İnsansız Adalet Olmaz Ama Adaletsiz Bakanlık Oluyor

113

 

Yıl 1983 mevsim Sonbahar, köyde kış hazırlıkları yapılıyor. 35 yaşın dinçliği ve bekleyen işlerin telaşıyla duvara dayalı ağaç merdiveni koşarcasına çıktı, elindeki gözeri damın üstüne koymak üzereyken dengesini kaybedip düştü ve bir daha ayağa kalkamadı. Müebbet özre ve hüzne mahkûm oldu. İçindeki bir umutla hep gelmeyecek gideni, olmayacak nedeni bekledi.

Hayat acımasızdı, herkesin işi gücü vardı ve herkesin hayat gailesi başkaydı, bir gün yardım edenler, ertesi gün edemiyordu. “Elden gelen öğün olmaz, olsa da vaktinde bulunmaz” sözü sanki onun için söylenmişti. İki küçük çocuk ve bir eş hizmet bekliyordu, annesinin; ‘ben ana olmayaydım da dağlar, taşlar Ana olaydı’ diye sızlanmalarını hatırladı ve içinden;’keşke ben de Ana olmasaydım’ diye geçirdi ama Anaydı… Atsan atılmaz, satsan satılmaz! Neticede analık duygusu galip geldi ve ‘iki el bir baş içindir’ deyip elleriyle hayata sımsıkı tutundu. Yemeğini yaptı, bulaşığını yıkadı, yırtığı söküğü dikti. Çocuklarını büyüttü, okutup evlendirdi.

Dört duvara mahkûm olmayı başkalarının merhametine muhtaç olmaya tercih etti, kimseden yardım dilemedi. Ebediyen ayağa kalkamayacak olmanın hüznünde boğulmak üzereyken hayatın hediyesi torunlarıyla neşelendi ama tebessümü dudaklarında acıya dönüştü; oğlunun görme yeteneğini kaybetmesiyle can evinden vuruldu. Uzayıp giden tedaviler, göz nakli, uyumsuzluk, kornea nakli derken kendi derdini unuttu.

Bir ‘oh’ demeye vakit bulamadan gelininin kansere yakalandığını öğrendi, uzun uğraşlara rağmen emri hak vaki oldu ve geride iki torun kaldı. Birini evlendirdi diğerini okutuyorken kızı, eşinden ayrıldı ve çocuğuyla birlikte baba ocağına döndü. Onları da kanatları altına aldı ama artık takati gün geçtikçe tükeniyordu.

30 sene önce 50 kiloyla çıktığı bu çile yolculuğunda kortizon tedavileri neticesinde hayli kilo almış, kemik erimesi başlamış, hayatın bütün yükünü taşıyan kolları yorgun düşmüştü ve her geçen gün biraz daha yaşlanıyor, yardıma muhtaç hale geliyordu.

O bu haline yanarken, beklenmedik bir haber daha çaldı çile kapısını; ” hayat arkadaşı, can yoldaşı kansere yakalanmıştı.” Ey güzel Allah’ım! Dolmadı mı çilem? Sen merhametlilerin en merhametlisisin, merhametini ve yardımını esirgeme’ deyip Allah’a dayandı, saye sarıldı.

Allah kulunu yalnız bırakmazdı elbet. Merhamet ehli yiğit bir kardeşi vardı, ne zaman imdat dese yanında yöresinde bitiyordu ve bu güvenceyle ‘şükür’ diyordu bari o başımızda…

Şükrünü tamamlayamadan aldığı haberle sarsıldı, Milli Eğitim Bakanlığı yaptığı yeni düzenlemeyle kardeşini başka bir ile tayin etmişti.

Kardeşi vefalı çocuktu, ablasını çaresiz koymamak ve hüzne boğmamak için iki yıl boyunca200 km yolu her gün gidip geldi.

Hayatı gittikçe sarpa sarmaya başlamıştı, kardeşini ‘vasi’ tayin ettirmek için dava açtı, elinde %82 süreğen ağır özürlü raporu vardı. İki yıl süren uzun bir süreçten sonra nihayet mahkemenin vasi kararı gerçekleşmişti. Umutla kardeşinin yolunu gözlüyor, sevinçli bir haber bekliyordu.

Bekleyiş boşunaydı. Çünkü Bakanlık, kardeşinin tayin talebine; mahkeme kararına ekli raporda ‘başkasının güç ve yardımı olmadan hayatını idame ettiremez’ ibaresi bulunmadığı için işlem tesis edemediği cevabını vermişti. Kardeşi, Bakanlığın gerekçesine; ağır özürlülüğün mevzuattaki karşılığını belirterek itiraz etti ve bizzat yetkililere anlattı.

Bir süre sonra Bakanlıktan gelen ikinci cevapta; ‘ablanın, nüfus kayıt örneği ve son altı ayda alınan sağlık kurulu raporunun gönderilmesi’ isteniyordu. Oysa özürlülüğün tespitine ilişkin mevzuat hükümlerine göre, elinde süreğen ağır özürlü raporu olanlara, ikinci bir rapor verilemiyordu ve ağır özürlülük raporuna rağmen sağlık kurulu raporu istenilmesi insanları eksik mevzuata mahkûm etmenin ta kendisiydi ama bu bir idrak meselesiydi.

Yetkililer, kelimenin tam anlamıyla keyfi davranıyor ve ‘Nuh deyip Peygamber’ demiyorlar, mahkemelerin konuyu incelemeden hüküm verdiklerini beyan ediyorlar her üç erki üstlenmiş görünen layüsel tutumlarını inatla sürdürüyor; hatır, gönül, söz kâr etmiyor, dost dinlemiyor, merhamet göstermiyor, gelen müracaatları; suçlunun cellâdın omzuna baş yaslaması gibi algılıyorlardı. Haklı olmak yetmiyor, makbul olmak gerekiyordu.

İnsan merak ediyor; bu kadar hodkâmlığın sebebi nedir, bir kurum kendi personelini niye hor görür ve ona şüpheyle bakar? Yardıma muhtaç insana karşı nasıl bu kadar merhametsiz olur?

Sanırsınız; Hz. Peygamberin “ezilmiş ve itilmişler olmasa, Allah, sizi rızıklandırmazdı” ya da “yerdekilere merhamet edin ki göktekiler de size merhamet etsinler” buyruğundan habersizler… Esasında daha fazlasını biliyorlar ama balık baştan kokuyor…

Sayın Bakan iradesi ve tercihi dışındaki her görevliyi kötü, her sistemi arızalı, her düzeni çürük ve her isteği şüpheli gören ve hukuk benim diyen bir portre çizince; göreve getirilmesinin tek sebebi Sayın Bakanın tercihi olan- eğitim yöneticiliğinden ve eğitim biliminden bi haber – yöneticilerin iletişime kapalı, mütereddit, mesuliyetten kaçan bu yapılarını gurur, kibir ve otoriteyle örtmeye çalışmalarından daha tabii ne olabilir?

Kurumda bilgililer yetkisiz ve havuzda, yetkililer bilgisiz ve bilenleri de dinleyen olmayınca devlet hizmeti şüphe üzerine bina ediliyor, itimat esas alınmıyor, şüphenin istisnai hal olduğu bilinmiyor.

Hayat da biter çile de ve insanlar bir gün yaptıklarıyla baş başa kalır ama iş işten geçmiş olur. Bu nedenle; devletli olmakla devlet adamı olmanın aynı şey olmadığını, devlet adamına öfke değil uysallığın gerektiğini, devlet kurumlarının ve devlet görevlilerinin varlık sebebinin vatandaşa hizmet olduğunu ve de adaletin bir gün herkese lazım olacağını birilerinin onlara anlatması gerekir, zira bu kurum en büyük ulusal sorunlarımızdan biri haline gelmek üzeredir.

Vatandaş, ‘Allah, zulmünüzü arttırsın, 28 Şubatçılar bile bu kadar layüsel değildi” diyorsa, orada durup düşünmek lazım… İlgililere saygı ile arz olunur.