Yenilenen İnsan

79

 

İnsanın hem şahsı, hem âlemi yâni hem bedeni hem de manevî âlemi, yâni iç âlemi, aynı zamanda içinde bulunduğu sosyal âlemi, dış dünyası her zaman yenilenmektedir. Bunun için her zaman insan; inancını yenilemeye muhtaçtır.

Çünkü her bir fert ve bireyin mânen çok fertleri var. Ömür seneleri sayısınca başka birer fert sayılır. Ömrün belki günleri sayısınca başka birer fert addedilir. Hattâ hayatın saatleri sayısınca başka birer fert hükmündedir.

Çünkü zaman altına girdiği için, o tek bir fert, bir model hükmüne geçer. Her gün başka bir fert şeklini giyer. Nasıl ki model veya manken olan kimseye elbiselerin biri giydirilir, biri çıkarılır. Her an farklı bir giysi içinde görülür. Âdeta o kimse, her giydiği elbise ile ayrı bir şahsiyete bürünmüş, ayrı bir âleme girmiş olur.

Hem, insanda bu sayısız şekle girme hâli, hem de insanda bu sayısız yenilenme şekli var. Meselâ kalbimizi düşünecek olursak, kalbin mânası değişmektir. Kalbimiz iki türlü değişim ve değişikliğin kaynağı ve sebebidir. Nitekim değiştirilmiş, sahtesi yapılmış paraya kalp para demez miyiz?

Kalbimiz her atışında, bütün vücudumuza yeni ve yeniden kan püskürtmekte. Böylece hücrelerimiz yeni ve taze kanla, her an hayat bulmakta, var oluşları tazelenmekte. Âdeta yenilenmektedir. Her kalb atışı yeniden var oluşun, var olmak isteyişin âdeta top atışları gibidir.

Sanki bu atış, bu dağıtış, bu yayışla yeni bir dünyanın kapısını da çalmış oluyoruz. Maddî varlığımızın var oluş ilânları hükmünde, her kalb atışımız, her kalb atışı; Big Bang’ın yâni Allah’ın kâinatı def’aten yâni birden ve bir kerede fakat zamanla gelişmek ve inkişaf edecek şekilde yaratışının sanki birerkopyası hükmündedir.

Nasıl ki Big Bang’la def’î, âni patlamayla kâinat doğdu ve safha safha genişleyerek bugünlere geldi. Ve âyetle sâbittir ki, her an Allah kâinatı genişletmektedir. Bunun ilmen de farkına varılmıştır. Aynen bunun gibi, her kalb atışımız âdeta bu ilk yaratılış, hayatın yayılış ânının, her insanda, her an tekrarlanmasından başka bir şey değil.

Gerçekten her kalb atışımızda; kanımız halka halka, vücudun en ücra köşelerine kadar ulaşmakta, bedenin her yeri hayat kaynağından nasîbini almakta, var oluşu bu şekilde yenileyip durmakla, hayatın devamı sağlanmış olmaktadır.

Kalbin bu maddî yapımızı ayakta tutan yönü yanında, bir de manevî yapımızı ayakta tutan tarafı var. Kalbimiz Allah’ın manevî tecellîlerinin de arşı, meydanı. Aynı zamanda kendimizi şöyle bir yoklasak, her an kalbimize sağnak sağnak ilhamlar yağdığına şahit olur; kalbimize her an çeşit çeşit ilhamlar geldiğine tanık oluruz.

Nitekim gönlümüzden neler neler geçmekte olduğunu hepimiz bilir, anlarız. Demek ki kalbimiz; bir de bu çeşit değişiklikler içinde durmadan hayat yolunda mânen ilerler.

Bu şekilde kalbimizden her şeye bir pencere açılır. Böylece tefekkür ve düşünce dünyasına dalar, tezekkür ve zikir dilimiz açılır, tasavvur dünyamız görünür. Tahayyül ve hayâl âlemimiz kendini belli eder. Ve bu sahneler her daim değişir.

Velhasıl gönlün dolması muhal ve imkânsız. Fakat hep dolması gereken bitmez tükenmez bir hazinenin merkezi olarak, insana sonsuz hizmetler ifa eder. İşte kalbimiz hep değişmekte, böylece her an yeni ve başka bir pencere hâlini alarak; bize unutulmaz görüntüler, manzaralar sunar da sunar.

957

Bunun gibi, insanın vatan tuttuğu âlem de seyyar ve gezgindir. Yerinde durmuyor. O gider, başkası yerine gelir. Nitekim bildiğiniz gibi, Dünya kendi etrafında dönüyor. Uydusu olan Ay’ı da birlikte sürüklüyor. Aynı zamanda Güneş’in etrafında bir yörüngede dönüyor. Güneş de uyduları olan Gezegenlerle hareket hâlinde.

Demek ki ne Dünya, şu anda bir saniye önceki yerinde, ne de Güneş Gezegenleri ile bir saniye önceki konumunda. Her an  ayrı bir mekâna doğuş var. Böylece mekân bakımından da anlıyor ve görüyoruz ki, “Eski hâl muhâl ve imkânsız. Ya yeni hâl veya izmihlâl yâni yok oluş.” Velhasıl hep hâlden hâle geçiş ve daima yeni bir durum alış var.

İnsan, her gün yeni akımlar, yeni cereyanlar, yeni düşüncelerle karşılaşıyor. İster istemez etkileniyor. Duygulanıyor. Her gün  başka bir âlemin kapısından içeri girdiğini hissediyor âdeta. Her gün kendisine yeni bir kapı açılıyor. Ya da her gün kendisi yeni bir âlemin kapısını aralıyor.

İman ve inanç ise; hem o şahıstaki her ferdin hayat nûru, hem de hayat ışığıdır. Çünkü iman; hem nur, hem kuvvettir. Hem iç âlemimizi, hem de dış dünyamızı aydınlatır. Yâni manevî mes’elelerimizi yerli yerine oturtur. Meçhuliyet ve bilinmezlikten kurtarır. Geleceğimizde neler olacağını bilmemizi sağlar.

Hem de dış dünyamızda karşılaşacağımız her türlü problemi; ne şekilde çözmemiz gerektiğini bize gösterir. Böylece hayata dayanma gücü kazanırız ki bu, iman ve inancın aynı zamanda kuvvet olduğunun da bir göstergesidir.

Hem girdiği âlemin ışığıdır. Çünkü iman, aklın yürümesi gereken yolu aydınlatır. “La ilahe illallah.” Yâni: “Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.” Düstur ve prensibi ise, o nuru açar bir anahtardır.

Büyükler derler ki: Ne bir saniye önceye dal, ne de bir saniye sonrayı düşün. Çünkü bir saniye önce; geçti. Bir saniye sonranın geleceği ise meçhul. Eğer geçmiş ve gelecekle oyalanırsan, elindeki ân da mâzi olacak. Onu değerlendirememiş olacaksın.

Bunun içindir ki, eskiler ibnü’l-vakt yani vaktin oğlu ol derler. Bu ânı, içinde bulunduğun ânı yaşa derler. Hem zâten hayatımız bir sâniyelik anlardan ibaret! Allah bizi her ân yaratmakta. Allah’ın Kıyamı ve Hay ismi bizde her ân tecellî etmekte, görünmekte ve üstümüzde yansımakta.

Biz de böylece hayy  ve diri oluşumuzu farketmiş oluruz. Evet ömrümüz tek tek hep yeniden yaratılan ânlardan ibaret. Ama biz devamlı, kesintisiz ve bir bütün olarak görüyoruz.

Bu şuna benzer aziz okur: Ucunda nokta gibi ateş olan bir çubuğu hızla daire çizecek şekilde çevirirsek; ateşten bir çember görüntüsü elde ederiz. Bir bütün olarak görünen bu ateş çemberi; aslında sayısız ateşten noktaların bir araya gelmesinden oluşan âdeta bir göz yanılgısından ibaret.

O kadar hızlı çeviririz ki, gözümüz birini algılarken, hemen yerine bir başkası gelir. Böylece biz ayrı ayrı ateş parçalarını bir bütün olarak görürüz. Aynen bunun gibi Allah da her an yaratmakta. Yaratılış hızına ayak uyduramayan bizler; ateş ânlarından oluşan hayat çemberini bir bütün olarak görmüş. Hayatımızın kesintisiz ve devamlı oluş sürecini böylece edinmiş oluruz.

Hayatımızın akışı bu şekilde bir devamlılık arz ederken; kalbimize  art  arda gelen ilham yağışları da; bizleri mânen hâlden hâle sokar. Aynı zamanda dışımızdaki manevî çevreden; bin türlü doğru – yanlış fikirlere de hedef oluruz.

Doğrularla yanlışlar, güzellerle çirkinler, iyilerle kötüler iç âlemimizde kıyasıya bir mübarezeye girişirler. Kıyasıya bir münakaşa ve çekişme hâli arz ederler. Şek ve şüphe mızraklarıyla iman ve inanç kalemizi yıkmaya çalışırlar.

958

En azından yıpratırlar, ele geçiremeseler bile, surda gedik açabilirler. İman ve inanç kalemizi müdafaasız ve savunmasız bir hâle getirebilirler.  İşte bu vahim ve tehlikeli durumlarda herhangi bir yara almamak için, imanımızı ve inancımızı yenilemeye, imanımızı hatırlamaya, vahyin ışığıyla küfür karanlıklarını dağıtmaya daima ihtiyaç duyarız.

Manen takviye almaya her zaman muhtaç oluruz. Ki, dayanabilelim. Şeytan’ın tuzaklarına, nefsin aldatmalarına düşmeyelim. Nasıl ki ihtiyaç  tekerrür ettikçe, tekrarlandıkça lezzet ziyadeleşir, artar. Aynen onun gibi bizler de iman ve inanç ışığına her zaman ihtiyaç duyarız.

Nasıl ki karanlıkta ne el tutacak yer bulabilir, ne ayak atacak yer görebilir, ne de göz bir şeye nazar edebilir. Işık, ziya ve nur hükmünde olan iman bakışından mahrum bir bakış, gereği gibi göremez. Uzanan el, sağlam bir şekilde tutamaz. Atılan ayak doğru dürüst yürüyemez.

Çünkü karanlıktadır. Nasıl ki ışıksız göz göremezse, iman ve inanç ışığından yoksun akıl da gereği gibi adım atamaz. Çünkü önünü görememektedir.

İşte iman ve inancın yenilenmesi, yâni hatırlanması, her konuda çizdiği çerçevenin göz önünde tutulması, her sabah üstümüze doğan Güneş misali, bizim her hareketimizi tam yerli yerinde ve daha doğru olarak yapmamızı sağlar.

 

959 – 960

 

 

Önceki İçerikHicret Günahları Terketmektir
Sonraki İçerikTürkiye’nin Gürcü Sorunu!
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.