“Filin Saçı Var mı?”

118

 

Bu hafta EDULEARN13 konferansında sunum yapmak üzereBarcelona’daydım.

Konferansın kapsamı eğitim üzerine olduğu için, açılış konuşmaları da eğitim ve özellikle üniversite eğitiminin niteliğine dairdi.

Organizasyon komitesinde bulunan  Antonio García Ricós, konuşmasında üniversite mezunu olmayan/olamayan ama dünya piyasalarında yenilikçi tasarımlarıyla isim olmayı başarmış Steve Jobs, Mark Elliot Zuckerberg gibi isimlerden hareketle “üniversitelerde farklı düşünceye dair ne veriyoruz?” sorusunu ortaya koyarken aklıma bir örnek geldi:

Harvard Üniversitesi Genetik Kompleks Hastalıklar Bölüm Başkanı Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil Vehbi Koç Vakfı tarafından düzenlenen ödül töreninde yaptığı konuşmada “filin saçı var mı?” sorusundan hareketle filin saçlarının diğer tüm memelilerden farklı olarak bedenin soğumasına yaradığını tespit eden Princeton’daki bir lisans öğrencisinin hikayesinden bahsetmiş. Bu keşif, aşırı sıcaklarda kullanabilecek askeri ve sivil uygulamaları olan özgür bir malzeme üretiminde kullanılmak üzere lisanslanmış ve üretime geçerek Cambridge‘de bunu üreten firma 375 milyon dolara satılmış. (http://ekonomi.milliyet.com.tr/bilimde-kodlari-degistiren-dahi-turk-e-buyuk-odul/ekonomi/ekonomidetay/27.02.2013/1673905/default.htm)

Biri size “filin saçı var mı?” diye sorsa ilk tepkiniz ne olurdu?

Veya kaç tane üniversitemiz böyle bir soru soran, hem de bir lisans öğrencisinin, projesini desteklemek için maddî yatırım yapar?

Sonra aklıma, ilahiyat fakültelerinde din felsefesi ve kelam gibi “düşünmeye” sevkeden bir takım derslerin kaldırılmasını insanların dindarlığının hatta Müslümanlığının korunması için gerekli gören bazı hocalar geldi.

Hatırlarsanız İslam aleminin ilerleme sorununun nedenlerinden bahsederken soru sormanın önemine değinmiştim.

Soru sormak aynı zamanda düşünmek demektir.

Düşünmenin önüne engel çekerseniz Allah’ın verdiği en önemli nimetin işlevine de mani olursunuz.

Yani aklın.

O nimet ki insanın dininin olması dahi ona bağlanmıştır.

Çünkü Allah’ın gönderdiğini anlayacak olan da odur.

O halde onun işlemesine ve üretmesine vesile olacak kurumların onu köreltmesi doğru mudur?

Aslında sorun üniversitelerde değil, sorun bizlerde.

Zira kurumları yönetenler de insanlardır.

Tarihî açıdan bakıldığında kurumsallaşma ile birlikte artık o kurumun ortaya çıkmasına neden olan fikrî yapının veya özgürlüğün korunmasından çok, kurumun korunmasına yönelik tedbirlerin alınmaya başlandığı ve dolayısıyla “tutuculuğun” kurumsallaşmanın bir yan etkisi olabildiği görülür.

İşte sorun da tam burada başlıyor.

Çünkü kurumun korunması adına farklı düşünceler birer tehdit olarak algılanmaya başlanırsa statüko kaçınılmaz olacaktır.

Bunun neticesinde ise ilerleme beklenemez.

İlerleme farklı düşüncelere mani olarak değil, onlara zemin hazırlayıp değişimi yakalayarak hatta değişimin öncüsü olarak gerçekleşebilir.

Dolayısıyla üniversiteler “bilinen yoldan gitmenin” güvenliğini savunmak yerine “bilinmeyene ulaşmanın farklı yollarını elde etmeye” teşvik etmedikçe, yani soru sordurmadıkça kendi varlıkları da sorgulanır hale gelecektir ki tarih bu sürecin sonunda ayakta kalabilen pek fazla kurum örneği vermiyor bize…