumlu değil ama Turanyumlu yıllarda daha da açık bir şekilde belirmektedir. Bugün acaba hakikatin peçesi mi kalkmıştır? Bu soruya verilecek cevap esasında “hayır” olacaktır. Zira hakikat zaten bir asırdır üzerine Moskof kızıllığı çökmüşse de gün ışığı gibi parlıyordu. Ancak peçe bazı gözlerin önüne çekilmişti ve aklı başından uçmuş kafaların hayâli de aklı da ortadan kalkmıştı. En nihayet çekiç tepeye inince yarım yamalak da olsa akıl yerine oturdu. Bunun gibi orak, sadakatli ihanet peçesine takılıverdi, peçe yırtıldı ve ışık görüldü.

Karanlığa alışmış gözler bir müddet ışıkta görme hususunda zorluk çektiler. Görmeye başlayınca da gözlerinin gördüğünden başkasına inanmayanlar, her ne hikmetse bu defa gözlerine inanamadılar. Ancak görüntü oldukça berraktı. Tarih, Türk milliyetçiliğine gönül vermiş sağduyulu aydın ve devlet adamlarını haklı çıkardı, solduyuluları ise haksız.

Kızılelma kendi öz suyu ile beslenerek, bugün, dalında olgunlaşmaktadır. Ancak bütün bu olanlara rağmen hâlâ bazı aydınlar Turan kelimesinden ürkmektedirler. Ne gariptir ki aynı kâbus Ruslarda da vardır. Ancak söz konusu aydınlar korkularına gerekçe olarak Rusların Panislavizmini göstermektedirler. Onlara göre böyle bir gerçek varken Turan kavramının anılması tehlikelidir. Hâlbuki böyle bir gerekçe ancak tersi için söz konusu olabilir. Yani panislavizmin panzehiri olarak Turancılık kullanılmalı şeklinde yorum yapılabilir.

Kızıl elmanın, Rus emperyalizminin uğursuz tahakkümünden sıyrıldığı ve dalında nurlandığı şu günlerde, bu kadar sarhoşluk ve acziyet yetmez mi? Böyle bir yapılanmanın yaşanacağını haykırıp, çilesini hem de büyük acılarla çekerken gösterilen gayretkeşlik, neden bugün ölü toprağı serpilmişçesine bir sessizlik ve hareketsizliğe dönüşmüş durumda? Olabileceklerin heyecanı da mı bizleri uyandırmıyor? Bu heyecan ki bazı ölüleri bile diriltti. Cem Karaca bir Türküsünde “Bu asla bir Turan değil, muhteşem bir tufandır, kavuşan el âlem değil, can ile cânândır” diyor. Peki dirilere ne oldu? Unutmayalım ki ülkü bizlerle kaimdir. 

Kutlu davanın, Kutlu yolcuları! Sesimizi kim kısabilir? Nefesimiz bitmeden feryadımızı kim durdurabilir? Toprağa girmeden elimizi kim bağlayabilir? Bütün dünyaya haykıracağız ki, bugün bütün olup bitenler karşısında Türk’ün askerî, siyasî ve ilmî olarak eli kolu bağlı değildir. Türkçülüğün kutlu davası mutlaka gerçekleşecektir. Bunu gerçekleştirecek olanlar da bizleriz.

Eğer bunu ne ile yapacağımızı hala soranlar olursa onlara son söz olarak haykıracağız: “MUHTAÇ OLDUĞUMUZ KUDRET DAMARLARIMIZDAKİ ASİL KANDA MEVCUTTUR”.