18 C
Kocaeli
Cuma, Ekim 3, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1122

Nikâh ve Düşündürdükleri

 

Nikah, aile yuvasının kurulmasını sağlayan önemli bir akiddir.  Yuvanın temel taşları olan, bir kadınla bir erkeği birbirine kenetleyen en samimi en sağlam bir bağdır. Karşılıklı sevgi ve saygının kaynağı, Kur’ânî ifadeyle “misâk-ı galiz” (Nisa, 4/21) sağlam bir teminattır.

Nikah, daha önce birbirine yabancı olan iki şahsı, yine  “Hanımlarınız sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz” (Bakara, 2/187) şeklindeki Kur’ân ifadesiyle; elbise ile beden uyumu gibi birbirinin ayıbını örten, birbirini olumsuz etkilere karşı koruyan, dostluğa ve samimiyete kavuşturan ciddi bir akiddir. Nikah, Yüce Allah’ın emri ve Hz. Peygamberimiz’in bize tavsiye ettiği önemli bir sünnetidir. Ve Hz. Âdem’den beri meşruiyeti devam edegelen bir kurum, bir yönü ile muamele, bir yönü ile de ibadettir. Bu akidle, taraflar cennet kokularını yuvaya taşıyacak olan çocuk sahibi olacak kadın, ana; erkek de baba unvanına kavuşacaktır.

Nikah, karı-koca arasındaki müşterek hayatın garantisidir. Nikah, hem hukuki, hem sosyal, hem ahlâkî ve medenî anlamda ağırlığı olan bir sözleşmedir. Nikah, her iki tarafa bir takım haklar kazandırdığı gibi, karşılıklı sorumluluklar da yükler. İslâm’ın aile hukukunda erkek, ailenin üst sorumlusu ve aile reisi kabul edilir. Ailenin, çalışıp kazanarak geçimini temin etmede, barındırmada ilk sorumlusu odur. Âyet-i Kerîme’de: “… erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır. Ancak erkekler bir derece üstünlüğe sahiptir, Allah azizdir, hakîmdir” (Bakara, 2/228) buyrularak aile yuvasındaki iş bölümü ve müşterek sorumlulukla erkeğin aile reisliğinden ibaret olan bir derece üstünlüğünü açıklar. Milli kültürümüzdeki aile reisliği de buradan kaynaklanmaktadır.

Günlük ve geçici zevklerin tatmin edilmesi ve günü geçirme sevdasıyla yapılabilecek bir muamele asla değildir. Şartları ve mantıkî gerekçeleri oluşmadan bu akit asla bozulamaz.

Nikah Bir Fantazi Değildir

Nikah, sadece geçici duyguların ve şehevî arzuların tatmini için hafife alınacak bir fantazi ve bir formalite ve zahiri kurtarmak için kullanılan bir maske değil; dinî, hukukî, ahlâki ve sosyal manada ağırlığı bulunan, ciddiyet ve devamlılık gerektiren bir akiddir. Bu akidle bir aile kurulur, karı-koca arasında birtakım haklar oluşur, birbirlerinden meşrû yoldan yararlanmaları caiz olur. Bu ciddiyet, Kur’ân-ı Kerîm’in, nikâh, talak, mehir, iddet gibi aile kurumunu ilgilendiren hususlardan bahsederken kullandığı ifade tarzından da çok açık bir şekilde anlaşılmaktadır: “… bu söylenenler Allah’ın koyduğu (evlilik) sınırlarıdır. Sakın onları aşmayın. Kim Allah’ın sınırlarrı aşarsa işte onlar zalimlerdir.” (Bakara, 2/229; Talâk, 65/1) Nikâhın ve aile hukukunun ciddiyetini anlatacak bundan daha anlamlı bir ifade bulmak mümkün değildir.

Nikahın Şer’î Tarifi ve Rükünleri

Nikah, evlenme ehliyetine sahip ve aralarında evlenmelerine dini bir engel bulunmayan bir kadınla bir erkeğin şahitler huzurunda evlenme hususundaki karşılıklı rızalarını beyan etmelerinden ibaret bir sözleşmedir.

Bu sözleşme ile taraflar arasında karı-kocalık ilişkileri meşrû hale gelmiş, mehir, nafaka, miras neseb… gibi yükümlülükler ve haklar doğmuş, böylece mutlu bir aile çatısı kurulmuş olur.

Nikahın rüknü tarafların icab ve kabulüdür.[1] İcab, nikâh akdi esnasında ilk önce irade beyanında bulunan tarafın ifadesi, kabul de icaba bağlı olarak aynı mecliste diğer tarafın cevabı demektir. İcab-kabul neticesinde artık nikâh kesinleşmiş olur.

Nikahta icab ve kabul, beldelerin örf ve adetlerine göre evlenme ve nikâhlanmayı ifade eden sözlerden ibarettir. Gelin güveğinin nikâh masasına oturması, gelinliğin giyilmesi, nikâh merasimi için toplanılmış olması, meşru eğlence ve ziyafetler gibi karineler karşısında nikâh akdi için kullanılan sözler, akdin gerçekleşmesi için yeterlidir. Zira böyle bir ortamda bu sözlerle nikâh kasdedildiğinde şüphe yoktur. Bilindiği üzere, akidlerde itibar, mebaniye değil meâniyedir. Yani akidlerde kelime kalıplarına değil, bu kelimelerle kasdedilen manalara bakılır. “İyi günde-kötü günde, sağlıkta ve hastalıkta birbirlerine maddî ve manevî destek vermek” gibi tabirler birbirlerine sadakati ifade etmektedir.

Nikahın şartlarından birisi de nikâh akdinin şahitler huzurunda yapılmasıdır. Bu, nikâhın meşrûiyet kazanmasının asgari şartıdır. Nikahla zinayı birbirinden ayıran unsur, aleniyettir. Aleniyetin asgarisi de, nikâhın iki şahid huzurunda olmasıdır. Şahidler hür, akıl baliğ ve müslüman kişiler olmalıdır. Allah ve Rasûlünü şahid tutarak kıyılan nikâh caiz olmaz. Hatta Rasûlüllah’ın ölmediği, her zaman gaybı bildiğine inanılarak yapıldığı takdirde bunun küfür olacağı bile ifade edilmiştir.[2]

Nikâh Gizliliği Kabul Etmez

İmam Mâlik’in, nikâhın ilanını şart koşması, nikâhta aleniyetin önemini gösterir.[3] Düğün davetinin önemine dair hadisler de nikâhta aleniyyetin esas olduğunu göstermektedir. İslâmi kaynaklara göre düğün ziyafeti müekked bir sünnettir. Rasûlullah (s.a.s.) bizzat düğün yemeği  (velîmetu’l -urs) vermiş, verilmesini de emretmişlerdir: “Bir koyunla da olsa düğün ziyafeti yap”[4] buyurmuşlardır. Bu emir sebebiyledir ki, İslâm alimleri düğün davetinin vacip olduğunu, davette dini bir sakınca sözkonusu olmadığı takdirde bu davete katılmanın gerekli olduğunu söylemişlerdir. Hatta Ebû Hüreyre (r.a.): “Yemeklerin en şerlisi, zenginlerin yedirilip, fakirlerin engellendiği düğün yemeğidir. Düğün davetine icabet etmeyen kişi, Allah’a ve Rasûlüne isyan etmiş olur” demiştir.[5]

Hadis kaynaklarında, nikâhın açıktan olmasının gerektiğine dair bölümler açılmıştır ki buradaki hadislerde, “Helal olan nikâhı haramdan, yani zinadan ayıran, düğünde def çalarak ses çıkartmaktır” ifadeleri yer almaktadır.[6] Yani nikahın meşru ve helal olan şekillerle ilan edilmesi zaruridir. Gizli ve saklanmış işlemler geçersizdir.

İmam Atâ’dan bir rivayete göre, Rasûlullah (s.a.s.)’ın yanından bir düğün alayı geçiyordu: “Keşke bununla birlikte bir de oyun eğlencesi olsaydı” buyurmuşlardır.[7] Hz. Ömer bir çalgı sesi duydu mu hoşlanmaz sebebini sorardı. Düğün veya sünnet düğünü olduğu söylenince de bir şey demez, susardı.[8]

Hz. Ömer zamanında bir hanımın mahalle komşularından biri, yabancı bir erkeğin bu eve girip çıktığını görünce adama kızıp zina isnadında bulunmuş.  Adam Hz. Ömer’e şikayet etmiş, evine girip çıktığı kadınla evli olduğunu, isnatta bulunanın cezalandırılmasını istemişti.[9] Davalı ise kadının komşusu olduğu halde bu evlilikten haberi olmadığını savunmuştu. Davacı, evliliğin az bir miktar mehirle olduğu için kimseye duyurulmadığını söylemişti. Hz. Ömer nikâhın şahitlerini sorunca adam, “şahitler, hanımın ailesinden bir kaç kişi idi” deyince Hz. Ömer davalıyı haklı bulmuş cezalandırmamış ve; “Şu nikâh olayını ilan edin de namusunuzu iffetinizi ithamdan koruyun” demişti.[10]

Nikâhta Devamlılık Esastır

Görüldüğü üzere gerek şahitlik, gerek düğün ziyafeti ve düğünün usûlüne göre, açıkça ilan edilmesi; bütün bunlar nikâhta aleniyyetin lüzumunu ortaya koyan prensiplerdir. Ayrıca nikâhta asıl olan, eşler arasındaki bu önemli sözleşmenin devamlı olmasıdır. Rasûlullah (s.a.s.) hadislerinde: “Evlenin, boşanmayın. Allah Teâla, zevki gereği sık sık nikâhlanıp boşanan erkek ve kadınları sevmez” (15) buyururlar.[11]

Yine Rasûlullah (s.a.s.) buyururlar ki: “Allah bir kimseye saliha bir eş nasibetmiş ise dini yükümlülüğünün yarısını yerine getirmesinde ona yardım etmiştir. Dini yüküınlülüğünün diğer yarısını da varsın kendisi yerine getirmek için çalışıp Allah’a karşı sorumluluk bilincinde olsun!”[12]

Aile yuvasında zuhuru muhtemel hoşnutsuzluklara da çözüm usûlü getiren yüce Mevlâ, eşlerin birbirinin derdine katlanmalarını, aile düzenini bozmamalarını tavsiye buyurmuştur:  “… Eşlerinizle iyi geçinin. Onlardan hoşlanmazsanız (yine de sabredin) Siz bir şeyden hoşlanmazsınız, ama Allah sizin hoşlanmadığınız o şeyde birçok hayır yaratmış olabilir.” (Nisâ, 4/19) Rasûlullah (s.a.s.) bir hadislerinde şöyle buyururlar: “Bir mümin, hanımına karşı o kadar kırıcı olmasın. Hoşlanmadığı huyları varsa tahammül etsin! Çünkü ona mukabil memnun olabileceği huyları da vardır.”[13]

Nikâhta Denklik

 

Dini, milliyeti, sanatı, sosyal ve kültürel durumları değişik insanların müşterek yuva kurup, ömür boyu huzurla yaşamaları her zaman mümkün olamayacağı için İslâm hukukunda karı-koca namzetleri arasında kefâet (denklik) de sözkonusu edilmiştir. Hatta kadın, velisinin izni olmadan kendine denk olmayan birisi ile evlenirse, kadının velileri bu evliliğe itiraz edebilir ve ayrılma davası açabilirler.[14]

Hz. Ömer (r.a.): “Dengi olmayanla evlenen kadınların evliliklerine mutlaka engel olurum”[15] diyerek nikâhtaki denkliğin, devletin müdahelesini gerektirecek derecede önemli bir konu olduğunu vurgulamıştır.[16] Bir hadîs-i şerîfte: “Hanımları, velileri evlendirsin. Ama sakın dengi olmayanlarla evlendirmesinler”[17] buyurulmuştur. İslâm fakihlerinin bir kısmına göre, nikâhda velayet şarttır. Bir hanımın, velisinin izni olmadan kıyılan nikâhı geçerli olmaz. İmam Malik ve İmam Şafiî bu görüştedirler. Hz. Aişe’den; Rasûlullah (s.a.s.): “Hangi kadın velisinin izni olmadan nikâhlanırsa onun nikâhı batıldır, batıldır, batıldır”[18] buyurmuşlardır. Bir rivayete göre de: “Velisiz nikâh olmaz”[19] buyurulmuştur.

Kadınlar genellikle duygusal olduklarından hayat arkadaşlarını seçmede yanlışlık yapabilirler veya aldanabilirler. Çünkü yaratılışları itibariyle uysal ve munisdirler, çabuk inanırlar. Bu takdirde hem kendileri, hem de aileleri perişan olabilir. Dolayısıyla hanımların yapacağı yanlışlıklar sadece kendilerini müşkül duruma düşürmekle kalmaz, sonuçta doğacak olan sıkıntı ve üzüntü bütün aile ve akraba için sözkonusu olur. Eğer varsa çocuklar için daha büyük bir yıkım ve hüzün kaynağı olur.

İmam Ebû Hanife’ye göre hür, âkil, baliğ bir hanım kendi rızası ile hukuken başka biriyle evlenebilir. İmam Muhammed’e ve bir rivayette İmam Ebû Yusufa göre ise nikâhın geçerli olması için velinin izni şarttır.[20] Bir Hanım velisinden izinsiz dengi olmayan birisi ile evlendiği takdirde velisinin itiraz etme yetkisi vardır. Hatta ” O, dengi olmayan kişi ile evlenen bir hanımın nikâhı caiz olmaz” görüşü ve rivayeti vardır.[21] Osmanlı dönemi uygulamalarında da bu görüş ağır basmaktadır. Bu hal örf haline gelmiştir. Bundan dolayı aile yıkımı çok daha az görülmektedir. Diğer türlü evliliklerde ise ani boşanmalara daha sık rastlanmaktadır.

Mut’a Nikâhı

Nikahın gayesi toplumun temelini teşkil eden huzurlu bir aile yuvası kurmak, geleceğin teminatı olan temiz bir nesil yetiştirmek, böylece hem dünyanın, hem de ahiretin saadetini elde etmektir. Bunun tek yolu da nikâhtır. Çünkü nikâhta meşruiyet, samimiyet ve devamlılık vardır. Devamlılık arzetmeyen, temiz bir neslin devamını hedeflemeyen sadece geçici zevklerin tatmini için yapılan geçici ve göstermelik nikâh ve mut’a her hal-ü kârda batıldır.[22] Bu gerekçe ile ulema bu görüşe cevaz vermemiş,  toplumda da uygulama alanı bulamamıştır.

Mut’a: Bir miktar para veya mal karşılığında, şu kadar süre bir kadınla bir erkeğin birbirinden yararlanma anlamına gelen kiralık bir ilişki demektir. İslâm’dan önce uygulanan ilişki usullerinden birisidir. Cahiliye arapları arasında uygulanırdı. İslâm’ın ilk dönemlerinde bazı savaşlarda müsaade olunmuş ise de Hayber gazasında ve Mekke-i Mükerreme’nin fethinde mut’a yasaklanmıştır.[23] İbn Abbas (r.a.) dan rivayet edilen bir hadiste deniliyor ki: “İslâm’ın ilk dönemlerinde mut’a vardı: Birisi tanımadığı bir beldeye ayak bastı mı bir kadınla anlaşır, ona bir şey verir ve onun yanında kalırdı. Bu kadın adamın eşyasını bekler ona yardımcı olurdu. Ne zaman ki: “Onlar ki eşleri ve cariyeleri dışında mahrem yerlerini herkesten koruyorlar. Doğrusu bunlar yerilmezler. Bu sınırı aşmak isteyen olursa işte bunlar haddini aşanlardır” (Mü’minûn, 23/6-7) mealindeki ayet-i kerime inince, İbn-i Abbas ayette belirtilen meşru evlilik ve o devirdeki esir cariyeleri kastederek: “Bu ikisi dışındaki evliliklerin hepsi artık haramdır”[24] demişti. Bir rivayete göre İbn-i Abbas bu husustaki belli mut’anın caiz olduğu görüşünden rucu’ etmişti.[25]

Gerçekten ayet-i kerimeye bakılırsa mut’a ilişkisi bir evlilik ilişkisi değildir. Zira nikâhla kurulan evlilik ilişkisinin getirdiği karı-koca sorumluluğu, veraset, talak, iddet gibi dini ve hukuki yükümlülükler, mut’a ile kurulan ilişkide sözkonusu olmadığından ayette belirtildiği üzere mut’a, nikâhla kurulan meşru ilişki sınırını aşmak demektir.[26]

Yukarıda da belirtildiği üzere mut’a, bir kimsenin bir kadına bir miktar mal vererek “senden bir müddet faydalanmak istiyorum” demesi, kadının da bunu kabullenmesi sonucu meydana gelen bir cinsel ilişki demektir. Müddetin söylenmesi ve sözleşmenin şahidler huzurunda yapılması sözkonusu değildir. Mut’ada, nikâhda kastedilen aile kurumu evlad yetiştirme, karıkoca samimiyeti gibi kudsi değerler yoktur. Sözü edilen müddet-bir gün, birkaç gün, bir saat, bir kaç saat da olabilir- sona erdi mi erkek elini kolunu sallayarak kadını terk eder gider. Mut’ada kadın haftalık, günlük, saatlik eşya gibi alınır-satılır, elden ele dolaşır durur. Arkasından doğacak çocuklar, tesadüflerin, yanlış ilişkilerin kurbanı olmanın ayıbını ve acısını yüklenir, bir taraftan baba diyeceği birisini ömür boyu arayadursun, bir taraftan da bir insanın küçük dünyası cenneti; sığınağı, ilk terbiye ve eğitim yeri olan aile yuvasından, baba ocağı, ana kucağından mahrumiyetine mahkum bırakılmanın hesabını soracağı ve yakasına yapışacağı, bu nevi gayri meşru ilişkilere müsade edenleri, o nefret dolu bakışlarıyla arar durur. Heyhat! Onları ancak mahkeme-i kübrada, “Bilgisizce, beyinsizlikleri yüzünden çocuklarını ölümün kucağına atmanın” (En’âm, 6/l40) hüsranıyla kıvrandıkları zaman bulacak ve yaşasın cehennem diyecek.

Geçici Nikâh

Muvakkat nikâhın da sonuç itibariyle mut’adan farkı yoktur. Müddet az olsun, çok olsun geçicilik her ikisinde de söz konudur. Halbuki nikâhda devamlılık esastır. Muvakkat nikâh, bir erkeğin bir kadınla şahitler huzurunda belli bir müddete kadar beraber olmak üzere nikâhlanması demektir. Mesela, erkek kadına: “Seninle şu kadar meblâğ mukabilinde bir ay müddetle evlenmeyi kabul ettim” veya “Seni şu kadar mehirle bir müddet için nikâhladım” demesi üzerine kadın da bunu kabul etse, bu nikâh sayılmaz. Bu da bir mut’a olur. Birinde müddetin kısa, birinde uzun olması farketmez. Şahitler huzurunda bu geçici akde nikâh denilmesi de neticeyi değiştirmez. Nikaha müddet biçilmesi, onun bir mut’a, yani geçici faydalanma manasına geldiğinin delilidir. Akidlerde itibar lafızlara değil, kasdedilen manalaradır.[27] Netice bellidir: Müddetin bitmesiyle nikâh sona erecektir. Böyle bir akid, ta başından geçersizdir.

Tirmizi mut’a nikâhı hakkında açtığı babda özetle şöyle diyor:

Hz. Ali (r.a.), Rasûlullah’ın mut’ayı yasakladığını söylemiştir. Rasûlullah’ın ashabından ilim ehli olanlarla, diğer ilim erbabına göre bu yasak üzerine amel edilir. Sadece İbn-i Abbas’dan mut’a hakkında ruhsat olduğuna dair bir şey ifade edilmişse de bu zat kendisine, Rasûlullah’ın mut’ayı yasakladığından haber verilince görüşünden rucu etmiştir. İlim sahiplerinin ekserisi (Şiadan bazıları hariç) mut’anın, haram kılındığı üzerinde ittifak etmişlerdir.[28]

Hatta Hz. Ali (r.a.)’a birisinin (İbn-i Abbas’ın) mut’ada bir beis görmediği haberi ulaşınca İbn-i Abbas’a çatmış ve demişti ki: “Yahu sen cidden şaşırmışsın. Rasûlullah (s.a.s.) Hayber günü mut’ayı da, ehlî merkeplerin etinin yenmesini de yasakladı. [29]

Mut’anın ve geçici nikâhın İslâm hukuku ve onun ana kaynakları karşısında geçersiz olmasına rağmen saf, pırıl pırıl kızlarımızın tahsil dönemlerinde arkadaşlık kurdukları erkeklerle sözde dini nikâh (!) yaptırarak serbest dolaşmalarını günahsız hale getirme gayretleri, başka bir art niyet taşımıyorsa bile dinimizce çok yanlıştır. Bu nikâh, bir müddete kadar geçerli olması şartına bağlanmışsa nikâh sayılmaz. Böyle bir nikâha dayanarak tarafların karı-koca hayatı yaşamaları haramdır.

Bir kızın, velisinin izni olmadan evlenmesi İmam Azam’a göre hukuken geçerli ise de bu, onun bütünüyle dini hükümlere uygunluğunu göstermez. Dinimizde ana-baba hakkı Allah (c.c) hakkından sonra gelir. Onların kırılıp üzülmelerine yol açan davranışlardan sakınmak gerekir. Bir evladın ana-babasının haberi olmadan, onlardan izinsiz evlenmesi onları üzer. Ana-babanın dualarını alarak kurulan yuva uğurlu ve huzurlu olur. Yaşantısının huzurlu ve zevkli olmasını isteyen evlad, ana-babasının duasını, ilminin bereketli ve yararlı olmasını isteyen talebe de hocasının duasını almaya mecburdur.

Anlaşılıyor ki nikâh gelişigüzel bir formaliteden ibaret ve alalede bir akid değildir. Nikah, Allah’ın emridir. Nur sûresinde şöyle buyuruluyor: “İçinizdeki bekarları, köle ve cariyelerden iyi olanları evlendirin. Eğer yoksul iseler Allah lutfuyla onları zengin eder. Hem Allah’ın lutfu boldur. Her şeyi bilendir.” (Nûr, 24/32)

Nikah Hz. Adem (a.s.)’den başlayıp, peygamberimize kadar gelen bütün peygamberlerin şeriatında bulunan, en son İslâm şeriatında da en medeni, en hukuki şekilde varlığını koruyan ve kıyamete kadar devam edecek olan önemli bir sünnettir. Hadis-i şerifte şöyle buyurulur: “Nikâh benim sünnetimdir. Ey ümmetim evlenin. Ben öteki ümmetlere karşı sizin çoğunluğunuzla övünürüm. Gücü olan nikâhlansın. İmkân bulamayan da oruçla korunsun. Çünkü oruç, onun için bir kalkandır.”[30]

Müstakbel eşini seçmede ümmetine bazı ölçüler de sunan Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyururlar: “Kadın dört özelliğinden dolayı nikâhlanır: Malı, soyu-sopu, güzelliği ve dini için. Sen bunlardan dindar olanını araştır, bul ki, mes’ud olasın (yoksa ümidin boşa çıkar)”[31]

Bilhassa gençliğin ateşli ve tecrübesiz dönemlerinde, insan fıtratındaki cinsi temayüle kapılarak tesadüfi hayat arkadaşı seçmelerine, bir de gençlerin birbirlerini beğendirmedeki başvurdukları cilve ve kurnazlıklar eklenirse geleceğin huzurlu yuvasını kurma hususunda gençler birçok hatalar yapabilirler. Bu konuda gözükara karar vermek, dönüşü olmayan felaketlere sebep olur. Nitekim bugün tahsil dönemindeki gençler arasında “sözlü” adı altında birçok genç bir araya geliyor, yaşıyor, eğleniyor, zevkini tamamlayınca veya tasarladığı beklentisi gerçekleşince sözlüsünü yüzüstü bırakıyor. Bundan en çok zarar gören de kız oluyor. Manen yıkılıyor, hatta depresyona girerek intihar girişiminde dahi bulunuyorlar. Büyük bir hayal kırıklığı yaşayan kızlarımızın, erkeklere olan itimat ve güvenleri de yok oluyor.

O halde ülkemizde hem dinimize, hem hukuk sistemimize, hem de toplum yapımıza, aile adabı ve milli haysiyetimize yakışır bir evlilik yapabilmek için şu hususlara dikkat etmek gerekir:

a) Geçici zevk ve tutkulara kapılmadan müstakbel hayat arkadaşını, İslâmi ölçüler dahilinde seçmeli.

b) Önemli bir engel yoksa bu hususta ailesinin de iznini ve onayını almalı.

c) Tecrübeler değerlendirilmeli.

d) Müstakbel eşini önceden görüp beğenmeli. Hatta konuşup anlaşmalı.

e) Nikaha dini ve hukukî kimlik kazandırmak için tescilini yapmalı.

Resmen tescili yapılmayan nikâh, bugün kendisinden beklenilen hukuki sonucu vermediğinden kadın ve erkeğin tüm hakları zayi olmakta, kendileri karıkoca sayılmadığı gibi, çocukları da nesebi sahih sayılmamaktadır. Kadına barınma, tedavi ve mehir gibi haklar tanınmamakta, kocası öldüğü takdirde kendisi kocasına, çocukları babalarına mirasçı olması mümkün olmamaktadır. Böylece birtakım insan hakları çiğnenmekte, dini bakımdan da büyük bir vebal altına girilmektedir.

Yukarıda da izah edildiği gibi nikâh akdi bir yönüyle devleti de ilgilendirmektedir. Devlet, kimin kiminle evlendiğini bilme ve yetişen gençlerin askerlik, tahsil ve seçimlerde oy kullanma gibi vatandaşlık görevlerine çağırılmalarında ve bütün vatandaşlık haklarından yararlanmalarında resmen nüfus siciline kayıtlı olmalarını isteme hakkına sahiptir. Devletin bu düzenlemesi dine aykırı değildir. Nikah hususunda dinin özüne, yani Kur’an ve sünnete aykırı olmayan düzenlemeler de yapabilir. Nitekim tarih boyunca bu yapılagelmiştir. Mesela: Osmanlıların son döneminde 1917 tarihli bir aile hukuku kararnamesi düzenlenmiştir. Bu kararnamenin 33. maddesinde nikâh akdinden önce keyfiyetin ilan edilmesi, 37. maddesinde ise nikâhın, taraflardan birinin ikametgahının bulunduğu yerdeki hakimin veya yetkili kıldığı kişinin huzurunda kıyılarak akidname düzenlenmesi ve tescili şart kılınmıştı. Ayrıca erkeğin evlenme yaşı en az 18, kızın 17 olarak kabul edilmiştir.

Bugün resmi nikâh akidlerinde dinin istediği icab-kabul vardır. Şahidler huzurunda yapılmakla nikâhda istenilen aleniyet de mevcuttur. Hanım ve erkeğin nikâh akdini imzalarıyla teyid ve tekid etmeleriyle artık geri dönüşü mümkün olmamak üzere nikâh resmiyet kazanmış, akde bağlı haklar yürürlüğe girmiş ve gerçekleşmiş olmaktadır. Artık ayrıca bir dini nikâh kıyılmasına ihtiyaç kalmamakla beraber, bir din görevlisinin, resmi süreç tamamlandıktan sonra, çiftlerin mutlulukları için dua yapması, kendilerine nikâhın kudsiyetini ve bundan sonraki görevleri hakkında dini nasihatta bulunması da yerinde bir davranıştır. Zaten bizim dinî ve millî kültürümüzde bu uygulama yerleşmiştir. Yani Belediye nikahından sonra imam nikahı veya dini nikah olarak isimlendirilen bu uygulama yapılmaktadır.

Muteber kaynaklardan “Dürri’l-Muhtar” isimli eserde; “Bizim için hiçbir ibadet yoktur ki, Hz. Adem (a.s.) devrinden bugüne kadar meşru olsun da, cennette de devam etsin!.. Bundan yalnız nikah ile iman müstesnadır” hükmü kayıtlıdır. İbn-i Abidin, bu metni şerhederken; “Çünkü nikah bir vecihle ibadet, bir vecihle muameledir. Nikahla cihadın her ikisi, Müslümanın ve İslam’ın vücud bulmasına sebeb olmakta müşterek iseler de, musannıf nikahı evvel zikretmiştir. Çünkü Müslüman ferdlerin nikah ile çoğalması, cihad ile çoğalmasından kat kat fazladır”[32] diyerek, önemli bir inceliği gündeme getirmiştir. İslam’ın temel hedeflerinden birisi de nesil emniyetini sağlamaktır. İslami nikah; hem ibadet, hem muamelat hükmündedir.

Halbuki Belediye evlenme akdinde, ibadet unsuru mevcut değildir. Laik kanunlara göre yapılan evlenme akdi ile İslam fıkhına dayanan nikah birbirinden farklıdır. Bu farkları kısaca izaha gayret edelim:

A-İslamî nikahta, birbirleriyle evlenecek olan erkeğin ve kadının inanç durumu önemlidir. Zira Kur’an-ı Kerim’de: “Müşrik kadınlarla, onlar iman edinceye kadar evlenmeyin. İman eden bir cariye, müşrik bir hür kadından (bu sizin hoşunuza gitmese de) elbette daha hayırlıdır. Müşrik erkeklere de, onlar iman edinceye kadar mü’min kadınları nikahlamayın. Mü’min bir kul, müşrikten elbette hayırlıdır. Onlar (müşrikler) sizi cehenneme çağırırlar. Allahu Teala (c.c.) ise, kendi iradesiyle cennete ve mağfirete çağırır. Allah insanlara ayetlerini apaçık söyler. Ta ki iyice düşünüp, ibret alsınlar” (Bakara, 2/221) hükmü beyan buyrulmuştur. Dolayısıyla şirk sebebiyle, birbirleriyle evlenmeleri mümkün olmayan insanlar vardır. Mü’min bir erkek, müşrik bir kadın ile nikahlanamaz veya mü’min bir kadın putperest veya ehl-i kitap bir erkekle evlenemez.[33]

Nikahın imana dayanmasındaki hikmet budur. Belediye’de yapılan evlenme akdini, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan erkek ve kadın (inançları ne olursa olsun) evlenebilirler. Din farkı, Belediye evlenme akdinin yapılmasına engel değildir.

B-İslamî nikahta, erkeğin kadına mehir vermesi vaciptir. Kadının hakkı olan mehir; kitap, sünnet ve icma ile sabittir.[34] Belediye evlenme akdinde, mehir sözkonusu değildir.

C-İslamî nikahta; şahitlerde aranan vasıflar ve şahitlerin sayısı önemlidir. Belediye evlenme akdinde ise, şahitlerin vasıfları üzerinde durulmaz.

D-Belediye reisi veya görevlendirdiği memur, kendisine müracaat eden iki süt kardeşi evlendirebilir, kanunen serbesttir. İslam fıkhında ise; sütkardeşlerin birbirleriyle evlenmeleri haramdır. Zira Resul-i Ekrem (s.a.s.)’in: “Nesepten dolayı haram olan şey, süt emmeden dolayı da haram olur” buyurduğu sabittir.[35] Medeni hukuk, batıdan tercüme yoluyla aktarıldığı için, sütkardeşliği meselesi dikkate alınmamıştır.

Şimdi zahiren benzeyen hükümleri gündeme getirelim:

İslam fıkhında nikahın sahih olması için, rükünlerinin ve şartlarının bulunması gerekir. Fetâvâ-i Hindiyye’de: “Nikahın rüknü, icap ve kabulden ibarettir. Kâfî’de de böyledir. İcap hangi taraftan olursa olsun, önce taraflardan birisinin “aldım” veya “vardım” diye bir söz söylemesidir. Kabul ise bu sözün müsbet olan cevabıdır. İnâye’de de böyledir”[36] hükmü kayıtlıdır.

Nikahın şartlarından birisi de iki adil şahittir. Zira Resul-i Ekrem (s.a.s.)’in: “Nikah ancak şahitlerle olur”[37] buyurduğu sabittir. Dolayısıyla icab ve kabul sırasında, şahitlerin hazır bulunması da gerekir. Ayrıca bu şahitlerin, tarafların rızasını ifade eden sözleri (icab ve kabulü) duymaları da zaruridir.

Bazı kimseler nikah akdinde; tarafların rızasını ve iki şahit meselesini dikkate alarak, zahiri benzerlikler üzerinde durmaktadırlar. Halbuki yukarıda zikrettiğimiz (tarafların inançları, mehir, süt kardeşlerin durumu vs.) incelikleri dikkate almış olsalardı; İslam fıkhındaki nikah ile Belediye evlenme akdinin farkını kavrayabilirlerdi. Teşrii kaynağı açısından da bu iki muamelenin farklı olduğu sabittir.

Bu makale Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi emekli hocamız ve üstadımız Sayın Yaşar İşcan’ın makalesinden faydalanılarak hazırlanmıştır. Ayrıca Kocaeli Vaizi Sayın Dr. Ali Vasfi’nin kaynak araştırmalarıyla desteklenmiştir. Her iki üstadımıza da şükran ve saygılarımı sunar, sağlık ve afiyetler dilerim. Ayrıca Kocaeli İl Müftü Yardımcısı Nedim Özkal, Kartepe İlçe Vaizi Cemalettin Gezgiç, İzmit İlçe Vaizi Hayati Sakallıoğlu ve Kocaeli İl Müftülüğü Sekreteri Kadir Karaçoban’a da katkılarından dolayı teşekkür ederim.

“Allah’ın rahmeti, bereketi ve afiyeti üzerimize olsun “

 


[1] Tuhfetu’l Fukaha, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, 1993-1414, II/118.

[2] Damat, I/320.

[3] Tuhfetu’l-Fukaha, II/131, Fethu’l-Kadir, Mısır, 1315, II/351; Mecme’u’l-Enhûr, I/221.

[4] Buhârî, Sahîh, tahk. Ebû Suheyb el-Kermî, Riyâd, 1998, Buyû, 34/1, h.no: 2048.

[5] Ahmed, Müsned, II/494, tahk. Şuayb el-Arnavut-Âdil Murşid, Beyrut, 1997, XVI/259-260, h.no: 10412.

[6] Neseî, Sünen, Nikâh, 26/72, h.no: 3369.

[7] İbn Ebî Şeybe, Musannef, VI/92, h.no: 16542.

[8] İbn Ebî Şeybe, Musannef, VI/92, h.no: 16543.

[9] Nitekim, Nûr, 24/4-5. âyetlerine göre; namuslu bir insana zina isnad etmenin cezası seksen değnektir. Ayrıca böyleleri mahkemelerde şahidlik de yapamazlar.

[10] İbn Ebî Şeybe, Musannef, VI/92, h.no: 16538.

[11] Bu konuda E

Irak Türklerinin İstikbali Barzani Hareketi ve Muhtemel Neticeler

Değerli dostumuz Ağabeyimiz Kadir Mısıroğlu’nun 40 sene önce yazdığı Musul Meselesi ve Irak Türkleri kitabından almış olduğumuz bu yazı 40 sene sonrada Irak Türklerinin kaderinin değişmediğini göstermektedir.

Haiz olduğu büyük iktisadi imkânlar ve stratejik ehemmiyetinden dolayı Ortadoğunun emperyalist devletlerin tesir ve nüfuzuna kapılmaktan masun kalabilmiş gerçekten müstakil tek bir milli lider bulabilmek adeta imkânsızdır.  

Birçok emperyalist devletin girift menfaatlerinin dünya üzerindeki iltika noktasını teşkil eden Ortadoğu’nun bu menhüs kaderi bu kıymetli toprakların ” Müslüman Türk’ün elinden çıkışına tekaddüm eden günlerde başlamıştır.  

Gerçekten bu bölgeyi asırlarca sulh, sükun ve adaletle idare etmiş olan Osmanlıların elinden alarak istismar etmek isteyen emperyalistler istismara daha ziyade imkân bahşetmesi yönünden bir taraftan mahalli liderleri satın almış, diğer taraftan da en küçük kavmi ve dini toplulukları artık bir daha imtizaç edemez şekilde birbirine karşı tahrik etme yolunu tutmuşlardır. Bu yüzdendir ki Ortadoğu, bu gün bir ihtilaflar kumkuması haline gelmiş mahalli liderlerden her biride mevkiini idame ettirebilmek için bu ihtilaflara dahil İngiltere, Rusya, Amerika ve İsrail gibi devletlerin menfaat zikzakları arasında bir muvazene imkanı aramaya koyulmuş bulunmaktadırlar.  

Kürtleri bir ” Milli Camia ” haline getirmek maksadıyla tarihte ilk defa ortaya çıkmış bir şahsiyet olan Molla Mustafa Barzani de bu harekete başladığı 1943 yılından beri Irak’ın dahili bir zaafa düşmesi ve hatta parçalanmasında menfaati olan devletlerin tabir caizse suyuna gitmek suretiyle bir huruç imkanı aramaktadır.  

Rusların hususi bir suretle yetiştirerek ” Kızılordu ” da ” Albay” rütbesine kadar yükselttikleri Molla Mustafa Barzani ilk ehemmiyetli desteği hiç şüphesiz Rusya’dan görmüştür.  

Fakat bilahare bu bölgede bir “İsrail Devleti” nin kuruluşu ile Amerika’ya karşı mecburen ” Arap Alemi’ni destekleyen Rusya’nın Ortadoğuya müteallik durumunda bu suretle tezatlı bir durum hasıl olunca, Kürtler kendilerini destekleme de amade başka devletlerin de bulunduğunu çok çabuk fark etmişlerdir. Ve onlarla teşriki mesai yoluna gitmişlerdir. 

Bunların başında Irak petrolleri üzerinde en büyük hisseye malik olan İngiltere gelmektedir. İngiltere Irak idarecilerinin gözlerin öyle korkutmuştur ki, bu memlekette iktidara gelen kralcı, komünist ve Baasçı bütün idareciler takip ettikleri iktisadi sistem ne olursa olsun petrolleri üzerindeki İngiliz hissesine dokunmaya kolay kolay cüret edememişlerdir.  

Irak petrollerinden ehemmiyetsiz bir hisseye malik olan Amerika’nın tesiri ile İngiltere’nin kinin aksine Irak’ı parçalamak raddesine kadar Kürtler lehine tecelli edebilir. Çünkü bu devlet kendi öz menfaatlerinden ziyade İsrail’in menfaatlerine göre hareket etmekten maalesef kurtulamayacak derecede Yahudi sultası altındadır. Yahudilerin ise Irak’ın parçalanmasında sayısız menfaatleri bulunduğu meydandadır. Yahudilerin, Fransız ihtilalinden beri beynelmilel siyasetle oynadıkları rol ve sağladıkları hâkimiyet nazarı dikkate alınırsa Irak’ın istikbalinden ciddi bir suretle endişe etmemek imkânsızdır. Şu hale nazaran

“Barzani hareketi ” Irak’ı parçalar ve teşekkül edecek parçalardan birinin bir müstakil Kürdistan devleti olarak ortaya çıkmasını temine muvaffak olursa bunun Ortadoğu Memleketleri ve bilhassa Türkiye bakımından çok büyük ve ehemmiyetli neticeler tevlid edeceği muhakkaktır. Bunları şu suretle hülasa edebiliriz. 

Irak Türklüğü bakımından Kürtler ırak’ın Türkiye’ye yakın kuzey ve dağlık mıntıkasında meskün bulunmaktadırlar. Burasının iktisadi bakımdan diğer Irak topraklarına nazaran ehemmiyetsizliği meydandadır. Bir devletin hayatiyetini idame ettirebilmesi her şeyden önce sahip olacağı iktisadi imkânlara bağlıdır. Rus erkani harbiyesinin yetiştirdiği bir kurmay Albay olan Molla Mustafa Barzani bunu düşünmeyecek bir insan değildir. Bu sebepledir ki gözünü Türkmenlerin meskün bulunduğu KERKÜK havalisinde dikmiştir. Çünkü Irak petrollerinin asıl membai burasıdır.  

Irak hükümeti ile imzaladığı 1970 tarihli anlaşma ile dahili bir muhtariyet elde eden Barzani Irak kabinesinde altı bakanlıkla temsil edilmesine müstakil bir ordu ve emniyet teşkilatına sahip olmasına, Kürtçe tedrisat yapan mektepler açmak, radyo kurmak ve her çeşit neşriyata bulunmak gibi muhtar bir idarenin bütün icaplarını elde etmiş olmasına rağmen bunlarla tatmin olmuş görünmemektedirler.  

Kerkük üzerindeki vazgeçilmez kürt talepleri şununla da sabittitir ki Barzani, müstakbel Devletini kurabilirse bu devlete başşehir olarak Kerkük’ü seçtiğini şimdiden ilan etmekten çekinmemektedir. Bu emeline bir dereceye kadar yaklaşabileceğini de kabul etmek lazımdır. Irak hükümeti Barzani’nin Kerkük etrafındaki taleplerini bir neticeye bağlamak maksadıyla burada plebisite başvurulmasını 12 Mart 1970 anlaşmasıyla kabul etmiştir. Bu meselenin bizim için acı olan tarafı şudur ki 1970 tarihli Irak anayasası birinci maddesinde Irak halkının Arap ve Kürt adında iki milleten meydana geldiğini Kürtlere Irak’ın bütünlüğü içinde milliyet haklarının tanındığını bildirmektedir. Bu suretle Türkler asla hesaba katılmamakla ve mevcudiyetleri nazarı itibara alınmamaktadır.  

Mezkür anayasasının Türkleri beş – on bin mevcutlu Nesturiler veya Yahudiler kadar bile himayeye laik görmemesi neticesindedir ki Kerkük Türkleri, yaklaşan plebisitle kendilerini kürt veya Arap olarak kaydettirmek mecburiyeti ile karşı karşıya bulunmaktadırlar. Hâlbuki Türklerin nüfusu kürt nüfusundan fazladır.  

Irak Türkleri bu bölgenin elimizden çıkışından bu yana en zor günlerini yaşamaktadırlar. Biri komünist Kürtler, diğeri de Baasçı Araplar olmak üzere iki muharip kuvvetin ağır siyasi ve iktisadi baskıları altında yok edilmek istenen Kerkük Türklerine bigâne kalmakta devam eden Türk idarecileri de bu tavrıyla Türk düşmanlarına istedikleri gibi hareket etmek imkânını bahşetmektedirler. 

Kürtler için Kerkük’ü ele geçirmek, yılda ” yetmiş milyon ” ton petrolün gelirine sahip olmak demek olduğu içindir ki Barzani bu davayı halletmedikçe silahı elden bırakmamaya kararlı görünmektedir.  

Hayat ve mematları bu ölçüde tehlikeye maruz bulunan Irak Türkleri Milli varlıklarını idame için ne yapabilirler. Her biri harici bir veya birkaç büyük devlete sırtını dayamış olan mütecavizler karşısında Irak Türklerinin vaziyeti kurt – kuzu hikâyesini hatırlatmaktadır. Böyle tehlikeli durumda onlara kim destek olabilir. Kerkük Türklüğüne kim yar olabilir. Elbette ki vatanperver Türk münevver çevreleri ile onların haklı ve yerinde ikazlarına kulak kabartması gereken Türk Devleti adamlarıdır.  

Türkiye bakımından; Iraktaki Barzani hareketinin muvaffakiyeti halinde bundan zarar görecek komşu devletlerin birincisi Türkiye, ikincisi ise İran dır. Zira Molla Mustafa Barzani Kürt istiklal hareketine başladığı ilk yıllarda gayesinin Türkiye ve İran da dahil olmak üzere bütün Kürtleri kurtarmaktan ibaret olduğunu söylemekten çekinmemişti. Gerçekten kendilerine kürt denilen ve ayrı bir ırk şuuru verilmeye çalışan bu unsur Türkiye, İran ve Irak ta yaşamaktadır.  

Molla Mustafa Barzani her vesileyle Türkiye ile bir davası olmadığını ifade etmekte ve hatta son yıllarda Türk Devlet ve hükümet reislerine gönderdiği mektuplarla Türkiye’yi eski büyük ve azametli Osmanlı İmparatorluğunun yerine koyarak ona sığınmaktadır. Fakat bu hareket aslında Rus ordusunda yetişmiş bir kızıl komünist olduğu halde “İslam Şeraiti”ni tatbik etmek propagandasından istifade yolunu tutmasında ki gibi aşikâr bir mugalâtadan ibarettir. Hakikatle Kürtçülüğe ait bütün propaganda kitapları asıl hedefin Türkiye olduğunu açıkça göstermektedir. 

Kürt ekseriyetinin Türkiye’nin doğu bölgesi ve İran da ikamet ettiği inkâr kabul etmez bir vakadır. Ancak Türklerle Kürtler “ilahi kelimetullah”  uğruna en az bin yıl omuz omuza dövüşmüşler ve aralarında en küçük bir ihtilaf zuhur etmemiştir.  

Kürtçülüğün eski Ermeni meselesi yerine ikame edilmek istendiği hatırlanırsa meselenin Türkiye bakımından ehemmiyeti daha kolayca anlaşılabilir.  

Türk vatanı bölüne bölüne adeta kuşa dönmüştür. Bunu bir kere daha bölünmeye asla tahammülü yoktur. Her gün biraz daha artan dinamik nüfusumuz ve gitgide kuvvetlenen dini ve milli mefkûremizin en geç 21. asır başında bizi eski kayıplarımızın bir kısmını telafi zaruret ve mecburiyeti ile karşılaştıracağı muhakkaktır. Bu sebepledir ki Türkiye’nin bölünmesine değil razı olmak, bu gibi niyet ve arzuları duymaya bile tahammülümüz yoktur. Bölünecek olan bizden ayrıldığı günden beri istikrarlı bir devlet olamamış bulunan komşularımızdır. Bunlardan baasçı Arapların işgali altında ki eski ” Musul Vilayetimiz” ve sosyalist Suriye idarecilerinin işgali altında ki ” Halep’i ” kurtarmak ilk ve yakın hedefimizidir. Şurası dost ve düşman herkese malum olmalıdır ki büyük bir istikbale namzet olan ebedi iman makamı Türkiye’nin parlak tarihini değiştirmeye kimsenin gücü yetmeyecektir. İman buhranından dolayı ayrılık sevdasına kapılmış solcu kürt gençleri bilmelidirler ki hareketlerinin cezasını daha ziyade namlarına vekâletsiz iş gördükleri Doğu Anadolu’nun malum halkı çeker onları seviyorlarsa bu davadan vazgeçmelidirler. 

Hiçbir devlet bir başka devlete babasının hayrına yardım etmez unutmamak gerekir ki bu gibi hareketleri destekleyen yabancılar neticeyi kendi lehlerine çevirebilecek kuvvettedirler. Böyle olmasa zaten yardım etmezler. Bu hain ve gafiller bilfarz muvaffak olsalar bile buna imkân yok ya. Netice, Türkün de, kürdün de aleyhine çıkacak ve ancak her ikisinde düşmanı olanlara yarayacaktır.

40 sene önce Kadir Mısıroğlu böyle yazmış, böyle düşünmüş bugün de böyle düşünmek zorundayız. Çünkü değişen bir şey yok. Hatta dış güçlerin Ortadoğu’da ki emelleri ve Ortadoğu’yu parçalama ve bölme eylemleri artan bir hızla devam etmektedir.  

Bayrak Asmak

0

Son zamanlarda bazı evlerin pencerelerinde veya balkonlarında bayraklar görüyorum. Bu          manzaraya yani Türk Bayrağı’nı dalgalandıran evlere sıkça rastlanır oldu. Ve tabii bu, insanı derin derin düşündürüyor.

Öyle ya: “Bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü?” cümlesinde ifadesini bulan     gururla karışık bir şaşkınlık içindeyim!

“Bayrak Asmak” malum olduğu üzere, Milli-Dini Bayram günlerinde; resmi-gayri resmi herkes tarafından ev ve dükkanlar da ve resmi binalarda görmeye alıştığımız; ulvi bir hazla seyrine doyamadığımız günlere mahsustur.     

Öyleyse, Türk Bayrağı’nı indirmemek üzere asmak ihtiyacı nereden geliyor?

Vatandaş niçin buna ihtiyaç hissediyor?

Üstünde ciddiyetle durulması gereken bir milli tavır.

Evet sevgili okur! Halkımız arif. Leb demeden leblebiyi anlıyor.

Türkiye ufuklarında kümelenen kara bulutları görüyor.

Bir fırtınanın aldatıcı sessizliğinde olduğunu anlıyor.

Bu tehlikeli sinyaller karşısında, milli bir tavır almak gerektiğini düşünüyor.

Yerini belli etmek istiyor.

Ay-Yıldızlı Türk Bayrağı’nın aydınlığından başka bir ışığa gereksinim duymadığını, açıkça dışa vurarak fiilen / eylemli olarak dile getiriyor.

Kulağına gelen nahoş söylentiler asab ve sinirlerini bozuyor.

Rahat ve huzurunu tehdit ediyor.

Yabancı ve yabani fısıltı, fiskos ve vesveselere kapılan bir avuç terörist ve bölücünün bir  kaşık suda fırtınalar kopardığını görüyor.

Türk Milleti’nin ve onun şahsında tüm unsurların yediden yetmişe huzurunun kaçmak  üzere olduğunun farkına varıyor.

O benzersiz basireti yani hissi kable’l-vukuu / olmadan olacağı görmek demek olan   duyarlılığı ile olacakları seziyor.

Bunu da, Türk Bayrağı’nı dalgalandırmakla, en güzel şekilde dillendirmiş oluyor.

Bir avuç bölücünün temsil iddiasında bulundukları geniş kitleler de, estirilen ayrılık   rüzgarlarını tasvip etmeyip, doğru bulmuyor.

İşte, Türk Bayrağı’nı indirmek istemeyenler; onların bu vakur duruşlarına ve bu mahfi / gizli hislerine tercüman olup, onların da gönüllerine soğuk su serpiyor.

Onların yalnız olmadıklarını. Bir avuç kara aydına pabuç bırakmayacaklarını. Türkiye’nin   Doğusu, Batısı, Kuzeyi ve Güneyi, yani tüm insanıyla bir ve bütün olduğunu. En az 1000    senelik kardeşliğin, bugün de dipdiri ve ayakta olduğunu cümle aleme anlamlı bir şekilde     bildirmiş oluyor.

Meş’um ve uğursuz hayallerini kursaklarında bırakmanın kararlılığını, Türk Bayrağı  dalgalandırmak suretiyle ortaya koymuş bulunuyor.

Böyle vatandaşları olan bir ülke olarak, ne kadar iftihar edip öğünsek yine de azdır.       
Böyle halkı olan bir ülkeye bakılabilir mi hiç yan?

Öyle büyük ders alırlar ki, olur herkes hiç unutmayan.

 

 

 

Seçimler ve Politikacılar

Milletvekilliği genel seçimleri yaklaştı. Giderek kısalan propaganda sürecinde, adaylar bir hayli hareketlendiler. Meydanları dolduran taraftarlarına  vaatlerini peş peşe sıralıyorlar. Zaman zaman ölçüyü de kaçırıyorlar.

Sayın Erdal İnönü, seçimlerde verilen vaatlerin kaçan dozu için, gazeteci Mehmet Barlas’ın hatırlattığı (Sabah Gazetesi, 30 Mayıs 2011) şu ifadeyi kullanmıştı “Meydanlarda söylenenleri, halk kısa zaman sonra unutur”.

Sandığa gitmemize sayılı günler kaldı. Sonuçların hayırlı olmasını diliyorum.

Hangi rejimde olursa olsun politikacıların gerçek amaçları iktidar olmaktır. Bu çabalar esnasında ve sonucunda bazı enteresan neticeler alınmıştır.

Yazımın konusu, sizlerin de ilgisini çekeceğini umduğum siyasetle ilgili bazı özel olaylardır. Örneklerini aşağıda sunuyorum.

-En uzun iktidarda kalan kişi, Firavun Phiops II’dir. M.Ö. 2281’de, 6 yaşında taht’a oturtulmuştur. 94 yıl saltanat sürmüş, M.Ö. 2187 yılında 100 yaşında ölmüştür.

-Fransa kralı  XIV. Louis, 14 Mayıs 1643’de 4 yaşında kral olmuş 1 Eylül 1715’e kadar 72 yıl hüküm sürmüştür.

-Portekiz kralı Alfonso I. Henrigues, 30 Nisan 1112 ile 6 Aralık 1185 yılları arasında 73 yıl ülkesini yönetmiştir.

-En az süre krallık yapan kişi ise, Sri Lanka kralı Virabahu’dur. 1196 yılında kral olmuş bir (1) saat sonra suikaste uğramış ve öldürülmüştür.

-En uzun süre millet vekilliği yapan politikacı ise 1832’den 1915 yılına kadar  83 yıl süre ile Macar parlamenter Josef Madarasz’dır.

-A.B.D. senatosunda bir kanun tasarısının yasalaşmasını önlemek ve engellemek için vakit geçirmek amacıyla yapılan en uzun konuşmayı, Wayne Morse 24-25 Nisan 1953 tarihinde, 22 saat 26 dakika kürsüde kalarak gerçekleştirmiştir.

-Hindistan’da yapılan 1980 Ocak ayı seçimlerinde, İndira Gandhi 364 milyon oy alarak, dünyada bir seçimde en fazla oy alan siyasetçi olmuştur.

-Genel seçimlere en fazla katılım oranı “yüzde yüz” ile 8 Ekim 1962’de Kuzey Kore genel seçiminde gerçekleştirilmiştir. Bütün seçmenler oy kullanmış ve oyların hepsini İşçi Partisi almıştır.

-Kuzey Kore’nin rekorunu egale etmek isteyen Arnavutluk’ta 14 Kasım 1982 seçimlerinde ulusal oybirliği girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bütün seçmenler sandığa gitmiş ancak, bir kişi farklı oy kullanmıştır.

-Birden fazla  ülkede devlet başkanının eşi olan tek kadın, Graca Machel’dir. Bu hanım, 1975-1986 yılları arasında Mozambik devlet başkanının eşiyken, kocası uçak kazasında vefat etmiştir. Bayan Graca bu defa 1998 yılında Güney Afrika’nın devlet başkanı, meşhur Nelson Mandela ile evlenmiştir. Böylece iki ayrı ülke devlet başkanına eş olan, ilk kadın olmuştur.

-Mr. Jeffrey Ondash, 16 Mayıs 2008 tarihinde Ohio eyaletinde düzenlenen etkinlikte, bir saat içerisinde 1205 kişiyle sarılarak kucaklaşmıştır. Rekoru halen devam etmektedir.

-New Mexico eyaleti vali seçimi yarışında, adaylardan Bill Richardson, sekiz saatte 13.392 kişinin elini sıkarak, bu alanda rekor kırmış ve Guinness Rekorlar Kitabı’nda yer almıştır.

-Guinness yetkilileri popülaritesinden etkilendikleri başbakanımız sayın Recep Tayip Erdoğan’ı, yetkili bir heyetle 10 Ağustos 2003 tarihinde katıldığı bir etkinlikte izlemiş, sayın Erdoğan’ın 4815 kişinin elini sıktığını tespit etmiştir. Başbakan’ımız dünya rekoru kıramamış, ancak ülke rekoruna sahip olmuştur.

Yazımı kentimizle ilgili bir haberle tamamlıyorum. Sabah Gazetesi’nin Abbas Çakar imzalı haberine (31.05.2011 tarihli) göre Başiskele ilçesine bağlı, Aksığın köyünün girişine “Köyümüze politikacıları istemiyoruz Tayyip Erdoğan’dan başka, bütün oylarımız Tayyip Erdoğan’a” diye pankart açmışlardır.

Demek ki, kendilerince seçimleri şimdiden sona erdirmişlerdir.

 

Tarihten ve Günümüzden Türk Dünyası Esintileri – 3

Türk Dünyası
Türkler, Avrasya olarak adlandırılan geniş bir coğrafyada dağınık olarak yaşamaktadırlar. Türk dilleri ailesine mensup çeşitli dil ve lehçeleri konuşan halk grubudur. Tarihî ve kültürel ortaklıklara sâhiptirler.
Türk dilleri, Altay dilleri ailesinin bir alt kolunu oluşturur. Türklerin büyük bir çoğunluğu 10. yüzyıldan itibaren İslam dinini kabul etmiştir. Ancak Gagauzlar, Çuvaşlar ve Sahalar gibi Hıristiyanlığın Ortodoks koluna mensup olan, Altaylar gibi geleneksel çoktanrılı inanç kültürlerine mensup Türk toplulukları da vardır.
Günümüzde Türklerin toplam nüfusu 300.000.000 ‘a yakındır. Türkçeyi ikinci dil olarak konuşanların sayısı 30.000.000 ile 50.000.000 arasında tahmin edilmektedir.
Sovyetler Birliğine dâhil olan cumhuriyetlerin bağımsızlıklarını kazanmasıyla birlikte, Türkçeyi resmî dil olarak kabul eden devletlerin sayısı 7’ye çıkmıştır. Bu ülkeler Türkiye, Azerbaycan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Türkmenistan’dır.
Yukarıdaki ülkelerden başka, Rusya, İran, Çin, Tacikistan, Ukrayna ve Afganistan’da Türkçe konuşan azınlıklar önemli bir sayı tutarlar. Osmanlı Devleti’nin yayılma alanında bulunan Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya ve Irak’ta Türkçe konuşan azınlıklar bulunur. Ayrıca modern dönemdeki işçi göçleri sonucunda, Almanya, Hollanda, Fransa ve İsveç gibi Avrupa ülkelerinde önemli Türk toplulukları oluşmuştur.
Diğer Ülkelerdeki Türkler:

Yukarıda anılan bağımsız devletler dışında, Rusya Federasyonu’na ait olan bazı özerk cumhuriyetlerde Türk dilleri resmî dil veya resmî dillerden biri konumundadır: Altay, Başkurdistan, Çuvaşistan, Dağıstan, Hakas, Karaçay, Balkar, Tataristan, Tuva, Taymir ve Saha. Bunların her birinin bayrağı, parlamentosu, kanunları ve kendi resmî dilleri vardır.
Çin’de Doğu Türkistan Muhtar Cumhuriyeti, Moldova’da Gagavuzlar’ın yaşadığı Gagavuzyeri, Ukrayna’da ise Kırım bölgesi özerk statüye sahiptir.
Rusya Federasyonu içinde şu şehirlerde Türk toplulukları yoğun olarak bulunur: Astrahan, Samara, Barnaul, Stavropol, Orenburg, Tobol, İrkutsk, Novosibirsk, Kazan.
İran’da Tebriz, Erdebil, Urmiye, Zengan ve Hemedan bölgeleri, Kuzey Irak’ta Kerkük, Gürcistan’da Ahıska, Çin’de Kansu bölgesi, Yunanistan’da Batı Trakya, Afganistan’da Mezar-ı Şerif çevresi, Romanya’da Dobruca’ın batısında Kobro nehri çevresi, Bulgaristan’ın Rodop ve Deliorman bölgeleri, yerleşik Türk halklarının yoğun olarak yaşadığı bölgelerdir.
‘Türk’ adına tarihte ilk defa 6. yüzyıl ortalarında Orta Asya’da Türk İmparatorluğu’nu (Kök Türk veya Göktürk adıyla da bilinir) kuran bir boy veya aşiretin adı olarak görülür. Daha eski Çin kaynaklarında sözü geçen Tu-kyu veya Tue-kue halkının Türkler olup olmadığı konusunda çeşitli görüşler mevcuttur.
Türk İmparatorluğu’nun kazandığı büyük prestijden ötürü, daha sonraki yüzyıllarda aynı dili konuşan (Oğuzlar, Kırgızlar, Türgişler gibi) çeşitli boylar da ‘Türk’ adını benimsemiştir. Ancak Sibirya’daki Sahalar (Yakutlar), Volga Bulgarları ve Çuvaşlar gibi merkezden uzak bazı boyların tarihte ‘Türk’ adını hiç kullanmadığı görülmektedir. Bu grupların Türk halklarına dâhil edilmesi modern etnografik tasniflerin sonucudur.
Türklerin anayurdu

Türk İmparatorluğu’nu kuran Türk halkının köken efsanesine 8. yüzyıla ait olan Orhun Yazıtları’nda ve daha sonraki birçok kaynakta yer verilmiştir. Buna göre Türklerin anayurdu Altay Dağları yakınında, Selenga ve Orhun ırmakları arasında bulunan Ötüken Ormanı idi. Bu yer Baykal Gölü’nün güney ucunun 250 kilometre kadar güneyinde olup, günümüzde Moğolistan Cumhuriyeti sınırları içinde bulunmaktadır.
Dil ile ilgili verilerden hareket eden bazı araştırmacılar Türk dillerinin nihai kökeninin daha kuzeyde, belki Baykal Gölü’nün kuzeyinde veya doğu Sibirya’da olabileceğini ileri sürmüşlerdir.
Tarih

Çinliler ülkelerini kuzeyden ve batıdan saldıran savaşçı Türklere karşı koruyabilmek için Çin Seddi’ni inşa ettiler.
Orta Asya’nın bozkır imparatorlukları içinde Türkler daima belirleyici bir rol oynadılar; çoğu zaman bu imparatorlukların kurucu ve yönetici zümresini oluşturdular. İnsan eliyle yapılmış en büyük yapı olan Çin Seddi, Çin’in yerleşik uygarlık alanlarını Orta Asya’nın bozkır halklarına karşı korumak için MÖ 2. yüzyılda inşa edildi. Çin Seddi ortalama 15 metre yüksekliğinde ve 12.000 km uzunluğunda bir duvardır.
Türk İmparatorluğu’nun 8. yüzyılda yıkılmasından sonra Uygurlar, bugünkü Moğolistan ve Batı Çin’i kapsayan güçlü bir imparatorluk kurdular. 10. yüzyılda Orta Asya’nın batısında bir imparatorluk kuran Karahanlılar, Müslümanlığı benimseyen ilk Türk hanedanıydı. Yine 10. yüzyılda, Türk asıllı bir profesyonel asker olan Gazneli Mahmud, Afganistan’ın Gazne kentinde bir imparatorluk kurarak Hindistan’ın büyük bir bölümüne hâkim oldu.
Orta Doğu’nun İslam ülkelerinde Türkler 8. yüzyıldan itibaren profesyonel paralı asker olarak önemli bir yer edinmişlerdi. 9. yüzyıl sonunda Abbasi İmparatorluğu’nun zayıflamasıyla çeşitli Türk askerî hanedanları Mısır, Bağdat ve İran’da bağımsız veya yarı bağımsız devletler kurdular.
1040 yılı dolayında, Türklerin Oğuz ulusuna mensup olan Selçuk oğulları İran’ı ele geçirerek güçlü bir imparatorluk kurdular. 1071 yılında Selçuklular Bizans İmparatorluğu’nu ağır bir yenilgiye uğratarak, Anadolu, Suriye ve Kafkaslarda çok sayıda Türk beyliğinin ortaya çıkmasına zemin hazırladılar. Ancak Türklerin kitle halinde Anadolu’ya yerleşmesi daha çok 13. yüzyılda, Moğol yayılmasının doğurduğu zincirleme tepkiler sonucunda gerçekleşti.
13. yüzyıl sonunda Anadolu’da kurulan Türk devletlerinden biri olan Osmanlı Devleti, İslam dünyasının en güçlü cihan devleti haline geldi. Balkan Yarımadası’nı fethetti; 16. yüzyılda bir yandan Viyana’ya, diğer yandan Cezayir’e kadar dayandı.
Türklerin yaşadığı ve ‘Uluğ Türkistan’ olarak anılan coğrafya, 13. yüzyılda, annesi Türk olan ve Türkçe konuşan Cengiz Han’ın kurduğu imparatorluğun eline geçti. Ancak Moğol İmparatorluğu’nda da Türkler kilit mevkilerde idi ve Moğol ordularının büyük bir kısmı Türklerden oluşuyordu. 14. yüzyılda Orta Asya ve İran’ı fetheden Timur, Müslüman bir Türk’tü. 16. yüzyıl başında Özbek Han önderliğindeki Şeybani’lerin istilasından sonra Orta Asya’da bir daha güçlü bir imparatorluk doğmadı. Orta Asya’daki Türk beylikleri 18. ve 19. yüzyıllarda güçlenen Rus Çarlığı’nın eline geçti.
Hindistan’da Timur’un torunu Babür Han’ın kurduğu Moğol-Türk İmparatorluğu, 19. yüzyıla kadar devam etti.
İran’da 11. yüzyıldan 20. yüzyıl başlarına kadar hüküm süren hanedanlarının tamamı, Türk kökenli askerî önderler tarafından kuruldu.
Türkler
Türkler, dünyanın en eski, asil, büyük devletler kurup, pek çok ünlü şahsiyetler yetiştiren medenî milletlerinden biridir.
Türkler, Nuh peygamberin oğullarından Yâfes’in Türk adlı oğlunun neslindendir.
Türklerin köklü ve çok zengin bir tarihe ve kültüre sahip olması sebebiyle birçok ilim adamı ‘Türk’ adının nereden geldiği hakkında araştırmalar yapmış, bu araştırmalar neticesinde Türk adının ilk defa Milattan Önce 14. yüzyıla ‘Tik veya ‘Tikler’ adıyla geçmeye başladığı iddia edilmiştir. Diğer bir görüşe göre ise Türk adı M.Ö. 14. yüzyıldan önce de vardı. Zira Türk ırkının tarihi insanlığın tarihi kadar eskidir. Bu gerçeği kavmî ve millî mitolojilerde ve tarihi oluşumlarda izah eden eski kayıtlarda görmek mümkün olmaktadır.
Türk ırkının çok eski olması sebebiyle Türk adının nerden geldiği hakkında birçok iddia ve görüşler ileriye sürmüşlerdir. Buna göre,
*Heredot’un doğu kavimleri arasında zikrettiği TARGİTAB’lar.
*İskit topraklarında doğdukları söylenen TYRKAE’ler
*Tevratta adı geçen Togarma’lar.
*Eski Hint kaynaklarında tesadüf edilen TURUKHA’lar veya THRAK’lar
*Eski Ön Asya çivili metinleride görülen TURUKKU’lar.
*Çin Kaynaklarında M.Ö. 1. yüzyılda rol oynadıkları belirtilen TİK veya Dİ’ler
‘Türk’ adını taşıyan Türk kavimleri olarak gösterilmektedir.
İslam kaynaklarında yer alan İran menşeli ‘Zend-Avesta’ (*) rivayetleri ile İsrail menşeli ‘Tevrat’ rivayetleri de Nuh Peygamber’in torunu olan Yafes’in oğlu ‘Türk’ ile İran rivayetlerindeki Feridun’un oğlu ‘Türac’ veya ‘Tur’un soyu Türk adını taşıyan ilk kavim olarak gösterilmek istenmiştir.
Avesta’da yer alan ‘Ebül Beşer’den, Cemil ve oğlu Ferdidun’dan bahsedilmektedir. ‘Ferdidun ülkesi Salm, Irak ve Turak (Türk) ismindeki üç oğlu arasında pay edilmiştir. Salm’a bugünkü İran ve havalisi, Irak’a bugünkü Irak ve havalisi, Turak’a ise Orta Asya ve Çin havalisi düşmüştür. Feridun ölünce Irak, Salm’a saldırarak İran ve havalisini almış, daha sonra Turak’a saldırmıştır.
Irak, Turak’ı yenememiş, savaş bunların torunlarına kazar uzanan seneler boyu devam etmiştir. Sonunda Turak’ın torunu Afrasyap Irak torunun Muncihir’i mağlup ederek Ceyhun nehrini sınır kabul edilen bir anlaşma yapmıştır. Bu tarihten sonra Ceyhun Nehri’nin doğusunda ‘TURAN’, batısına da ‘İRAN’ denmiştir.
Tevrat rivayetlerinde ise Nuh Tufanı’ndan sonra Nuh Peygamber dünyayı üç oğlu arasında pay etmiştir. Yafes’e Orta Asya ve Çin ülkeleri düşmüş, Yafes ölürken tahtını sekiz oğullarından biri olan ‘TÜRK’ e bırakmıştır.
Görülmektedir ki Hz. Âdem devrine yakın zamanlarda Turak (Türk)’den İran-Turan savaşlarından ve Alp Er Tunga gibi büyük bir Türk başbuğundan ve Saka İmparatorluğu Kağanından bahsedilmektedir. Yukarıda mitoloji ve tarihî kayıtlar içerisinde yer alan ‘Türk’ kelimelerinden, Türk adının ne kadar eski olduğu ortaya çıkmaktadır.
M.Ö. 1. yüzyılda Roma’lı yazarlardan biri olan Pompeius Meala’nın Azak Denizi kuzeyinde yaşayan halktan ‘Turcae’ olarak bahsetmesi ile ilk defa yazılı bir metinde ‘Türk’ kelimesiyle karşılaşıyoruz.
Türk adının tarih sahnesine çıkışı Milattan Sonra 6. yüzyılda kurulan Kök-Türk Devleti ile olmuştur. Orhun Kitabeleri’nde yer alan ‘Türk’ adı daha çok ‘Türük’ şeklide gösterilmektedir. Bundan dolayı Türk kelimesini Türk Devleti’nin ilk defa resmî olarak kullanılan siyasî teşekkülün Kök-Türk imparatorluğu olduğu bilinmektedir. Kök-Türklerin ilk dönemlerinde Türk sözü bir devlet adı olarak kullanılmışken, sonra da Türk milletini ifâde etmek için kullanılmaya başlanmıştır.
M.S. 585 yılında Çin İmparatoru’nun KÖK-TÜRK Kağanı İşbara’ya yazdığı mektupta ‘Büyük Türk Kağanı’ diye hitap etmesi, İşbara Kağan’ın ise Çin İmparatoruna verdiği cevabî mektupta ‘Türk Devleti’nin Tanrı tarafından kuruluşundan bu yana 50 yıl geçti’ ifâdesi, Türk adını resmîleştirmiştir.
Kök-Türk yazıtlarında Türk sözü daha çok ‘Türk Budunu’ şeklide geçmektedir. Türk Budunu’nun ise Türk Milleti olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla Türk adı bu dönemlerde bir topluluğun veya kavmin isminden ziyade, siyasî bir mensubiyeti belirleyen bir kelime olarak görülmektedir. Yani Türk soyuna mensup olan bütün boyları ve toplulukları ifâde etmek üzere millî bir isim hâline gelmiştir.
(Yukarıdaki bilgiler, doğruluğu ispat edilmemekle birlikte, gerçeğe en yakın bilgiler olarak kabullenilmektedir. İlim adamları, başka iddialar da ileri sürmüşlerdir. Bu bilgiler, çeşitli kaynaklardan derlenmiştir.) O.Ç.
(*) Zend-Avesta: Eski İran dini olan ‘Zerdüştçülük’ olarak anılan inanç kültürünün mukaddes kitabıdır. Bu inanç kültürünün kurucusu Zerdüşt, ‘Gatalar’ denilen dörtlükler yazmıştı. Bu dörtlükler Avesta´da toplanmıştı. Bu yazılar, Zerdüşt´ün neye inandığını ve Zerdüştçülüğün temellerini anlatan tek belgedir. Avesta dilinde, Türkçe ile ortak kelimeler mevcuttur. Hala da Zerdüştlüğü benimseyen az sayıda Kırmanç bulunmaktadır. Avesta 21 kitaptan oluşmakta iken, İskender’in işgali sırasında yok olan kitaplardan sadece Yasna, Visparad ve Vendidad (veya Videvdat) kalmıştır.

Evlenmek ve Boşanmak

Gazetemizin dünkü manşeti “evlenen evlenene” başlığı ile çıktı. Üç ay önce de “boşanan boşanan” başlığı ille çıkmıştık. Bu iki başlık kutsal aile yuvamızın ne durumda olduğunu gösteriyor. Aile yuvası hızla çatlıyor, çocuklar perişan, aile dramları yaşanıyor.

Evlilik kutsal bir kuruluş. Evlilik üzerine bir çok atasözümüz yer almakta. Evliliğin temeli sevgi, saygı, yardımlaşma, birlik ve bütünlük içerisinde aileyi geleceğe taşımaktır. Eşler birbiri için fedakarlıkta bulunma sözü verirler. Cicim ayları geçtikten sonra fırtınalar kopmakta, birbirini severek evlenenler birkaç içerisinde boşanıp gitmekte. 

Geçtiğimiz gün bir yerde 30 yaşlarında iki erkek arkadaş birbirleriyle konuşuyorlar. Konuşmaya istemeden kulak misafiri oldum. Arkadaşına eşiyle ilgili o kadar enteresan şeyler anlatıyor ki hayattan nasıl bıktığını, hayatın nasıl çekilmez olduğunu, evlilik hayatının adeta hapishane hayatı olduğundan dem vuruyordu. 

Buna benzer daha bir çok olaylar yaşanıyor. Sanal alemde başlanan arkadaşlıklarla kurulan yuvalar yine sanal alemde yıkılıp yok oluyor. Bu konuda gazetemiz ısrarla yayınlar yapıyor ve zaman zaman yaptığımız yayınları sizlerle paylaşıyoruz. 

Şimdi gelin dilerseniz daha önce evlenme ve boşanmayla ilgili neler yazmışız hep birlikte okuyalım:

Çocuklar mağdur oluyor

         

Gebze’de yaşanan boşanmaların sayısı acı gerçeği yine gözler önüne serdi. Geçtiğimiz yıl 2040 kişi Gebze’de eşinden boşandı. En çok mağdur olan her zaman ki gibi yine çocuklar olurken, boşanmaların büyük bir kısmını şiddetli geçimsizlik oluşturuyor. Gebze’de Çocuk Esirgeme Kurumu gibi önemli bir kurumun olmayışı da çocukların geleceğini olumsuz yönde etkiliyor.

Boşanma grafiği yükseliyor

Boşanma grafiğinin her yıl giderek artması düşündürücü. Geçtiğimiz yıl Kocaeli’de 2450 kişi boşanırken, 2011’de 1431 olan boşanmaların 2 bini geçmesi aile kurumunu zedeliyor. Boşanma davalarının büyük bir kısmı 3 ay içinde karara bağlanırken boşanmalar genelde 10 yıldan fazla evli kalan aileler arasında yaşanıyor. Toplumsal çöküşün önüne geçilebilmesi için aile kurumuna önem verilmeli. (2010)

Boşanma ve Kutsal Aile

Dini ve milli kültürümüzde evlilik ve nikah kutsaldır. Aile yuvası kurmak, çoluk çocuğa  karışmak, dünyanın en güzel olgusudur. Geçmişte baba ve analar çocuklarını mürüvvetini görmek için daha çocuk yaşta evlatlarını evlendirmek isterlerdi. Zamanla bu değişti, yaşlar ilerlemeye, evlilikler modern hayata uymaya başladı. Görücü usulü ile evliliklerin yerini flörtle evlilikler aldı. Babalar ve analar artık çocuklarının isteğine boyun eğerek, sevdikleriyle evlendirmeye başladılar. Önceden ikinci gelin gelene kadar birinci gelin evde kayınpeder ve kaynanası ile kalıp, tecrübe kazanıyorlardı. Gelinin aynı evde kalması hatta aynı binada oturması bile “Şiddetli geçimsizlik ve boşanma” nedeni sayılabiliyor. Nereden nereye.

Henüz aile sorumluluğunu bilmeyen gençler cicim ayları geçtikten sonra kavga etmeye, hatta boşanmaya kadar gidiyorlar. Bugün yapılan araştırmalarda en çok boşanma evliliklerin ilk 5 yılında gerçekleşiyor. Bu kutsal aile yuvasını yıkan ve boşanmaya giden yolun başlangıcı olan geçimsizliklere dur demek gerekiyor. Boşanma ve kutsal aile yuvasına kimse değinmedi. Boşanmalarda en çok mağdur olanlar kadınlar oluyor. Üstelik çocuklar annelerinde kalıyor ve kadınların dramı katlanarak büyüyor.
 

Anlaşılamayan Sosyal Bütünleşme

Türk Dünyasının önderlerinden, değerli devlet adamı ve kıymetli büyüğümüz KKTC kurucu Cumhurbaşkanı Sayın Rauf Denktaş‘ın rahatsızlığı dünyanın neresinde olursa olsun, kendisini Türk olarak hisseden herkesi üzmüştür. Sağlığındaki iyiye doğru gidiş ise Türk Dünyasına gönül vermiş herkesi sevindirmiştir.

Siyasi tartışmaların temelinde bilgi eksikliği ve kavramları yeterince yerine oturtamamak söz konusu olunca iş rayından çıkıyor. Geçtiğimiz günlerde kavramlara yeterince açıklık veremeyenlerin fikri kargaşanın merkezi haline geldikleri görülmüştür.

Meselâ, “entegrasyon” Türkçesi bütünleşme ve “asimilasyon” Türkçesi eritme bu kavramların başında yer almaktadır.

Geçen hafta bir makalenin kapsamına girecek şekilde sosyal bütünleşme ve eritme (asimilasyon) kavramları üzerinde biraz durmuştuk.

Önce sosyal bütünleşme dar anlamda hissedilen etnik, mezhep, bölge, şehir, boy, kabile ve yöre mensubiyet ve şuurunun aşılarak toplum ve milli seviyede biz duygusuna ulaşılabilmesidir.

Bu duygu ve şuura ulaşamadığınız takdirde, etnik taassubun aşırı hemşericiliğin ve mezhepçiliğin, cemaatçiliğin, boy ve kabileciliğin sınırlarını aşarak topluma açılıp onunla bütünleşemezsiniz.

 Bu eğilimler, topluma kapanmayı ve etnosantrizmi (etnik merkezlilik) ön plana çıkarır.

Sosyologların ilkel etniklik dediği topluma kapalılık ve ırkçılık seviyesine varan etnik taassup buradan kaynaklanır.

Sosyal bütünleşme durgun, zora dayalı ve değişmesiz bir denge hali değildir. Farklılaşma kadar bütünleşebilme de önem taşır. Sosyal bütünleşme, bir başka tanımla fertlerin ve sosyal grupların dünya görüşleri arasındaki farkların,  toplumdaki milli kültürden en az seviyede sapma gösterebilmesidir.

Demek ki toplumda herkesin her şeyin aynı şekilde sapma göstermeden düşünebilmesi, davranabilmesi gerekmemektedir. Demokrasilerde farklı baskı grupları olabilir. Farklılıklar bütünlüğü zedelemediği ölçüde demokrasi yürür.

Bütünleşmenin olmadığı yerde demokrasi çok teorik kalır. Hiç de desteklemeyi düşünmediğiniz bir siyasi partinin varlığı sizin iktidar yapmak istediğiniz siyasi partinin de bir varlık gerekçesi olabilir.

Demokrasi faziletli bir rejimdir. Yeter ki onu değişik şekillerde istismar etme yanlışından kurtulalım. Ben merkezli ve hep bana, hep bana anlayışından uzaklaşalım.

Bu yönlerden demokrasimizin önemli eksikleri vardır. Birbirini batırmak için her şey mübah görülmektedir. Bu zaman zaman ters tepki de yapmaktadır.

Bir devletin temel ilkeleri ve kuruluş felsefesi dışlanarak dar anlamdaki milli irade öne çıkarılarak bütünleşmeye varılabileceğini zannetme de son derece yanlıştır.

Anayasamızın 10. Maddesindeki eşitlik ve birbirine üstünlük sağlamamayı ifade eden maddesi ayrıca 66. Maddede herkesin milli, kimlik olan Türklük ile kucaklanması ayrıştırma değil; bütünleşme için gereklidir.

Kültürel anlamda kimlik bunu gerektirir. Ferdi hak ve hürriyetler yerine son yıllarda olduğu üzere ülkemizde etnik taassubun ve fitnenin gereği olarak bazılarına imtiyazlar ve kolektif haklar tanımak, etnik manada pozitif ayrımcılık yapmak bütünleşme diye takdim edilemez. Bu yol ırkçılığı tahrik eder.

Sözde bütünleştirme adına yapılacak yanlış anayasa değişiklikleri, Devletin ve Türk Milletinin aleyhine olacaktır. Türkiye’nin sorunu, bazılarında zayıflayan Türk Milletine mensubiyet şuurunu geliştirebilmektir.

 Bu da “sen ayrısın, sen farklısın, sen benden değilsin” şeklinde bütünü reddeden yanlışlar ile olamaz.

 Ülkenin sorunlarını örtebilmek için etnik merkezli yaklaşımlardan medet umulmamalıdır.

Asıl sorunlar konuşulmalıdır.

Vatandaşın eğilimlerine rağmen politika uygulayanlar, aslında vatandaşı töhmet altında bırakmaktadırlar. 

Çocuk Suçluluğu IV

Çocuk suçluluğu adı altındaki yazımın bu son aşamasını kendi araştırmalarım, gözlemlerim, edindiğim bilgilerime dayanarak tamamlamak istedim. Birçok şeyden yoksun çocukların en büyük örneği olan çocuk esirgeme kurumlarına baktığımız da; fakir, gayrimeşru, annesi – babası ölmüş, aileleri boşanmış, terk edilmiş çocukların buralarda kaldığını görmekteyiz.  

Bu kurumlarda kalan çocukların ruhsal durumlarının  mutsuz olduklarını,  polisin çocuk koruma yasasına göre hırsızlık yapan, suç işleyen sokak çocuklarının, dilenciliğe gönderilen çocukların, evden kaçan kızların da böyle kurumlara getirildiğini görmekteyiz.

Çocukların bazılarının getirildikten kısa bir süre sonra kaçtıklarını, evlatlık olarak verilebildiklerini,  dikkatlerinin dağınık, derslerde çoğunlukta başarısız olduklarını, içlerinden evlenip yuva kuranların çok azınlıkta olduğunu, boşanmış aile çocuklarının mahkeme velayetine göre ebeveynleriyle görüşebildiklerini ama bununda sakıncalı yanları olduğunu, her zaman gerçek aile ortamı özlemi duyduklarını tespit etmiş bulunmaktayım.

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki: suçlu çocuk yoktur, suça itilmiş çocuk vardır. Bazı nedenler onları suça iter. Ve bütün suçların temelinde sevgisizlik, ilgisizlik, sevgi ve denetim yetersizliği, şefkatte yoksunluk yatmaktadır.

Bu, genelde ölüm ya da boşanma gibi sebeplerle bölünmüş aile çocukları, ilimize göç nedeniyle gelmiş kalabalık aile çocukları, üvey anne, üvey baba ortamı çocuklarında daha sık görülmektedir. Hep temelde sevgisizlik ve ekonomi yatmaktadır.

Suç türlerinde en yaygını kapkaççılık, uyuşturucu var ama gizlidir. İspat yoktur. 5 yıl ve yukarısı adam öldürme, uyuşturucu kaçakçılığı gibi suç işleyenler koruma amaçlı tutuklanmaktadırlar.

 Çocuk koğuşu denilen bölümde ıslah edilmektedirler. Çıkınca gene suç işlemeye devam etmektedirler. Çünkü “kaybedecek bir şeyim yok” gözüyle bakmaktadırlar. Pişman oluyorlar mı diye sorsanız çocuklar  her şeyden habersizdir. Pişmanlık duyamaz çünkü hiçbir şey bilmemektedirler.

 Hiçbir şeyin farkında değildirler. Nasıl bir çocuk evde dikkat çekmek için bir şeyi kırarak bile mutlu olur, bunun gibi bir çok suçu oyun gibi algılamaktadırlar. Bu algılamada şiddet özendirici tv programları, ekonomik koşullar, her şey sebep teşkil eder.

Çocuk grup içinde de kendisini ispatlama zihniyetiyle yapmaktadır her şeyi.  Aileye gelince, yoksulluk gibi nedenlerle çocuğuna suçu öğreten, çocuğu o yolda yetiştiren, nasıl çalınır gibi öğreten aileler de maalesef toplumumuzda bulunmaktadır.

Onlar için çocuk para getirsin de nasıl getirirse getirsin. Çocuğun ruhunu sattığını düşünmezler.  Günümüzde  örneğin; fuhuş inanılmaz yaygın. Hele ki üniversiteler de.. Öyle aileler var ki: anne kızına diyor ki “nasıl olsa biriyle evleneceksin, biride kenar da bulunsun, ihtiyaçlarına lazım olur, gözünü aç, akıllı ol, kullanmasını bil” diye öğüt veriyor. Veya her ailenin bütçesi bellidir.

Çocuk bir gün eve çok lüks yeni mantoyla geliyor, anne bu nereden çıktı, nasıl aldın diye sormuyor bile. İşte bu çocuklara, gençlere, ahlak, terbiye, değer, mahremiyet aşılanmıyor, verilmiyor. Böyle yetişen bir gencin zihniyeti de “ben şunu istiyorum, bunu elde edeyim de ne olursa olsun, uğruna ne giderse gitsin” şeklinde oluyor.

Her şeyin başında aile var. Çocuk dünyaya gelirken seçme hakkı yok. Otomatikman sorumluluk ailede. Bizim toplumuzun en büyük eksiği; kaç tane aileye çocuğunuzu bir psikiyatristle görüştürün deseniz “benim çocuğum deli değil ki” der.

Çocuğun kandırılmak, korkutulmak suretiyle ailelere düşen görevler belirlenmeli. Her çocuğun özentisi, beğenilme duygusu, sevilme içgüdüsü var. Arkadaş, çevre çok önemlidir.

Çocuk ilkokula başlayana kadar gözünde en büyük insan anne, babadır. İlkokula başladığı andan itibaren o en büyük insan öğretmen olur, lise çağına gelince ise artık anne-babada boştur, öğretmende, sadece çevresidir önemli olan.

Çevresi ne derse onu yapar, kendisini ispatlamaya çalışır. Grupta lider olmaya çalışır, onun gölgesinde kişilik gelişmeye başlar. Aileler bu konularda bilinçlendirilmeli, eğitilmelidir. Ailelerin yaptığı en büyük yanlış ya aşırı paraya boğmak, ya hepten yoksun bırakmaktır. İlişkilerimizde de olduğu gibi denge kuramamaktır.. Genelde aileler şunu söylüyor: “bilgisayar istedi aldık, telefon istedi aldık, bir istediğini iki etmedik, şimdi niye böyle, derdi ne”. Oysa ki; her istediğini aldınız ama peki en son kırılan bir oyuncağını ne zaman tamir ettiniz, ne zaman birlikte sinemaya gittiniz. Oturup dertleştiniz, aşklarını dinlediniz? Ailede en önemli şey sevgi, iletişimdir.

Çocuk o kadar akıllıdır ki. Çok güzel izleyicidir. Her şeyi izler ve bilgisayar gibi hafızada tutar. Onurlandırılmayan çocuk durup dururken takdir edildiğinde afallar. Ne yaparsam yapayım takdir ederler der. Evde köpek bile nasıl yetiştirirsen öyle davranır.

Çocuklar çok akıllı. Çocukları zamanı gelmeden çalıştırmak ta doğru değildir. Küçük yaşta para edinmeyi öğrenen çocuk şahsiyeti geriye atıp,  para kazanma içgüdüsünü öne çıkartır. Para kazanıyorsam patron benim, ne babam, ne ailem hiçbir şey düşüncesi oluşur ve ileride para için her şeyini satabilir.

Böyle tehlikelerle dolu bir dünyada ailelerin çok bilinçli, eğitimli, sevgi ve ilgi gösterici, belli yaşa kadar çocuğunu koruyucu olmalıdır. Her şeyin temeli ailede başlar ailede biter.

Bu toplumun birer parçası olarak bu toplum un her sorununda her birimizin ayrı ayrı birer payı, sorumluluğu olduğunu göz ardı etmeden, hayatı, hayata dair  her şeyi,  bize sunulan her şeyin kıymetini bilmek gerektiğine inanıyorum.

Geleceğimizin en önemli temeli, hayatın en masum, en temiz yüzü olan çocukların kıymetini bilen bir toplum olabilmeyi diliyorum..

 

                          

 

Mübarek Üç Ayların ve Kandillerin Değerlendirilmesi

Üç ayların değerini ifade eden unsurlardan biri Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in şu mübarek dualarıdır: “Allahım! Receb’i ve Şâban’ı hakkımızda hayırlı ve mübarek kıl, bizi Ramazan’a ulaştır.” (Keşfu’l Hafâ, 554) Hz. Aişe (r.anha) Validemiz de Peygamber Efendimizin bu mübarek aylara verdiği önemi şöyle anlatıyor: “Resûlullah’ın Şaban ayındaki kadar oruçlu olduğu bir ay görmedim.” (Müslim, Sıyam, 175)

Bizler için en güzel örnek olan Âlemlerin Sultanı Efendimiz (s.a.s), üç aylar girdiğinde diğer zamanlardan daha çok oruç tutar, nafile namazlarını artırır, yoksulları daha çok gözetirdi. Ve bu yaptıklarını Ramazan ayına doğru daha da çoğaltır, Ramazan ayında ve özellikle sonlarına doğru kulluğunu zirveleştirirdi.

Bizler de şu hususları yapmaya çalışarak bu mübarek zaman dilimlerini en iyi şekilde değerlendirmiş olabiliriz:

  • 1. Öncelikle böyle zamanlarda kulluğumuzu gözden geçirerek, geçmişin muhasebe ve murakabesini yapmalı, eksik ve hatalarımızı düzeltmenin yollarını aramalıyız. Üç ayları günahlarımızın affı için bir fırsat bilmeli, bol bol tövbe ve istiğfarda bulunmalıyız.
  • 2. Özellikle namazlarımızı vaktinde kılmaya özen göstermeli, çocuklarımızı da alarak ibadetlerimizi mümkün mertebe camilerde eda etmeye çalışmalıyız. Eğer kaza namazlarımız varsa bunları kılma yoluna gitmeli, kaza namazımız yoksa bile, çokça nafile namaz kılmalıyız.
  • 3. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)’in yaptığı gibi mübarek Recep ve Şaban aylarını oruçlu geçirmeli ve Ramazan’a oruçla hazırlanmalıyız.
  • 4. Bu mübarek zamanlar Kur’an’la yeniden buluştuğumuz ve onu anlamak için gayret sarfettiğimiz aylar olmalı. Bunun için de çokça Kur’an okumalı, hatimler indirmeli ve Kur’an’ın manasına da nüfuz edebilmek için meal ve tefsirlerini okumalıyız.
  • 5. Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e salât ü selâmlar getirmeli ve O’nun sünnetlerini uygulamanın gayreti içinde olmalıyız.
  • 6. Hayatta olan anne ve babamızı, diğer yakınlarımızı, üzerimizde emeği bulunan hocalarımızı ziyaret ederek veya telefonla üç aylarını ve kandillerini tebrik etmeli, gönüllerini almalıyız. Vefat etmiş olanların da kabirlerini ziyaret ederek Fatiha okumalı, onlar için dua etmeliyiz.
  • 7. Dost, akraba ve komşularımızla olan yakınlığımızı bir kat daha arttırmalıyız. Üzerimizde hakları olanlarla karşılıklı helalleşerek kul hakkından kurtulmaya çalışmalıyız.
  • 8. Etrafımızdaki fakir fukaraya yardım etmeli, imkanlarımız ölçüsünde sadaka vermeli, fakir öğrencilerin okuması için onların elinden tutmalıyız. Kimsesiz, öksüz, yetim, hasta, yaşlı kimselerle ilgilenip; sevgi, şefkat ve merhamet göstermeliyiz.
  • 9. Küs ve dargın olanlar barıştırmalı; kardeşlik duygularımızı, birlik ve beraberliğimizi pekiştirilmeliyiz.
  • 10. Kendimiz için, aile fertlerimiz için, ülkemiz, milletimiz ve bütün Müslüman kardeşlerimiz için bol bol dua etmeliyiz.

Bu ve benzeri davranışlar; mübarek günlerde ve kandil gecelerinde yapılabilecek; af ve mağfirete nail olma, ecir ve sevap kazanma, manen yükselme, bela ve musibetlerden kurtulma ve Cenâb-ı Hakk’ın rızasına ulaşma vesileleridir.  Yüce Mevlâmız, bizleri mübarek üç ayları rızasına uygun şekilde değerlendirmeye muvaffak eylesin.

 

 

Vahideddin ve Re’fet Paşa

0

Günümüzde -halkın alım gücü zorlaştığı halde- her alanda çok çeşitli, birbirinden güzel ve değerli eserler neşredilmekte. Hele Yakın Tarih konusunda sayısız kitaplar ortaya konmakta. Özellikle Cumhuriyet Tarihi hakkında bakış açıları değişik, farklı yorumlarla yeni araştırmalar vitrinlerde boy göstermekte. Yakın Tarih hallaç pamuğu gibi atılmakta. Her iki taraf biraz da ifrat-tefrit ve tefsiri mahiyette, düşündürücü yapıtları bir bir okuyucu karşısına çıkarmakta. Velhasıl, tarih mevzuunda doyurucu çalışmalar kitapçı raflarında yer almakta.

Hem eski bakış açılarını te’yit ve doğrulama şeklinde yayınlar yapılmakta. Hem de yeni açılımlar tarzında bilinenleri daha da bilinir kılan ve kılacak olan tarih kitapları vitrinleri süslemekte.

Aslında yazılanların çoğu meçhul / bilinmez şeyler değil. Üzerine daha fazla eğildiğimiz ve öyle de yapmamız gereken, kıyıda köşede kalmış eski eserlerin yeniden ele alınması. Mazi kuytularından gün ışığına çıkarılmasıdır. Bütün bu -özellikle- Yakın Tarih alanındaki kıpırdanış ve toparlanışlar: aslında geçmişin yeni bir ruhla yazılmasından ibaret.

İşte bu mütalaa ve düşüncelerin sevkiyle birkaç alıntı. Takdir -her zaman olduğu gibi- okurun.

Merhume Münevver Ayaşlı Hanımefendi diyor ki: “Biz içinde yaşadığımız devri, gördüklerimizle, tanıdıklarımızla, işittiklerimiz veya işitenlerden işittiklerimizle, nüktesiyle, rivayetiyle… bizden sonra gelecek nesillere nakletmek istiyoruz. Biz tarih yazmıyoruz amma, belki tarihçi(ler) bizim ‘documents’larımızdan istifade edecek(ler)dir.” (Münevver Ayaşlı, İşittiklerim… Gördüklerim… Bildiklerim, İstanbul-1973 s: 3)

Tam bir Osmanlı Hanımefendisi olarak yaşamış olan merhume Münevver Ayaşlı’nın Vahideddin Han’ın İstanbul’u terk edişiyle ilgili bir hatırası:

Re’fet paşa, bir ara bize çok gelip giderdi. Hemen hemen her Pazar günü çaya gelir, akşam yemeğine kalır gece saat 11-12 sularında avdet eder (döner)di.

O zamanlar bu günkü gibi Boğaziçi’nde vasıta bolluğu yoktu. Çoğu zaman hava müsait ve deniz sakin olduğu akşamlar sandalla karşıya geçilirdi.

Sonraları, silah, ideal arkadaşı ve en yakın dostlarından Ali Fuad Cebesoy Paşa, Münakalat Vekili / Ulaştırma Bakanı olduğu zaman, sadece Re’fet Paşa’nın kolayca avdeti (dönmesi) için, Pazar günleri gece saat 11’de Boğaz’dan köprüye inen, bir vapur koy(dur)muştu.

Çok sübjektif, çok hislerine mağlup, çok enaniyetli, yani benliği olan Re’fet Paşa, bu beşeri zaafları yanı sıra, çok zeki, dünya görüşü kuvvetli iyi asker ve iyi kumandandı. Kendi deyişine göre: “Kumandan yetişmez, yetiştirilemez, insan kumandan doğar.” Derdi.

İstiklal Harbi’nde Dumlupınar’da ondan evvel Birinci Cihan Harbi’nde Gazze’de, iyi askerliğini ve kumandanlığını göstermişti. İyi ve talimli ANZAKLAR’ın karşısına (Re’fet Bey) yarı aç, yarı tok Mehmetçiklerle çıkıyor ve Anzaklar’ı püskürtüyordu.

Re’fet Paşa, yakın tarihimizin 50-60 senelik mes’elelerini ve hadiselerini iyi bilirdi. Hepsinin değilse bile, hemen bir çoğuna şahit olmuş, bir çoğunun da içinde bulunmuş, hadiselere karışmıştı.

İstiklal Harbi’nde ve Büyük Millet Meclisi Hükümeti zamanında, zirvede değilse bile, hemen ondan sonra gelen kademelerde yer almış, sırasıyla Kumandan, Vekil, hatta üç ay kadar Başvekillik bile etmişti.

Buna işaretle, kendisi “Ben Sadrazamlık etmiş insanım”, “Ben bin sene yaşamış insanım.” Derdi.

Ankara’dan işgal altındaki İstanbul’a gelen ilk Kumandan yine Re’fet Paşa idi. İstanbul Re’fet Paşa’yı nasıl karşılamıştı. Onu bir Allah, bir de o karşılamayı görenler bilir.

Yalnız Re’fet Paşa’nın İstanbul’a gelişinin, Sultan Vahideddin’in kaderi  üzerinde meş’um (uğursuz) tesirleri olmuştur. Daha Dolmabahçe’de ayağını İstanbul toprağına atar atmaz, kendisini Padişah namına selamlamaya gelen Yaveri (zannedersem Tevfik Paşazade Ali Nuri Bey olacak) Re’fet Paşa hiç de hoş karşılamıyor. Sonra, Padişah’la olan bütün temaslarında, Padişaha çok ürkütücü sözler söylediğini ve tavırlar takındığını yine kendisinden dinlemişimdir.

Hatta “Padişah’ın önünde ayak ayak üstüne attım ve koltuğa o kadar yaslandım ki, nerede ise pabucum Padişahın burnuna değecekti.” demiştir.

Ankara’nın tayin ettirdiği, Padişahın genç bir yaveri, zannedersem bir Deniz Subayı, gece geç vakit koşa koşa Re’fet Paşa’nın kaldığı Babıali’ye geliyor, telaş içinde ve ağlarcasına:

“Padişahı, İngilizler yarın sabah kaçırıyorlar!” demesine mukabil (karşılık), Re’fet Paşa:

 “Budala, ne üzülüyor, ne ağlıyorsun? Padişahı İngilizler kaçırırsa, Türk Milleti hiç bir gün, Vahideddin’in bu hareketini affetmeyecektir. Biz tutar ve yakalarsak, bu sefer, Millet bizi affetmeyecektir. Bırak gitsin, Vahideddin işimizi kolaylaştırıyor.” Demiştir.

Evet, mes’eleyi bildiği halde, bilmemezlikten gelmesi ve hiçbir harekete geçmemesi, İngilizler’in işini kolaylaştırmış(tır). (a.g.e. s: 7-8)

Sultan Vahideddin’in vatandan ayrılışında, ayrı ayrı zaviyeden, fakat aynı paralelde ve aynı görüşte iki kimse vardır. Re’fet Paşa ve o zamanlar İstanbul’da astığı astık, kestiği kestik İngiliz Polis Kuvvetleri Kumandanı Mister Benet. Geçelim…

Re’fet Paşa’yı Pazar ziyaretlerinde dinler, dinler, bıkmadan dinlerdik. Kendisi çok zeki, hafızası çok kuvvetli, hadiselere ve mes’elelere derin vukufu vardı ve bu hakimiyetle mes’eleleri hiç bilinmeyen taraflarıyla anlatıyor, yahut büsbütün başka ve şaşırtıcı bir zaviyeden izah ediyordu.

Ben, sanki başkalarını mahrum etme bahasına, harikulade bir konseri tek başıma dinliyormuş gibi üzüntü içinde, kendisinden rica ederdim:

“Paşam, ne olur, hatıratınızı yazsanıza, niçin yazmıyorsunuz? Bilinmeyen bir çok mes’elelerin iç yüzünü biliyor, karanlık kalmış hadiseleri aydınlatıyorsunuz. Bunların kapalı kalması ve bir gün şahitlerinin birer birer hayat sahnesinden çekilmeleriyle meçhul olarak kalması yazık değil mi?”

O zaman Re’fet Paşa susar, acı acı güler:

“Bu milletin her şeyi yıkılmış, bir İstiklal Harbi ayakta, hatıralarımı yazayım da, ONU da ben mi yıkayım?” derdi.

Günahı boynuna, verdiği cevap bu idi. Asıl sebep ne idi, bunu bilemiyoruz. Velhasıl, hatıratını yazmadan Re’fet Paşa da göçüp gitti.

Bir gün, rahmetli dostum Haluk Şehsuvaroğlu’na bunu hikaye ettiğimde, çok şaştı, ve:

“A! A! Bunlar söz birliği mi etmişler?”

“Bunlardan” kasdı, biri Re’fet Paşa, diğeri Rauf Bey (Orbay).

Merhum Rauf Bey de yakın tarihimizin devlerinden biri… Hamidiye Kahramanı, Başvekil, Büyükelçi, vesaire vesaire… Satırlar ve satırlar dolusu unvan, makam ve bunların içinde en mühimmi kendisinin üstün şahsiyetiyle Rauf Beyefendi.

Kendilerine de Haluk Şehsuvaroğlu, hatıralarını yazmaları için rica, hatta ısrar ettikçe, verdikleri cevap Re’fet Paşa’nın bana verdiği cevabın aynı oluyormuş.

Böylece, Hamidiye Kahramanı da kendisinden beklenilen hatıratı ve bir çok mes’eleleri aydınlatmadan göçüp gitti. (a. g. e. s: 9-10)

Re’fet Paşa’nın: “Bu Milletin her şeyi yıkılmış, bir İstiklal Harbi ayakta, hatıralarımı yazayım da, onu da ben mi yıkayım?” cevabı(nda); yazılanlar doğru olmakla birlikte, bir çok

hakikatlerin de olduğu gibi bırakıldığına telmih ve işaretler var.

Elbette hiçbir şey gizli kalmaz. Kalmıyor zaten. Günün birinde kendini açığa çıkarıyor. Nitekim, zaman en iyi müfessir / yorumcu ve gerçeği açığa çıkarıcıdır hükmü, bu yüzden verilmiş olsa gerek. Zamanla gizli kalan ve kalmış olan çok şey daha iyi anlaşılıyor.

Nasıl ki, dağın yamacında dağın heybet ve büyüklüğü temaşa edilemez / seyredilemez. Tüm şaşaasiyle görülemez. Ama uzaktan, bütün görkemiyle dağ görülebilir. Bunun gibi, olayların içindeyken de çok zaman gerçekler tam olarak anlaşılmayabilir. İçyüzüne nüfuz edilmeyebilir. Ama yıllar sonra olaya uzaktan bakanlar, gerçeği görmekte, o günleri yaşayanlardan daha şanslıdırlar. Tıpkı verdiğimiz dağ misalinde olduğu gibi.

İşte Re’fet Paşa, bu sözüyle, belki de gerçeklerin gelecekte anlaşılmasının daha yerinde olacağını söylemek istemiştir.

Nitekim öyle de olmuş; yakın tarihimiz bugün daha iyi aydınlanmış vaziyette. Gittikçe daha da anlaşılır hale gelmekte. Taşlar yerine oturmakta.