Ne biz ne de İslâm Âlemi, İslâm’a lâyık doğruluğu tam olarak yaşıyamadık, yaşıyamıyoruz. Ne biz, ne de İslâm Âlemi, doğru olan İslâmiyeti gereği şekilde tam olarak gösteremedik, gösteremiyoruz!
Bunda hem biz müslümanlar suçlu. Bunda hem de İslâm Âlemi suçlu. Bunda aynı zamanda İslâm’a ve İslâm Âlemi’ne yüzeysel bir bakışla, sathî bir nazarla bakan Batı insanı ve Batı Dünyası kusurlu.
Çünkü ne biz İslâm ahlâkını yaşayışımızla tam olarak gösterebildik. Ne de Batı, genellikle bizzat kendileri kaynağa inmek zahmetine katlandı. Ne de doğru dürüst İslâmı öğrenmek istedi.
Elbette öğrenmek demek, ille de kabul etmek demek değildi. Buna rağmen Batı, bu konuda pasif, gevşek ve isteksiz davrandı. Böylece ortada bir kör döğüşten başka bir şey kalmadı.
Ortada İslâmı yanlış yorumlayan müslümanların, yanlış yorum tarzı ve bundan çıkan yanlış anlama ve uygulamalar var. Ortada Batılı insanın yer ve zaman mefhum ve kavramından uzak, sathî ve yüzeysel bir bakışla, İslâmı yanlış yere oturtarak yanlış yorumlayışı, yanlış algılayışı ve yanlış bakışı var. Al birini, vur ötekine.
Kimse yani iki taraf da, nefsü’l-emirde yani işin aslında ne var ne yok diye düşünmüyor. Dinde hassas olunuyor, fakat muhakemeli ve akıllıca davranılmıyor. Örnek mi istersiniz? İşte Cezayir’de yapılanlar. Bir zamanlar ve hâlen Mısır’da yaşananlar. İran’da olup bitenler. Son olarak Filistinli kardeşlerimizin haklı dâvalarına terörden medet umması. Güzelim İslâmı teröre bulaştırması. Ya bizde, en güzel İslâmî isimleri terörle eş mânada kullanmaları. İslâm’da olmayan vahşeti sergilemelerine ne demeli?
Oysa İslâm’ın aslı, rûhu ve özü dipdiri ve canlı olarak meydanda. Hem klasik eserlerde, hem de şu anda mevcut kitaplarda apaçık ortada durmakta. Doğu ve Batı’dan, kendilerinin farkına varılmasını beklemekte.
Bu eserler, özellikle kesbî yani özel ve resmî eğitim kurumlarında öğrenim görmüş âlimlerin değil, vehbî yani aynı zamanda Allah katından ilim ilham edilmiş bilginlerin tarih boyunca ortaya koyduğu ve tazeliğinden hiçbir şey kaybetmemiş bulunan eserlerdir.
Yûnusların, Mevlânaların, Gazalîlerin ve bu gibi seçkin kişilerin eserleri bu çeşitten kitaplardandır. Bunların sonuncusu ise Bediüzzaman’ın ortaya koymuş olduğu, tamamı altı bin sayfa tutan Risale-i Nûr Külliyatı’dır.
Bu eserlerde dünyevî ve uhrevî her mes’ele; akîde açısından sunulmuş. Her sorun, inanç çerçevesinde, en açık biçimde ortaya konmuş, her konuda İslâmî bakış açısı güneş gibi zamanımıza doğmuştur. Hem geçmiş zamanların karanlık taraflarını aydınlatmakta, hem de günümüz problemlerini çözecek prensipleri içermekte, üstelik gelecek için atılacak adımların rotasını da önümüze sermektedir.
Bu durumda Batı ve Doğu dünyası şu beytin kapsamı içinde en güzel ifadesini bulmaktadır.
“Ol mâhiler ki, derya içredir, deryayı bilmezler.”
Yani o balıklar ki, su içindedirler, fakat suyu bilmezler. Çünkü sudan başka bir şey yok ki, görsünler de farkına varsınlar. Ama asıl basîret, ortada olup da ünsiyet, ülfet ve alışkanlık belâsının perde olmasıyla görünmeyeni görmek, bilinmeyeni bilmektir.
Çünkü zuhûrunun şiddetinden gizlenmiştir âdeta. Denizdeki suyun her tarafı kuşatması, kaplaması, nasıl suyun içindekiler için; gizlenmesini, bilinmezliğini, meçhuliyetini sağlıyorsa, İslam güneşinin varlığı da gözleri kamaştırdığından, gözler kör olmuştur onu görmekte. Kulaklar sağır olmuştur onu işitmekte. Anlayışlar kıt olmuştur onu anlamakta.
Öyleyse önce İslâm’ın asıl gerçeğinin farkına varalım. O’nun rûhuna, özüne inelim, hakikati bizzat kaynağından, asıl kaynağı aksettiren vehbî yani eğitimine ek olarak Allah vergisi ilime de kavuşturulmuş olan ve ilhama mazhar olmuş büyük zâtların eserlerinden, İslâm gerçeğini bir güzel öğrenip kavrıyalım.
İşte asıl inkılâp, asıl değişim, asıl gerçek ne imiş. İşte asıl o zaman anlaşılacak. Doğu da Batı da gerçeğin tadını damaklarında, işte asıl o zaman hissedecektir.
İşte asıl bu rûhu gerçekleştireceği içindir ki denilmiş:
“Din (yani İslâmiyet) hayatın hayatı, hem rûhu hem esası
İhya-yı din ile olur, bu milletin (ve bütün insanların) ihyası.”