Bir Başka Açıdan Eğitim ve Öğretim

56

 

Eğitimin geçmişe, hâle ve geleceğe bakan yönleri var. Eğitimin insana, dünyaya, kâinâta, devlete, hikmete kısaca insanı ilgilendiren her şeye bakan tarafları var. “İnsanım, insanî olan hiçbir şey bana yabancı değil.” İfadesinde belirtildiği gibi, insanî olan her şey eğitimin   sâhasıdır.

Eğitimin konusu insandır. İnsan ise yaratılıştan medenîdir. Yalnız yaşayamaz. Meselâ bir ekmek için, çok ellere muhtaç. Üstelik en yakın çevresinden en uzağına kadar çeşitli ilişkiler,  iç içe daireler içinde. Aile, okul, toplum, şehir, memleket, yurt ve evren gibi.

Bunlar iki grupta toplanabilir: Yakın çevre / iç çevre / samîmî çevre ve Uzak çevre / dışçevre / resmî çevre. Bunlar arasında nasıl bir durumda olacak, nasıl davranacak? Çünkü insan ya idare eden veya edilendir. Her iki hâlde de nasıl bir çerçeve içinde hareket etmeli? Nereye kadar  aktif, faal olacak? Nereye kadar pasif  ve hareketsiz kalacak? Bunları bilmek zorunda.

Eğitimin konusu insandır. Çünkü her görevin başarısı insana bakar. Nitekim yüksek bir zât halka sorar: “Nasıl hizmet etmek istersiniz?” Kimi: “Ev dolusu para şartı”ndan, kimi: “Yol ve köprü yapmak”tan, kimi de: “Fakirlere yardım etmek”ten söz eder. Soruyu soran: “Hayır  hayır, hiçbiri değil der. Bana herşeyden önce adam lâzım adam.” Böylece her zaman ve her yerde hizmetin temelini yetişmiş elemanın teşkil ettiğini nazara verir.

İşte eğitim, toplumun temel taşları olacak insanların yetişmesini sağlar. Eskilerin “Kaht-ı Ricâl” yâni adam kıtlığı dedikleri yokluğu gidermeye  çalışır.

Eğitim, insanı ahlâk sâhibi yapmak için uğraşır. Burada iki ahlâk tipiyle karşılaşılıyor: Beşer ahlâkı ve İlâhî ahlâk. İnsanlığın ortaya çıkışından beri bu iki ahlâk akımı birbiriyle çekişmişler, birbirinin yerini almaya çalışmışlar. Bir bakıma Eğitim Tarihi, bu iki zümre faaliyetlerinin sergilenmesinden başka bir şey değil.

Eğitimin konusu insandır demiştik. Çünkü insan hayata dinleyici olarak başlar. Öğrenici olarak devam eder. Sonra öğretici olur. Fakat öğreticiyken de öğrenciliği devam eder. Daha doğrusu bu safhada insan; her üç vasfı da zaman zaman gösterir. Yâni insan bazen öğretici, bazen öğrenici, bazen de dinleyicidir.

Eğitim Tarihi, herkesin ihtiyaç duyduğu bir bilim dalı. İster istemez insan, hayatın bir devresinden sonra eğitici olmaktan kurtulamaz. En azından toplumda ya anne veya baba olarak yerini alacak, çocukların ilk eğiticisi olacaktır. Dolayısıyla bu bilgilere muhtaç.

Eğitim, insanı hayata hazırlar. Öyleyse, onu hayâta hazırlamakta yetki sahibi kim olmalı? İnsanın kendisi mi? Yoksa onu yapan mı? “Yapan bilir, bilen konuşur.” Hükmünce bu sâhada söz kime düşer? Treni yapan, ona rayı da döşemiş. Yâni yapılan, yapanın gösterdiği yolda varlığını sürdürebilmekte. İnsan da yapılan olduğuna göre, rotasını kendisi mi çizmeli, yoksa yapanın gösterdiği yolda mı gitmeli?

İşte Eğitim Tarihi, bu iki gidişatın tarih boyunca çizdiği grafiği gözler önüne serer.

Eğitimin konusu insandır. Herşey toplumda insan unsuruna dayanır. Çünkü toplumun temel taşı insandır. Nitekim: “Kanunlar ne kadar iyi olursa olsun, tatbik edenler kötüyse bir işe yaramaz. Kanunlar ne kadar kötü olursa olsun, uygulayanlar müspet ise, mes’ele yok.” Denmiştir.

Eğitim insanı tahlil eder, yâni çözmeye çalışır. Varlık sebebini araştırır. “İnsan niçin vardır?” sorusunu cevaplandırır. İnsan sırf yemek için yaratıldıysa, Fil kadar yiyemiyor! Dünya’ya sâdece yüzmek gayesiyle  getirilmişse, Balık gibi yüzemiyor! Cihan’a Uçmak amacıyla

469

gönderilmişse, Kartal daha iyi uçuyor. Bir araya gelmek zevki için yaşatılıyorsa, bu husûsta da Serçe kuşuna yetişemiyor!

Öyleyse niçin var edilmiştir insan? İşte Eğitimin ana konusu bu.

Eğitim bizlere, Şems-i Tebrizî’nin dile getirdiği ve olmasını temennî ettiği bir kimlik kazandırmak ister. Bir toplantıda herkes: “Şu âlim bunu dedi. O bilgin şunu söyledi.” Diyerek, birbirlerine lâf yetiştirmeye çabalarken; Şems-i Tebrizî, daha fazla dayanamaz ve oturduğu yerden doğrularak: “Daha ne zamâna kadar, o dedi bu dedi deyip de, kendinizden bir şey söylemeyeceksiniz? Sizin aklınız fikriniz yok mu?” der. Şüphesiz burada kasdedilen, öğrenilenin özümsenmesi, gıdanın kana karışarak vücûdun hayâtiyetini sağlaması gibi, bilginin de idrâk edilerek, şahsiyetin oluşmasında rol sâhibi olmasının istenmesidir.

İnsânın varlık sebebi öğrenmek. Eğitimin amacı da bu öğrenmeyi sağlamaktır. Çünkü, İnsân’ın Dünya’da var oluşunun başta gelen sebebi “öğrenici” olmak vasfıdır. Bu o kadar önemlidir ki, beşikten mezara kadar sürer. Ömür biter fakat “öğrenici” olma niteliği sona ermez. “Öğrenici” yâni öğrenci olması, insânın var oluş gâyesidir demiştik.

Evet nasıl ki, Hayvanlar Dünyâ’ya “öğretilmiş” olarak gönderiliyorlar. Ve ne üzere öğretilmişlerse, onu hemen yerine getiriyorlar ve bu hayâtları boyunca devâm edip gidiyor. İnsan ise öğretilmemiş, fakat öğrenmeye istidatlı ve kabiliyetli olarak Dünya’ya gönderiliyor. Demek ki, insanın asıl görevi öğrenmektir. Öğrenmeyen insan yaratılış gâyesini yerine getirmiyor demektir.

Eğitim, basîret gözünü açar. Çünkü basîretsiz gözün kıymeti yok. Basîret ise gerçeği kalben hissedip anlamaktır. Çünkü kalpte, eşyanın hakikatlerini bilen feraset yâni seziş yâni nâfiziyet / içe işleyiş merkezi var. Eğitim, kalpteki basîret mahallini / idrâk, anlama, kavrama yerini devreye sokar.

Akıl ampülse, kalpteki basîret merkezi ise elektriktir. Elektriksiz ampül bir şeye yaramadığı gibi, kalbin basiretini harekete geçiremeyen; ne kendisini ne de başkasını aydınlatabilir. Aklın ışığı kalpten gelmezse, akıl ampülü sönük kalır. Fikirlerimizin ışığı, kalpten gelen ışıkla karışmazsa karanlıktayız demektir.

Nasıl ki, gözde bir beyazlık var, fakat beyaz ve karanlık. İçinde bir siyahlık var. Ama ışıklı bir gece gibi. Bu olmazsa o göz bir şey göremez. Gözdeki beyazlık gibi olan fikir beyazlığı; gözdeki siyahlık gibi olan kalp siyahlığı ile bir arada bulunmazsa; ilim ve basîret olmaz. Kısaca kalpsiz akıl olmaz. Tıpkı cereyansız ampül aydınlatmadığı gibi. Yâni göz; yapılanı görüp de, basîret; yapanı görmezse; görmenin değer ve mânâsı kalmaz.

Demek ki göz maddeyi, basîret ise mânâyı görüyor. Meselâ kediye vurulduğunda; sopaya saldırır. Onu düşman bilir. Düşmanlığın sopayı tutandan geldiğini anlayamaz. Çünkü gözü var, basîreti yok. Zira göz ampülü kalpten ışık almamakta. İnsan da baktığı hâlde görmüyorsa; insanlığın dört  mertebesinden; yâni bitki, hayvan, insan ve inançlı insan tabakalarından biri olan hayvanlıkta kalmış olup, insanlık derecesine yükselememiş demektir.

İşte eğitim, yeni bir şey göstermiyor. Fakat görüleni idrâk ettiren / algılatan bir fonksiyon icra ediyor. Böylece görmekle öğrenim, anlamakla eğitim sâhibi olunur. Öğrenim tek başına mümkün, eğitim kendi kendine imkânsız. Öğrenimde göze, eğitimde rehbere muhtâçlık söz konusu. İşte bunu eğitim kurumları sağlar. Onun için eğitim, ince bir san’attır. Yaratılıştan medenî yâni toplu yaşamak zorunda olan insan eğitilmeli ki, toplum ilişkileri tabiî seyrinde yürüsün. Toplum dengeli ve oturaklı bir hâl alsın.

Eğitim insanı mutlu kılmak içindir. İnsan rûhunda emânet olarak ekilen sayısız tohumları

sulamak ve geliştirmek için, insanı eğitim ile yükümlü tutmak gerek. Tohum-Toprak, İnsan-Eğitim ilişkilerinde bunun somut örnekleri görülebilir. Tohumun toprakta çatlayıp gelişmesi,

470

sonra toprak yüzüne çıkması neyse, insanın da eğitim toprağında çatlayarak toplum yüzüne

çıkması aynı şey.

Tohumun bitki olarak canlı kalması, toprakla ilişkisini kesmemesine bağlı olduğu gibi, insanın da insanlık vasfını sürdürmesi eğitime uzak kalmamasıyla mümkün. Zaten beşikten mezâra ilmin gerekli oluşu bu yüzden değil mi? Eğer eğitim olmasaydı, rûhlardaki o tohumlar  gelişemezdi.

Evet, insanın hâllerine dikkatle bakılırsa görülür ki, rûhun mânen ilerlemesini, vicdânın gelişmesini, akıl ve fikrin açılıp yükselmesini aşılayan ve ortaya çıkaran eğitimdir. Hayat veren ise büyük ve yüksek rûhlu eğitimciler, ilhâm eden ise inançlardır.

Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvânlık düzeyinde kalacaktı. İnsândaki bu kadar  vicdânî erdemler ve güzel ahlâk tamamen yok olacaktı. Demek ki, insanlar curufla / toprakla karışık cevherler olup, ancak eğitim fabrikasında tasfiye ve tesviye olunmaya muhtaçtırlar.

Eğitimde terbiye ve ilim birbirinden ayrılmaz. İnsânı erdemliğe götürmeyen soyut bilgi, eğitim ve irfân sayılmaz. İlim aynı zamânda mürşit / irşât edici yâni yol gösterici olmalı. Çünkü gerçek bilgi ve eğitimde, mutlaka irşât yâni eğitmek de vardır. Bir bakıma mâlûmât, ilim demek değildir. Çünkü ilim çok şey bilmek değil, az bildiğini çok iyi bilmek ve anlamaktır.

Aslında ilim; anlamak, fehmetmek, idrâk etmektir. Zira çok bilen var ki, bildiğini anlamış değil. Tıpkı bakıp da görmeyen, duyup da işitmeyen misâli. Unutmayalım ki, balı tatmak, görmenin gayrıdır.

Eğitimden asıl amaç; insânın bizzât kendisidir. Bu hakîkati Yûnus Emre ne güzel ifâde etmiş:

 

“İlim ilim bilmektir. İlim kendin bilmektir.

Sen kendini bilmezsin! Ya (bu) niçe (nasıl) okumaktır?

 

Okumaktan ma’nî (mânâ) ne? Kişi Hakk’ı bilmektir

Çün (çünkü) okudun bilmezsin! Hâ bir kuru emektir.”

 

Yine eğitimden maksat, insanın kendinden kendine giden yolun farkına varması, onu açmasıdır. Bu gerçek de Yûnus Emre’de, özlü bir şekilde ifâdesini bulmuş:

 

“Süleyman Kuş dili  bilir dediler

Süleyman var  Süleymandan içeri.”

 

Eğitimden amaç, Balık ikrâm etmek değil, Balık tutmasını öğretmek olmalı. Çünkü Balık; İnsânı bir kere, Balık Tutmak ise hayât boyu doyurur.

Evren-Göz-Eğitim arasında üçlü bir işbirliği var. Eğitim ışık gibidir. Duvar olacak taşlar için harç ne ise, evren ile göz arasındaki harç olan eğitim de odur.

Eğitim insâna, istediğini gösterecek gözlük takmasını sağlar. Toprağa bakan, taktığı gözlüğe göre farklı şeyler görür. Aynı yere bakan biyolog, jeolog ve kimyager ayrı ayrı şeyler görür. Her gözlükten nasîbi olan ise her şeyi görür. İnsan, her şey arasında bir şeyi çok görmek isterse, bunu ancak eğitim sağlar. Yâni insân, ancak eğitimle ihtisaslaşır, uzmanlaşır.

Kısacası eğitim; insânı bakıp da görmezlikten, duyup da işitmezlikten, bilip de anlamazlıktan kurtarır.

 

471- 473

 

 

Önceki İçerikBir Garip Öldü Diyeler…
Sonraki İçerikAydınlar Ocakları 38. Şurası
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.