Atları da Vururlar!

133

1930’ların Amerika’sı; işsizliğin
yolsuzluğun ve vahşi kapitalizmin bütün vahşetiyle hüküm sürdüğü yıllar!
İnsanlar yoksulluk ve sefalet içinde kıvranırken, ülkenin kaymağını yiyen bir
gurup azınlık, çılgınca partiler düzenleyerek sefalet içindeki insanları
zevklerine alet ediyorlar. İşte yazımın başlığı, ABD’li yazar Horace McCoy’un
romanın isminden alıntı. Horace McCoy bu romanında, çılgınca bir dans
partisinin serüvenini anlatıyor. Bu serüvende dans yarışmasına katılan çiftler,
arenada çarpışan gladyatörler gibi yarışmanın ödülünü kazanmak için bütün ahlâk
kurallarını çiğneyerek neredeyse birbirlerini boğazlıyorlar.

Ortadoğu’nun petrol yönünden en
zengin ülkelerinden İran. Yoksulluk ve sefalet orada da 1930’ların Amerika’sını
aratmıyor. İnsanlar idare lambasında yakacakları bir litre gaz yağı almak için
saatlerce kuyrukta bekleşirken, sarayın etrafındaki mutlu azınlık, zevk ve sefa
içerisinde gönlerini gün ediyorlar. Mollalar ve halk, 1964 yılında Fransa’ya
sürülen Ruhullah Humeyni etrafında birleşiyor ve halkın baskısına dayanamayan
Şah Muhammed Rıza Pehlevi, 16 Ocak 1979’da hanedanıyla birlikte ülkeyi terk
etmek durumunda kalıyor.

İşte “Atları da Vururlar” romanından(daha sonra filmleri de çevrildi) ve
İran Şahı’nın ülkeyi terk etmesinden esinlenen Tiyatro sanatçısı Ferhan Şensoy, 1982 yılında “Şahları da Vururlar” isimli tiyatro eserini
sahneye koydu. Sahnede sergilenen oyunun içeriği, kâh İran’dak gelişmeleri kâh
Türkiye’deki adaletsizlikleri ve ekonomik uçurumu mizahi bir dille seyircinin
önünde sergileyen sanatçı, muktedirlerin rahatını bozmuş olacak ki oyun, Şan
Tiyatrosunda sergilendiği anda salon yakılıyor.

Aslında bu yakın tarihteki
olayları hatırlatmamdaki sebep, geleceğe ışık tutmak içindir. İster Şah olun,
ister padişah bilinmelidir ki zulümle abad olunmaz. Her şeyin bir sonu olduğu
gibi, iktidardaki muktedirlerin de bir sonu mutlaka olacaktır.

Geçmişteki olaylardan ders
çıkaranlar, anayasa çerçevesinde ülke ekonomisi, hukuku ve siyasal yapısını
adalet ölçüsünde yönetmeğe gayret etmişlerdir, etmeyenlerden de hesabı
sorulmuştur. Ama son kırk yılın gelmiş geçmiş hükümetlerine bakacak olursak, özellikle
son yıllarda “Nepotizm” eş dost
kayırmacılığı, had safhaya ulaşmıştır. Aslında işin aslı; şu anda iktidar
erkini elinde bulunduranlar, en büyük kötülüğü kendi yakın çevrelerine yapmaktadırlar.

Düşünün Özal dönemindeki
“Papatyaları” ve yakın çevresini. Saltanatları hiç sona ermeyecekmiş gibi adeta
1980’li yıların “Lale Devrini” yaşayanlar, acaba şimdi haldeler?

Milletin bunca fakirliğine,
işsizliğine rağmen yandaş belediyelere bakın, eşten, dosttan yakın akrabadan
geçilmiyor. Üniversite ve bakanlıklar ha keza; adam üniversiteye rektör olmuş
sanki babasının çiftliğiymiş gibi kariyerine, liyakatine bakmadan karısı, kızı,
baldız, damat enişte bütün akraba-yı talûkat ne varsa üniversitenin çeşitli
kademelerine hiç çekinmeden atayabiliyor.

Türkiye’den umudunu tamamen
yitirmiş, yüksekokulunu bitiren genç işsizlerin(sayıları %30’ları tavan yapmış)
gözleri hep dışarıda, yurtdışına gitme planları yapıyorlar. Yazık değil mi
bunca emek verilmiş beyin göçü israfına, bir üniversiteyi bitirmiş öğrencinin
Türkiye Cumhuriyetine maliyeti ne kadar?

Peki ama bu gün yağma Hasanın
böreği gibi devletin bütün kurumlarını bir bir eşe dosta peşkeş çekenler, yarın
bir iktidar değişikliğinde nelerin olabileceğini hiç akıllarına getirmezler mi?
İstanbul ve Ankara Büyükşehir belediyelerinde geçmiş zamanlarda işe alımlardaki
usulsüzlük ve yolsuzlukları ibretle izlemekteyiz.

Yukarıdaki saydıklarım sadece
basına yansıyan bilindik olaylar, ya bilinmeyenler, ya aysbergin su altındaki
görünmeyen yüzü?