Necip Fazıl Vakit’te başlıyor gazeteciliğe ve ilk röportajından “hürmetlice” bir para alıyor. Ardından yaklaşık bir asır sonrasının gazeteciliğini düşünüyor, 2000 yılında Babıali nasıl olacak?
Hatıralarından notlarla, Necip Fazıl Kısakürek’e göre; gazete ve gazetecilerin Başkenti Babıali kısık bir cebanet ve daima asliyetten, halisiyetten, tefekküriyetten ve samimiyetten mahrumdur. Babıali vahşileri kadından da anlamaz. Rejime köle bir matbuat var. Düşünme ve söyleme hakkı , ancak rejimin düşündüğünü düşünme ve söylediğini söyleme kaydıyla temsil edilebilir. Babıali ahlakı ise vecd ve iman kaybının panayır yerinde nasıl bir ahlak tablosu şekillenirse, sadakatle onu çizmektedir. Sahibinin Sesi markası yani.
Babıali, eser vermeyen ve eserinin vecdini yaşamayan küçük yaradılışların, ancak dedikodu ve birbirini yeme planında hayat gösterebildiği sefil cümbüş planıdır. Türkiye’de Babıali tepesini ele geçirmekle zafer kazanılabilinir. Babıali hakikatsizlik ve samimiyetsizlik tirajını 600 binden alıp, sıfır altı 600 milyona indirmeyi hiç ihmal ettirmemiştir.
Necip Fazıl İktisat Vekili Celal Bayar’a İş Bankası’nın bir senelik ilanı karşılığında Ağaç’ı yayınlayacağını söylüyor. Tevfik İleri’den sonra üçüncü himaye eli de Adnan Menderes’ten uzanıyor. İşte bunlardan sonra Babıali Kanalizasyonu’ndaki necaset denizinde 36 yıl çırpınmaya razı oluyor!. Ethem İzzet Benice’nin adına başmakaleleri yazıyor. Çünkü Babıali’nin bütün başmuharrirleri kara cahil insanlardır!. Başmuharrir denilen tipin bütün meziyeti kasasında üç-beş kuruştan ibaret Bakkal Bodos’tan kültür ve idrakçe farksızdır.
Babıali üç kamptır; hava civacılar, muhteris köleler ve dirilişsiz ölüm davetçileri. Babıali fikir ve fikirsizlik piyasası değil, doğrudan doğruya karaborsacılık pazarı. Ticari Babıali ile fikri Babıali birbirine tam uygun. Tutuklu zevcesi Neslihan Hanım’ın kürk mantosunu rehine götürdüğü, fakat kabul ettiremediği, ancak Maraşlı bir pirinç tüccarının yardımıyla yayınlanabilen Büyük Doğu’da bomba gibi patlayan bir anket; Allah’a inanıyor musunuz? İşte Babıali’nin röntgen filmi.
15 binin üzerinde basılan Büyük Doğu’nun ilk sayısı yırtık ve yağlı nüshalarına kadar satılıyor. Mahut parti ve Babıali ayağa kalkıyor: İrtica hortluyor dikkat!. Babıali’de yüzde yüz olmayan ihlas ve samimiyet var. Örfi İdare Büyük Doğu’yu kapatıyor. Anadolu bayilerinden alacağı bir köşke tekabül ediyor. Ancak kapalı dergiye borç ödemek adetten değildir!.
Babıali bir remzdir ve Çemişgezek’te bir fikir kımıldanışı olsa, yaşanacağı ve palamar atacağı rıhtım Babıali’dir. Babıali’nin acımasızlık yokuşundan inen Büyük Doğu’da, orkestranın şefi, 1.keman, flütü, boru, davulcu, zilci, hatta çalgıcıların oturulacak yerlerinin süpürücüsü de Necip Fazıl’dır. Akbaba’ya götürdüğü reklamın karşılı %25 komisyonu da alamaz. Abidin Dino O’na bir defasında esrar çektirmiştir.
Partiler de gazete, dergi ve kitaplar gibi mekan ölçülerini Babıali’de ararlar. Nuru kaybetme devriyle, maya tutmaya başlayan Babıali bugün fikirde yetiştirdiği ilk sahtelerden sonra dünyanın kanını verseniz kurtaramayacağınız bir lösemi (kan kanseri) çekmektedir. Babıali, son çeyrek asır içinde deri ve kemik değiştirmiş ve işi kalpazanlıktan fuhuş simsarlığına, kaba heyecan esnaflığına ve renk bohçacılığına dökmüştür.
Menfi bile olmaktan aciz ve keyfiyet cevherinden mahrum biçarelerin kuluçka yatağı Babıali’de bir gün zuhur olur da büyük çapta bir kafa peydahlanırsa, ne yapıp yapıp kendi fikir dölünü yetiştirmek ve sonrasında Babıali’yi yıkmak mecburiyetindedir.
Sedat Simavi Necip Fazıl’ın bir şiirini yayınlayınca 30 gün geçinebileceği bir telif ödüyor ve sonrasında diyor ki “Göreceksin fikri idam edeceğim. Sadece resim ve göze hitap. Yazıya göre resim değil, resime göre yazı!.”
Fikirde sefil Babıali Millet Meclisi’nin çoğunluğa dayalı hükümeti demektir. Sefil ve rezil çöp tenekesi unsurlarını vitrinlemek, Babıali’de birinci sınıf marifettir. Sağ basına %2’lik bir hisse düşmüş bulunuyor. O sağ basın ki, hasret çektiğimiz gazete ve gazeteciliğin binde ikisi derecesinde bile ehliyet ve kabiliyet sahibi değildir.
Babıali’nin, gazeteyi nasıl başlatıp, her devrin mizacına göre, nasıl yürüttüğünü ve nereye getirdiğini kezzap gibi mermeri oyan bir gözle görmedikçe, gazeteyi kurtarmak, gazeteye Türk’ü ve Türk’e gazeteyi kazandırmak, kurbağaların diliyle olanaksızdır. Gerisi tır..dır..tır.
Başbakan Yardımcısı Samet Ağaoğlu yaklaşık 100 yıl kadar cezaya çarptırılan Necip Fazıl’ı arıyor; ” Gazeteyi kapatacaksın..anlıyor musun? Yakında sana muazzam bir müessese kurulacak!” Necip Fazıl Kısakürek şöyle diyor;
-Örtülü ödenekten aldığım para nefsim, rejime dalkavukluğum veya “hakk-ı sükut” olarak susmam için değil, Türk’ün ruh köküne bağlı aziz ve mukaddes dava ve gayem içindir. Adeta baç gibidir ve her verilişinde başka tesirlerle yarım bırakıldığı için evimde halı, keçe ne varsa satıp savmama sebep olmuş, beni aldığımdan fazla borca sokmuştur.
Kilis Orta mektebi üçüncü sınıfında iken merhum Üstad Necip Fazıl Kısakürek’i tanıdım. Şıh Camii Müezzini Nihat Ferah Hüradam Gazetesi ile kendi eliyle ciltlediği dergiler Serdengeçti ve Büyük Doğu’ları dua kitabı okur, kendisini ziyarete gittiğimizde bize Necip Fazıl’dan şiirler dinletirdi. Serdengeçti ve Büyük Doğu benim ve arkadaşlarım için birer elmas kıymetindeydi. Çünkü okulda öğretilenlerin hiç de öyle olmadığını hatırlatıyor, iyi düşünmemezi, daha sağlıklı algılamamızı belletiyordu.
Büyük Doğu’nun başlık, flaş ve spotlarını adeta ezberlemiştik. Bir orta mektep talebesi için o başlıklar bir filozof edasıyla veriliyordu. Üstad “Ya Ol, Ya Öl.. Başımıza Kulak İstiyoruz..Gelen Demokrat Parti Değil, Giden Halk Partisi” diyordu mesela. Nesri derin, içi dolu kelime oyunları nefis, mübalağalı, hırçın, nükteli, heyecan veren, inatçı, öfkemizi alan, nehri tersine akıtan, yeni bir üslup gelişiyordu. Hem muhalif, hem aksiyon adamıydı. Engin zekalı ve mütekebbirdi ayrıca. Alışılmışın dışında biri, iç duyguları oturmuş, düşündüren tefekkürlü bir dil kullanıyordu.
Kafamızın zonkladığını hissediyordum Üstadın satırları arasında. Ufkumuz genişliyor, dünyaya yeni bir pencere açılıyordu sanki. Daha önce öğrendiğimiz bazı şeylerin sathiliğini ve sahteliğini hissettik. Üstad o zaman bir ebeveyn şefkati ve bir öğretmen muhabbetiyle içimize oturmuştu. Silinmeye çalışıldıkça büyüyor, güçleniyordu. Üstad’tan uzaktık, ta güneyde bir sınır kentinde ama ayrı ve gayrı değildik. O’nunla olmak için yazılarını okumak yeterliydi.
O günlerde iki üniversite öğrencisi hemşehri ağabeylerim İstanbul Hukuk Fakültesi öğrencisi ve Büyük Doğu’nun Yazıişleri Müdürü Hüseyin Rahmi Yananlı bize kol açtı, İstanbul Teknik Üniversite talebesi Bahri Zengin gönül verdi, el uzattı.
27 Mayıs Askeri Darbesi olmuş, izleri bir türlü silinememiş, Demokrat Partili Aileler üzerindeki baskılar da yoğunlaşmıştı. Üstad’ı bir orta mektep talebesinin imkanları dahilinde Kilis’e davet ettik. Necip Fazıl Son Posta Gazetesi’nde “Çerçeve”lerini yazıyor. Ben kendisinin mektupla bayramını kutluyorum, o da sütununda benim ıyd-ı nuraniyemi.
Necip Fazıl Kısakürek’in konferansı vecd içinde dinlendi, Belediye Nikah Salonu’nda. Daha bir muhabbetimiz pekişti. Daha şuurlu, daha mağrur yola koyulduk. Ancak bu mağruriyet dostça, ayrıca çok mütevazi idi. Böyle olunca öğrenci olarak önümde iki tercih vardı; ya okul idaresinin tacizi ve mecburi tasdiknameyle okuldan tard edilmem, yahut kendi rızamla ayrılmam.
İkinci husus daha şıktı benim için. Önce Çorlu, sonra İstanbul Site ve nihayet Vefa Lisesi’ne kaydoldum. Artık üstad’a daha yakındım. İstanbul Beyazıd Gedikpaşa semtinde cam üreticisi Kayserili işadamı Refik Bürüngüz’ün işhanındaki Büyük Doğu Fikir Kulübü’ne daha sık gitmeye başladım. Üstad’a artık daha yakındım. Vefa Lisesi’yle Büyük Doğu Fikir Kulubü arasındaki mesafe bir cigara içimlikti. Büyük Doğu Fikir Kulübü daha sonra bir siyasi partiye dönüşecekti. Görkemli bir törenle açıldı. 147 Nolu üye olarak kaydedildim. Hiç bir gelişme beni bu kadar mutlu edemezdi. Bir lise talebesi için, bir fikir kulübüne üye olmak, bir devre mührünü vuran, ses çıkartan bir mütefekkirle aynı çatı altında çalışmak, mücadele vermek “oh ne güzel şey ya rabbim!..”
Üstad İstanbul Tepebaşı Tünel’de idarehanesi olan, Kemal Uzan’ların Yeni İstanbul gazetesinde yazmaya başladı. Üniversite gençliği Yeni İstanbul’u, Üstad’ı ve çerçeveleri, sahte kahramanlar’ı öğrendikçe gözlerimiz faltaşı gibi açılıyordu. Yeni bir ses, taze bir nefes gibiydi.
Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in eserleri de yeniden birbiri ardı sıra basılmaya, elden ele, dilden dile, yürekten yüreğe dolaşmaya başladı(1964). Bir Adam Yaratmak ve Sonsuzluk Kervanı Serdengeçti’den, Halkadan Pırıltılar Türk Neşriyat Yurdu’ndan, Reis Bey Ötüken’den, öteki eserlerinin tümüne yakını Toker Yayınevi’nden tek tek neşrediliyordu. “Rapor”ların yayını bunu takip etti.
Zaman zaman aksamasına rağmen Büyük Doğu’nun yayını da sürüyordu. Üstad bir yandan yazıyor, öte yandan da Türkiye’yi karış karış dolaşarak konferanslar veriyordu. Konferansların odağı İstanbul Cağaloğlu’ndaki kısa adı MTTB olan Milli Türk Talebe Birliği’ydi. Üstad MTTB’ye göz bebeği gibi ehemmiyet verir, önemserdi. “Büyük Doğu Gençliği” olarak vasıflandırırdı(1967). Artık Anadolu baştan başa Büyük Doğu’ya selam duruyordu. Üstad Edirne’den Ardahan’a, Ağrı’dan İzmir’e gitmiyor, uçuyordu sanki.
Kendi tabiriyle “Büyük Doğu Gençliği” sel olmuş akıyordu, okuyordu gergef gergef. Her grup ve her kol faaliyetlerinde Üstad’tan destek alırdı. Yahut da Üstad’a bütün gücüyle muhalefet ederdi. İşin kolayıydı bu. Ancak Üstad’ın gönlü ve kapısı herkese, her zaman açıktı. Şıktı, kahverengi puantiyeli ceketi sırtında, fuları boynunda, İtalyan rugan iskarpinleri ayağında ve parmakları arasından hiç düşürmediği, sıkıştırıp beklettiği, dumanı bol Bafra’sı Üstad ile örtüşmüştü.
Siyasi kutuplaşmalar, cemaat sürtüşmeleri ilk etapta Üstadı müteessir ediyordu. Ancak öyle bir noktaya gelindi ki Üstad da zaman zaman falan veya feşmekan cemaatin, kuruluşun, ekolün yanında yer almaya başladı, eleştirilerinin dozunu artırdı. Ancak gönlü hep “Büyük Doğu Gençliği”ndeydi. Gençliğe bir başka değer ve ehemmiyet veriyordu. İki günde bir ya MTTB’li gençler O’nun Kadıköy yakasında Erenköy Ethemefendi’deki müstakil evine, yahut Üstad kendisi Cağaloğlu’na MTTB Genel Merkezine gelirdi.
Yazılarından, konferanslarından peşpeşe davalar açılıyordu. Hiç yılmıyor yazmaya ve konuşmaya devam ediyordu. Birkaç mahkeme Üstad’ı mahkum etti. Prof. Dr. Ayhan Songar’ın raporları kurtardı kendisini cezaevine girmekten. Zaten vefat ettiğinde de devletin Üstad’dan hapis alacağı vardı!. Merhum Üstad devlete borçlu gitti. Son eseri Büyük Vatan Dostu Vahdettin’den mahkum oldu. Yaşı epeyi ilerlemiş ve haklı olarak cezaevine bir daha girmek istemiyordu. Sezai Karakoç da Ötüken’den cep kitabı olarak yayınlanan İslam’ın Dirilişi ve İslam Toplumunun Ekonomik Straktürü adlı eserlerinden yargılanıyordu.
Üstadın bir yazısına konu ettiği “Sınıf arkadaşım Fahri Sabit Korutürk” Cumhurbaşkanıydı ve Akşam Gazetesi Yazarı Çetin Altan’ın mahkumiyetini affetmişti. Bütün ısrarlara rağmen Üstad Necip Fazıl da, Sezai Karakoç da af talebinde bulunmadılar.
Son yıllarda Üstad kendisini o kadar ölüme hazırlamıştı. Görevim dolayısıyla Ankara’da bulunduğumdan ancak her İstanbul’a gittiğimde Üstad’ı ziyaret edebiliyordum. Telefon ettim.1982’nin Ağustos ayı idi. “Üstadım” dedim. “Sizi Prodüktör arkadaşım Mustafa Ruhi Şirin ile ziyaret etmek, elinizi öpmek, duanızı almak istiyorum. Müsaade eder misiniz?” hemen de Başkent’e dönmem gerektiğini ilave ettim. Rahatsızdı. Yorgundu, ama kabul buyurdu.
M. Ruhi Şirin birkaç program yaptı Üstad ile. Ben halini hatırını sordum. Mahkumiyeti ile alakalı gelişmeleri anlatmasını rica ettim. “Yaşlıyım, hastayım, kendimi aşırı yorgun hissediyorum.”dedi. Gerçekten gözleri iyi görmüyordu. Ancak hafızasında ise daha bir zindelik vardı. Hatta bu son şiirine de yansımıştı. “Üstadım”dedim “Biz sizin memleketimiz kültürüne, sanatına, gençliğine ettiğiniz müstesna hizmeti muhtevi bir dilekçeyi ilgililere iletelim.” dedim. Kendisi gelişmelerle ilgili hususların avukat arkadaşlarımızca takip edildiğini anlattı. Sonra da inancı uğruna idama gülümseyen merhum Prof. Dr. Seyit Kutup’u misal gösterdi ve ekledi; “Olmaz öyle şey, olmaz” dedi hiddetle. MTTB’de iken bize ettiği vasiyetini hatırlattım “Aynen geçerli” dedi. Bu konu yasaklanan bir eserinin yayınlanması hususu idi. Eser başta Lübnan’da olmak üzere bazı ülkelerde o memleket diliyle yayınlanmış, Türkiye’de ise yasaklanmıştı.
Ayrılırken elini öptük Üstad’ın mütevazi odasında. Eskimeye yüz tutmuş batılı dizayn ile estetiğin hakim olduğu eşyaları arasında yalnız bıraktık. Vefatı bir şok tesiri yaptı. Cahit Zarifoğlu söyledi. Öğle yemeğinde duydum Ankara’da. 24 Mayıs Günü idi. Telefon açtım İstanbul’a, ajansları takip ettim, inanmak istemiyordum sanki. Ancak “her nefis ölümü tadacaktır” kutsi emrine Üstad da riayet ederek rahmeti rahmana kavuşmuştu. Vefat ederken ailesine ve yanındakilere “Demek böyle ölünüyormuş” diyerek duayla ruhunu teslim etmiş. Daha sonra oğlu Mehmet Kısakürek anlatmıştı.
Başkent Ankara’dan belki altmış, belki yüz altmış otobüs hareket etti Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in İstanbul’daki cenaze törenine katılmak üzere. Fatih Camii tıklım tıklımdı. Cami avlusu dolu, dışarısında sokak ve caddeler ana-baba günü gibi. Kayseri’den dostlar, Sivas’tan, Erzurum’dan, Van’dan gönüldaşlar gördüm. Antalya’dan kalkıp gelmiş gençler. Sonra Ege, sanki İstanbul’a göçmüş. Karadeniz ve Güneydoğu’dan gelenler İstanbul’un o günkü sıcağına inanamadılar. Herkes birbirine sarılıyor, birbirini görmenin mutluluğu, Üstadı kaybetmenin ızdırabıyla sancılı bir vaziyette.
Bütün gazeteler o gün Üstad’ın vefatı haberiyle üzüntülüydüler. Bunun istisnası yoktu. Bazılarına göre bir sanat devi, bazılarına göre büyük şair, bazılarına göre de büyük İslam mütefekkiri Necip Fazıl Kısakürek dar-ı bekaya göç etmişti. Cumhuriyet bile “Süper Mürşid” deniyor, yazarı Alpay Kabacalı “Gerici Basında Ne Var Ne Yok”u arka plana itelemişti.
Gençler Üstad’ın cenazesini Fatih Camii’nden Eyüp Sultan’ın eteklerine kadar omuzlarında götürdüler. Kabristan bir miting alanı gibiydi. Tek farkı getirilen tekbirler ve edilen dualardı.
Üstad’ın Eyüp Sultan’daki kabrine giden yollar güvenlik tedbiri olarak polislerce kesildiği için tepelerden aşarak mezarı başına kan ter içinde vardık. Her şeye rağmen Eyüp Sultan Kabristanı hınca hınç yine doluydu. Bir hafız Üstad’ın kabri başında Kur’an okuyordu.
“Kısakürek Necip Fazıl, İstanbul 1907. Annesi Mediha, Babası Fazıl. Evli. Neslihan. Çocukları; Mehmet, Ömer, Ayşe, Osman, Zeynep. Edebiyat Fakültesi. Az İngilizce bilir. 1924’de Vakit Gazetesi’nde gazeteciliğe başladı. Yazar. İstanbul Erenköy Hacı Hakkı Sokak 16/8 Noda oturur.”
Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nün yayınladığı “Türk Basınında Kim, kimdir?” isimi eserde Üstad böyle tanıtılıyor. 1924’de 19 yaşında iken Vakit’te gazeteciliğe başlamış demek.
“İlk dizisi düşün ve sanat dergisi niteliğinde olan Büyük Doğu’yu (1943-1954) çıkarmaya başladıktan sonra resmi göreve girmedi. Son Posta, Yeni İstanbul gazetelerinde fıkra yazarlığı yaptı. Büyük Doğu’yu ikinci kez siyasal gazete olarak çıkardı. 1945’te tutucu zümrelerin değer saydığı konuları işleyerek, tarihsel ilerleme bilincine aykırı doğrultuda yazıları, kitaplarıyla çağdaş düşünce verilerinin dışında kalan yazarlar arasına katıldı. Yeni Mecmua’daki (1923) ilk deneylerinden sonra; Milli Mecmua (1924-28), Hayat (1928-29), Varlık (1933-36), kendi yayını Ağaç (1936) dergilerinde çıkan şiirleriyle Cumhuriyet döneminde yetişen şair kuşağının en ünlülerinden biri durumuna geldi.”
Marksist duyguların ağır bastığı yazılarıyla tanınan Şükran Yurdakul da Bilgi Yayınevi’nce neşredilen Şair ve Yazarlar Sözlüğü’nde Üstad Necip Fazıl için böyle diyor.
“Büyük Doğu, Siyasi, Edebi Dergi. (İstanbul) 17 Eylül 1943-05 Mayıs 1944; 02 Kasım 1945-02 Nisan 1948; 14 Ekim 1949-29 Haziran 1951; 16 Kasım 1951-27 Kasım 1951(Günlük); 06 Mart 1959-14 Ekim 1959; 30 Eylül 1964-25 Kasım 1964; 22 Eylül 1965-19 Aralık 1965;19 Temmuz 1967-10 Ocak 1968(Dergi); Mayıs 1969-Aralık 1969; 06 Ocak 1971-28 Nisan 1971; 1943 ile 1971 yılları arasında 15 devre halinde Necip Fazıl Kısakürek tarafından yayınlandı (Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi; Cilt 1, Sahife 483)
Büyük Doğu, çok partili demokratik parlamenter sisteme geçtikten sonra siyasi yönü ağır olan bir politika izlemiştir. Ancak Büyük Doğu bütün sayılarında sanat ve edebiyata büyük ağırlık vermiş, hukuk gibi özel ihtisas isteyen konularda da ehline yazılar yazdırmıştır. Çoğu Büyük Doğu sayısı da Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılmıştır.
Merhum Üstad gazete ve dergilerde bir türlü kadrolaşma yapamadı. İstikrarlı olamadı. Genç yazarları, muhabirleri toparlayamadı. Bir şeyler verdi ama, ileriye götüremedi. Tekrarı yineledi. Bunlar biraz da Üstadın şahsi tavrından kaynaklanıyor. Telif öder miydi? Sezai Karakoç aldığını söyledi. Peki herkese mi? Eşref Edip Fergan’ın sahibi olduğu Sıratımüstakim ve Sebilürreşat ile başlayan ve hala günümüzde de devam eden sağ, milliyetçi, islamcı, muhafazakar gazete ve dergi patronları maaş, telif ve teşvik konusunda aşırı cimridirler. Lafını ederler, uygulamasını nedense yapmazlar. Büyük Doğu da bu örnekler içindedir.
Üstad Cumhuriyet (12.11.1938) ve Türk Tiyatro Dergisi’nde (01.12.1938) şöyle diyordu Atatürk için “Milli kahramanın ölümü önünde duyduğumuz matem hissini, tek bir emniyet duygusu ile teselliye muktediriz: Teknesinde Atatürk’ü yoğuran soylu Türk milletinin, için için tekevvünleriyle aynı çapta kahramanlara daima gebe kalacağı emniyeti!..”
Üstad Necip Fazıl Kısakürek Büyük Doğu’da vesikalar neşrederek dikkat çekiyordu. Zamanın mitlerine de, zıt mitler çıkararak karşılık veriyordu. İlk yayınlanan eserinden son neşrettiği kitap, dergi , gazete, yazı ve raporlarında bunu görmek mümkün. Mesela İkinci Sultan Abdülhamid Han, Sultan Vahdettin gibi. İsimleri isimlerle, resimleri resimlerle cevaplıyordu.
Büyük Doğu ilk sayısından son sayısına kadar logosunu, klişelerini muhafaza etti, hiç değiştirmedi. Mesela; 1001 Çerçeve, İslam İnkılabı, Dedektif X Bir, Çöle İnen Nur, Tasavvuf, Dilimizi Öğrenelim, Hadiselerin Muhasebesi, Tarih, Sizinle Başbaşa, vs.
Büyük Doğu mizanpajından, esprilerine kadar da aynı kaldı. Siyaset her geçen gün dozunu artırarak Büyük Doğu’da yer buldu. Peki neden? Değerlendirilmesi gereken bir soru bence. Mesela sağ yelpazede her gruba arka çıktı. AP, MSP, İDP ve MHP bundan nasiplendi! Cemaat, sivil toplum kuruluşları ve ekoller de öyle; örnek verirsek MTTB ve Mücadele Birliği ile Ülkücü kuruluşlar hemen akla gelebilir.
1967 yılıydı. Büyük Doğu yayınlanırken kamu kuruluşu Güneş Matbaacılık mürettiphanesinde Üstad’a sordum. İttihat Gazetesi’nin o zaman istihbarat şefiydim.
-Üstadım, matbaada mürettiplere bir çizgi attırmak için alnımızın damarı çatlıyor. Biz (çizgiler ince ve kibar olsun) diyoruz, onlar (sırf iş bitsin de nasıl biterse bitsin) diye düşünüyorlar.
Güldü Üstad. Sonra bunu mürettiplere anlattım. Mürettipler de bana güldüler ve;
“-Üstad bize her dergi için Konyalıdan yemek ve tatlı getirtir. Necip Fazıl ile çalışmak ayrı bir zevk!” dediler.
Tiyatrocu ve yazar Üstün İnanç , Gazeteci Gündoğdu Serhatlıoğlu ve arkadaşları Fikir Tiyatrosu’nu kurmuşlar ve ilk olarak Necip Fazıl Kısakürek’in Sultan 2. Abdülhamid Han adlı eserini oynayacaklardı (1967). Gala Adapazarı’ndaki bir sinemada gerçekleşecekti. Beni de davet ettiler. Cağaloğlu’ndan hep birlikte özel bir otomobile binerek, Sirkeci’ye geçtik. Boğaziçi Köprüsü o yıllarda henüz yapılmamıştı. Araba vapuru kuyruğu uzun olunca mecburen Kabataş’a yöneldik. Burada da yoğun araç kuyruğu vardı. Benimki henüz gelmemişti, ama Üstadın basın kartı olacağını düşünerek “doğru arabalı vapura geçelim” diye basının ayrıcalığını hatırlattım. Üstad “O da nedir?” diye kendine has tepkisiyle sordu. Anlattım. Onunki de olmayınca gidip liman yetkilisi ile konuştum. Üstadın daha adını duyar duymaz selamlayarak “vapura buyur” ettiler.
İstanbul-Adapazarı devlet karayolu duble bile değildi. Trafik yoğunluğundan açılışa yetişemeyeceğimizi anlayınca yine basının önceliği aklıma geldi. Trafik yetkilileri telsizle yol açtılar. Sakarya’ya girmemiz yarım saat gecikmişti. Ancak Adapazarlılar bekliyorlardı. Necip Fazıl içeri girer girmez bir alkış fırtınası esti salonda. Oturanlar kadar ayakta olanlar da bir hayli fazlaydı. Üstada tempo tuttu izleyiciler. Bir yarım saat de böyle gecikildi.
2. Abdülhamit Han’ı, Sultana o kadar benzeyen Yüksek İslam Enstitüsü son sınıf öğrencisi Abdülkadir Sezgin oynuyordu. Üstad bu eserini amatör yeni bir tiyatroya vermesini bir lütuf olarak görüyordu. Çünkü Necip Fazıl’ın eserlerinin çoğu İstanbul Şehir Tiyatroları’nda, döneminin ünlü aktörleri mesela Muhsin Ertuğrul, Vasfi Rıza Zobu gibi sanatçılarla kapalı gişe oynamıştı. Dolayısıyla tedirgindi. Eserde Sultan 2. Abdülhamit Han’ın fayton ile Yıldız Camii’ne cuma namazı için giderken Ermenilerce bombalı suikast sahnesi vardı. İşte bu sahneye sıra gelmişti. Daha suikast yapılmadan teypten sahneye aktarılan bomba sesi ve atların haykırışı Üstad’ı şiddetle ayağa kaldırdı, yanındakiler rica-minnet yerine oturttular, ancak Necip Fazıl “Bu bir rezalet, eserimi sizden geri çekeceğim” diyerek hiddetini gösterdi. Araya hatırını kırmayan insanlar girince sakinleşti bir müddet sonra, oyun da devam etti. Bu hatayı Necip Fazıl Kısakürek sevgisiyle seyirci görmedi bile. Gece yarısı İstanbul’a dönerken Üstad bundan hiç bahsetmedi. Bütün Türkiye’de eser aylarca kapalı gişe oynadı. Buna rağmen Fikir Tiyatrosu maalesef yaşamadı.
Biz işi anlamıştık ta ki neden sonra. Aynı yola başvurduk. Üstad’ın basını eleştirisi de aykırı unsurlar içeriyor ve kendisine has bir üslupla dikkat çekiyordu. (1) Sağ basın o günlerde yeterli değildi. Kemiyet ve keyfiyet olarak bugünkü kadar maalesef yoktu. Üstad sağ medya için “aceze basın” derdi. Bu tespit yine de tartışılabilinir. Solu daha fazla kişilerle eleştirirdi. İsmet İnönü ve Süleyman Demirel’in fotoğrafları ise gazete fotoğrafçılığında en güzel çirkin örneklerdi.
Sağa ve cemaatlere, ekollere okuyucu kazandıran Necip Fazıl Kısakürek’tir. Belirli dönemlerde başka kitap ve yayınların yasak edildiği cemaat ve ekollere girmeyi başaran yine Necip Fazıl Kısakürek Üstad’tır.
Büyük Doğu resime ehemmiyet verirdi. Resimsiz bir Büyük Doğu mümkün değildi. Haberlerinde ise objektiflik aranmaz, tümü subjektiftir, yorumludur.
Üstadı aldatmak, bir çocuğu aldatmaktan daha kolaydı. Hele dostlarının ve gönüldaşlarının söylediklerine hemen inanırdı. Onun için de zaman zaman başka cemaatler ve ekoller lehinde olmayan yazılarını gördük.(2)
Her siyasete giren ekol ve cemaatin gazetelerinde günlük yazılar yazdı, şiirleri yayınlandı. Örnek verecek olursak; Her Gün, Yeni İstanbul, Son Posta, Babıali’de Sabah, Milli Gazete, Tercüman, Yeniden Milli Mücadele vs.
Neşrettiği yayınlarında bazen ilanlarına kadar kendisi yazardı. Ancak dergi ve gazetelerinde hiç bir tek ilan bile alamadığı dönemler oldu. Bazen kendisi almadı, bazen kendisine reklam vermediler. Bu arada bir anektodu hatırlatmam gerek.
İstanbul Beyazıd Camii müezzini İsmail Kanyılmaz MTTB’nin yayınladığı Milli Gençlik Dergisi ile Babıali’de Sabah ve Bugün Gazetelerine ilan topluyordu. Necip Fazıl Kısakürek O’na birgün “Bize de ilan getir!” dediğinde, İsmail KanyılmazÜstad’da “Hayır, getiremem, çünkü sen onların aleyhinde de yazı yazarsın! Ancak istişare etmem ve istihareye yatmam gerek. Bana müsaade et” diyerek teklifi rolantiye alıyor. İsmail Kanyılmaz’ın aynı gün istişare ettiği Doçent. Dr. Nevzat Yalçıntaş; “Yanlış yapmışsın aziz kardeşim, hemen git üstaddan özür dile. Çünkü biz hepimiz O’ndan süt emmiş, O’ndan beslenmişiz.” diyor. İsmail Kanyılmaz da Büyük Doğu İdarehenesine giderek Üstad’dan özür diliyor, Yalçıntaş Hoca ile istişare ettiğini ve O’nun söylediklerini aktarıyor. Üstad Büyük Doğu İdarehanesinde bulunanlara dönerek diyor ki “Görüyor musunuz?.. bütün ülke benden süt emmiş, o’nunla beslenmiş. Ben Türkiye’nin en büyük ve en fazla süt veren ineğiyim.”
1968 yılında Büyük Doğu’yu Toker Yayınları’nın Sahibi Yalçın Toker’e sattı. Toker o senelerde Necip Fazıl’ın bütün eserlerini tek tek yayınlamaya başlamıştı. Ancak okuyucularından gelen büyük tepki ve infial üzerine Büyük Doğu’nun isim hakkını yeniden kendisi aldı, imtiyaz sahibi oldu.
Üstad ile Babıali’de Sabah(1967), Bugün(1968) ve son olarak da Tercüman (1970) Gazetesinde birlikte çalıştık. Her üç gazetede de tefrikaları yayınlandı. Babıali’de Sabah’ta “İmam-ı Kastalani’den Özleştiren ve Sadeleştiren Adıdeğmez” imzasıyla El Mevahib-Ül- Ledüniyye bir yıl boyunca tefrika edildi. Tercüman’da Ramazan sayfasına daha önce yayınlanmış yazılarını üzerinden güncelleştirerek getirir verir veya biriyle gönderirdi. Bugün’de günlük yazılara başlamıştı.
Ben ise Bugün için Türk Ceza Kanunu’nun 163. ve 6187. Maddeleriyle alakalı çalışmalar yapıyordum. Her iki kanun da, özellikle islamicehd ve endişeleri olan inanmış insanlardan; inanmayanların, bu damardan beslenenlerin intikamı için hazırlanan bir tuzak gibiydi. Müslüman gibi yaşamak isteyen onlarca insanımız bu iki maddeden mağdur edilmişti. Zaten TBMM görüşmeleri sırasında da bunu zabıtlardan anlamak mümkündü. Böyle bir çalışmaya başlamıştım.
Hazırladığım bu yazı dizisinde TCK’nun 163 ve 6187. Maddelerinin TBMM’nde kabulü, meclis müzakereleri, uygulaması, mağdurları, mazlumları, örneklerini gündeme taşıyacaktım. Sekiz sütuna “Yüzaltmışüç” diye reklamları manşete taşınmıştı. Üstadın dikkatini çekmiş. Gazetenin sahibi Mehmet Şevket Eygi Bey’den sormuş (Bu neyin nesidir?) diyerekten. Şevket Eygi de anlatmış. Bu defa (Peki kim yazacak?” diye hatırlatmış Üstad. Benim olduğumu öğrenince “Tabii bunu ancak bir Büyük Doğu mensubu gündeme getirebilir, yazabilir, sevindim!” demiş.
Üstad beni çağırdı. Erenköy’deki evine gittim. Dedi ki; ” Meseleye bu işin mahkumlarından değil, çilesini çekmiş kutuplarından başlamak gerekir. Bunu ben yapacağım. Mukaddes davamız nasıl buralara gelmiş, niçin çileler çekilmiş, görsünler, anlasınlar, bilsinler!.”
Dökümanlarımı Üstad’a verdim. Ve bir yeni eser ortaya çıktı ; Son Devrin Din Mazlumları, imza Necip Fazıl Kısakürek.
Yayınlandığında olay olmuş, tahminlerin üzerinde dikkat çekmişti. Benim çalışmam ise “Yüzaltmışüç” adıyla Milli Gazete’de yayınlandı, sonra da kitap olarak Fatih Yayınevi 20 bin adet bastı, Yunus Emre Yayınevi neşretti(1974).
Üstadın inancı her şeyin üstünde idi. Yazılarıyla alakalı mahkemelerdeki savunmaları, basındaki kavgaları, konferansları kadar ünlüdür(3). Hapishane hatıraları da bu olayın bir başka vechesidir.
Gazeteci Necip Fazıl Kısakürek, son yıllarda yayınladığı “Rapor”lar da Büyük Doğu’ların bir nev’i devamıdır. Onları da kitap olarak değil de, dergi olarak düşünmek gerekir. 13 sayı yayınlanan Rapor’ların dergilerden tek değişik yanı resim olmamasıdır.
Gazeteci Necip Fazıl’ın yazılarında çoğu zaman mahlas kullandığını görmekteyiz. Bunlardan bazıları şunlar: Ne Fe Ka, Dedektif X Bir, Ahmet Abdülbaki, Prof. Dr. Ş.Ü, Adıdeğmez, Akıl Hocası, Be-De, Dilci, Diplomat, Gariboğlu, Gözcü, Ha. A. Ka, Hi- Ab-Kö, Hikmet Sahibi Abdi’nin Kölesi, İsmini Vermeyen Prof., İstanbullu, İstanbul Çocuğu, Kulak Misafiri, Muhasebeci, Mürid, Nüktedan, Ozan, Ozanbaşı, Özcü, Sözcü, Tetikçi, Uykusuz İnsandan, Üçyıldız, Vaiz, Yazan:?, Zabıt Katibi.
Necip Fazıl Kısakürek Büyük Doğu’daki yazılarında zaman zaman da yazıailesi ve gönüldaşlarının da adına yazılar yayınlamıştır. Bunlardan bazılarını hatırmatmak gerekirse şöyle; Ahmet Semiz, Ali Biraderoğlu, Hüseyin Rahmi Yananlı, Hüseyin Arı, Mustafa Müftüoğlu, Nedim Evliya, Neslihan Kısakürek, Ömer Karagül, Rafet Cınğıl, Salih Güler.
Büyük Doğu okuyucusuna gösterdiği ilgiliyi yazarına göstermedi. Bu nedenle Büyük Doğu’nun yazıişleri ve sanatçı kadrosu devamlı değişiklik gösterdi. Büyük Doğu istihbarattan çok, eline geçen vesikaları yeğliyor, değerlendiriyordu. Büyük Doğu belirli bir dönem (1949-1964) her türlü sağın yazı yazma imkanı bulduğu bir yayın organı oldu. Daha sonraları hissedilebilen veya farkedilebilen bir değişim göze çarptı. Bir ara Büyük Doğu Partisi’nin resmi yayın organı olarak neşriyat yaptı; 15 Haziran 1951 Sayı 60.
Necip Fazıl Kısakürek mütefekkir, yazar, sanatçı, şair ve gazeteci olarak komple bir kültür adamıydı. Üstün zekası yanında merkeziyetçi ve kibirli yanı da bir başka özelliğiydi. Üstad Necip Fazıl günümüzde örneğine rastlanmayan, gittiği gazeteye okuyucularını da birlikte sürükleyen, tiraj kaydettiren, tekaütlüğünü kazanamamış son fikir emekçisidir.
(1) Bir mezhepicadı yolunda oldukları söylenen, evime kadar gelmek ve helalleşmek zahmetini esirgemeyen ve her hangi bir içtihat davasında olmadıklarını kalemimden çıkan bir beyanname ile ilan eden,derkenpörsüyen ve meydan yerinde görünmez olan,ölü bir dergi ve günlük gazeteyle yetinen, fakat bir takım akıl almaz matbaa tesislerine gücü yeten bu zümreye ne oldu, neredeler ve ne alemdeler, bilemem?!
Basında da hal-ü keyfiyet malum..Sağ cephenin “aceze basın” diye isimlendirdiğimiz ve topumun birden baskıları Günaydın Gazetesi’nin mürekkep ayarı için sarfettiği dökümlü nüshalardan daha az fakrüddem; “kan eksikliği” çeken gazete ve dergiler.
Büyük Doğu, 5 sayılık bu son devresinde yine topyekün onlardan fazla satmış, fakat tafsilatı “karar” yazısında bildirildiği üzere, şanını muhafaza bakımından yayınlanmasını gerektirici şartlar derecesinde susmasını emredici faktörlere çarpmış ve derin bir tenezzülsüzlük duygusu içinde yine gününü beklemeye koyulmuştur.
Şu var ki bunca “aceze basın” içinde , İslam, İslami hareket, parti ve gençlik davasını “efradını cami ve ağyarını mani” şekilde ortaya koyabilecek tek bir kalem mevcud değil. Aceze basından sayılmayacak bir gazetede Ergun Göze ve kendi kısır imkanları içinde Şevket Eygi’den başka kimse de bir istidatçık olsun görmüyorum. Profesörler hakkında ise kıymet hükmümü biliyorsunuz: içi geçmiş kabaklar.(Rapor 5)
(2) Bu arada “Mavera” isimli, üzerinde eğilmeye ve bir takım vaadler hecelemeye değer bir mecmua ve etrafında bir çevre var ki, her biri tam ayar Büyük Doğucu bildiğim ve kadromuzda gösterdiğim (otomobil-kendinden hareketli) eser verme çağında, “olgun yaşta gençler” diye sınıflandırabilir bu zümreyi korkunç bir kaçaklık içinde görmekte, öteden beri biricik gıdamı teşkil eden inkısar ve ıstırapların en zalimine uğramış bulunuyorum.
Onlar ki kitaplarda annelerini “Büyük Doğu ” diye göstermişler ve bana “Siz komünist partisine gir deseniz, gireriz!” demişlerdi, nasıl oldu da asıllarını inkar ettiler, annenin hakkını helal etmeyeceğini düşündüler ve üstelik hadiseyi mahrem planda tutmayıp bir MSP gazetesinde şerefsiz bir telmih ve ima yoluyla, beni müslümanlar arasında fitne çıkarmakla suçladılar.
Öyle mi? Buyursunlar işi aleniyete vurmak cüretinin karşılığını.(Rapor 5)
(3) BasınıdakiKavgaları’ndan birkaç örnek vermek istiyorum Üstad Necip Fazıl’ın;
*Hakkımızdaki tahrikin körüklüyücülerinden Vatan. Elmalum..dönme gazetesi..Nazım Hikmet ve zaman ve mekana göre komünizmamüdafaacısı.. bütün dosyası hazırdır. Neşri bu ceridenin ilk kıpırdanışına bağlıdır.
*Hakkımızdaki tahrikin körükleyicilerinden Yeni İstanbul. Servetinin kaynağı bütün bir efsane olan zatın, başmuharrirlik makamına en azılı bir dönmeyi oturttuğu gazete. Bütün dosyası hazırdır. Neşri bu ceridenin ilk kıpırdanışına bağlıdır.
*Hakkımızdaki tahrikin körükleyicilerinden iki büyük gazete. Doğrudan doğruya yahudi kapitalizmasının emrinde olan ve şimdilik isimleri mahfuz bulunan bu iki büyük gazetenin de akıllara hayret verici dosyalarını tamamlamak üzereyiz! Kıpırdasalar da, kıpırdamasalar da yakında görüşeceğiz. (Büyük Doğu26 Ocak 1951 Sayı 45)
(*) Vatan’a.. “Vatana Mektup” başlığı altındaki çanak tutuşuna, ibret ve hayretle gülümseyerek dikkat ettik!.Yoksa seni o türlü kaşındırırız ki, tırnakların derini yolup bitirdikten sonra, kendi ciğerini de dilim dilim kesip doğrayabilir. Kaşınma..Ve sus-pus-otur! Yoksa sonunda ve kendi kendine öyle bir kazığa oturursun ki, insanı şiş kebabına çevirir. Kaşınma! Fani rahatına bak. Sus-pus-otur! (Büyük doğu 20 Mart 1959 Sayı:3)