“Bu devlet, Atatürk’ün ifâdesi ile; ‘Ne Mutlu Türküm’ Diyenlerindir.”

73

 

Prof. Dr. Kenan Erzurumlu ile ‘Devlet’ üzerine konuştuk. 

Oğuz Çetinoğlu: Günümüzde ‘süper güç’ olarak anılan ABD, Rusya, İngiltere, Almanya ve Fransa ile diğer büyük devletler yokken yeryüzünde Türkler vardı. Gerek millet olarak, gerekse devlet olarak mâzimiz kimilerine göre 5.000 yıllık, kimilerine göre 40.000 yıllıktır. 
Türk’ün tarihini 1071 ile veya 1923 ile başlatan eblehlere hakikatleri öğretmek maksadıyla Türklük ve Devlet hakkında genel bir değerlendirme lütfeder misiniz? 
Prof. Dr. Kenan Erzurumlu: Eski Çin yazılı kaynaklarına göre M.Ö. 24. yüzyıla kadar uzanan Türk tarihi, yaklaşık dört bin beş yüz yıllık dönemi kapsamaktadır. Antropoloji bilimince değerlendirilen kaya resim-yazıların incelenmesine göre bu süre, on iki bin-otuz beş bin yıla kadar uzamaktadır. Bu süre zarfında milletimiz tarafından sayılan yüzü aşan imparatorluk, devlet ve beylikler kurulmuştur. Kardeş Turanî kavimler tarafından kurulan devletler de ilâve edildiğinde bu sayı çok daha artmaktadır. Beş bin yıllık yazılı tarihimizde, muhteşem görünen bunca devletlerimize karşılık hükümranlık haklarımızı yeterince koruyup koruyamadığımız veya diğer bir deyimle devletlerimize sâhip çıkıp çıkamadığımız tartışma konusudur.
Her ne kadar, başta Atsız Hoca olmak üzere birçok tarihçimiz, söz konusu devletleri, ‘tek bir devlette değişen hanedanlıklar’ olarak yorumlasa da batıya doğru akan ve bu akış sürecinde farklı yerlerde farklı hanedanlıklar hâlinde tecelli eden Türk devlet sistematiğinin ve millet olarak devlet anlayışımızın dikkatli bir şekilde gözden geçirilmesinin zamanı gelmiştir.
Tarihte kurulmuş olan Türk Devletleri konusundaki tartışmalar süregelmektedir. Örnek olarak, Prof. Dr. Mustafa Kafalı, ‘Sakalar, Hunlar, Göktürkler, Karahanlılar, Selçuklular ve Osmanlılar’ olarak özetlemenin yeterli olacağını savunurken; Prof. Dr. Saadettin Gömeç, ‘Kubilay’ın kurduğu Yuan Hanedanlığını, Hulagu’nun İlhanlılarını ve Çağataylıları Türk Devleti kategorisine sokamayız. Lou-Lan Hun Devleti diye bir devlet yoktur. Tabgaçları Türklerin ve Moğolların kurduğu söylenirse de, Moğollar ağırlıktadır. Dolayısıyla onlara tereddütle bakılmalıdır.’ düşüncesindedir.
Hüseyin Adıgüzel’e göre Türk tarihi M.Ö. 4.-3 yüzyıla kadar uzanmaktadır. İslâm tarihçisi Doç. Dr. Metin Yılmaz; Memlukler, İdil Volga, Hive Hanlığı, Sacoğulları ve hatta Eyyubiler’in dahi Türk devleti kategorisinde değerlendirmesi gerektiği görüşündedir.
Çetinoğlu: Türklerin ‘devlet anlayışı’ndaki en belirgin özellik nedir?
Erzurumlu: Devlet anlayışımızdaki en belirgin özellik, ‘devlet baba’ olarak tanımlanan ve yönetici kadrolara mutlak güven ve teslimiyete dayanan anlayıştır. Bilinen bütün yazılı Türk kaynaklar incelendiğinde, yönetici kişi ve kadroların ilâhî vasıflar taşıması ve yönetilenlerin biat kültürüne sahip olmaları dikkat çekmektedir. 
Türk Milleti,  18. yüzyıldan itibaren batıda başlayan milliyetçilik, demokrasi ve ideolojik akımlar, sanayi-bilgi-teknoloji ve iletişim gelişmeleri karşısında, ne çağa ayak uydurabilmiş ne de devletlerine sahip çıkabilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, Atatürk dönemi hâriç tutulursa, millî kadroların söz sahibi olduklarını iddia etmek güçtür. Mecliste gayri Türk olduklarını açıkça söyleyen, millî kimliği reddeden ve hatta başbakan olmasına karşılık Türk olmadığını açıkça ifade edebilen yöneticilerimiz olmuştur.
Tüm bunların yanında, Türk tarihinde millî meseleler söz konusu olduğunda ‘kutsal isyan ahlâkı’nda birleşmiş kadrolar ve kahramanlar her dönemde olagelmiştir. 639 yılındaki Kür-Şad ihtilâli, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu gerçekleştiren Mustafa Kemal ve kadrosu, 1944 yılında Hüseyin Nihal Atsız’ın Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na yazdığı açık mektupla birlikte yaşanan 3 Mayıs 1944 direnişleri v.b. hareketler bu örneklerdendir.
Çetinoğlu: Türkler devlet kavramını nasıl algılıyorlar?
Erzurumlu: İnsanlarımızın kabul ettikleri devlet anlayışı zamana, zemine ve kişilere göre değişebilmektedir. Millet olarak devlet anlayışımız, bâzen Türkiye Cumhuriyeti, bâzen Âl-i Osman, bâzen Büyük Selçuklu, bâzen Timurlular, bâzen Cengiz İmparatorluğu’dur. Bu farklılıklar; ilahî-büyük-baba devletten, küçük-dinamik ve sivil toplum kuruluşlarının oluşturduğu modellere kadar değişen yelpâzede, bakış-yorum ve beklentilerin çeşitliliğinden kaynaklanmaktadır. Bu çeşitliliğin sınırları, ‘Arz-ı Mev’ud’u hedefleyen İsrailoğlları’nın, ‘Sıcak denizlere inme’ hedefindeki Rusların, ‘Megalo İdea-Enosis’ peşindeki Yunarlıların beklentilerinden çok farklıdır.   
Türk devlet anlayışı ile ilgili en eski kayıtların tarihi, M.S. 7-8. yüzyıllarda hüküm süren Göktürk Devleti döneminde inşa edilen Orhun Âbideleri’ne kadar uzanmaktadır. Kağan ve Hatun’un yönetiminde toplanan kurultaylarla devlet işlerinin karara bağlandığı yönetim şeklinde, yöneticilerin ailesine katılan yabancılarla başlayan yabancılaşma, kılık-kıyafetle devam etmiş; örf-âdet-kültürün değişimine kadar uzanmıştır. 
Türk Dünyası göz önünde tutulduğunda, son 1000 yıllık dönemde Kuzey ve Doğu Türklüklerinde ‘var olma mücâdelesi’ esas olmuşken; Batı Türklüğünde millî-dinî kimliklerin olağanüstü uyumunun göstergesi olan ‘Devlet-i ebed müddet’ ve ‘Ilay-i Kelime-tullah’ felsefeleri ilgi görmüştür. Aynı zaman diliminde, Türk Dünyasının orta ve güney kesimlerinde kalan bölgelerde ise Gazneliler, Memluklular, Suriye Selçukluları gibi Türk Devletleri kurulmuştur. Ancak bu devletlerin süreklilikleri kadar, millî kimliklerini koruyup korumadıkları da tartışmalıdır. Öte yandan, -millî ülkü olan- ‘Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkuresi’nin devlet politikalarındaki yerinin ayrıca incelenmesi gerekir.
Hemen belirtelim ki, Türk devletlerinde idareci kadronun veya millî bürokrasinin oluşmasını olumsuz yönde etkileyen sayısız faktörler bulunmasına karşılık; ‘seçkinler-aydın-halk farklılaşması’ veya ‘merkez-çevre yabancılaşması’, Türk sosyal yapısının ve devlet hayatının en önemli sorunlarındandır.
Öte yandan en üst düzeyde devlet yapılanmasını temsil eden, devlete isim veren hanedanların devleti şahsî mallan gibi görmeleri, millî bürokrasiden ziyade kişiye (hakan-padişah-bey) bağlı yönetim kadrolarının oluşmasına yol açmıştır. 
Çetinoğlu: 20. yüzyılda Türk devlet yapısında meydana gelen değişiklikleri nasıl yorumlamak gerekir?
Erzurumlu: 1789 Fransız İhtilali sonrası Avrupa’da milliyetçilik akımları doğmuş ve 19. yüzyılın ikinci yansından itibaren yaygınlaşmışlardır. Avrupa’da milliyetlerin oluşması ancak bu akımdan sonra gerçekleşmiştir. Denebilir ki, Avrupa’da milliyetlerin ortaya çıkması yaklaşık 200 yıllıktır. Bu temel kuralın iki istisnası vardır. Bin yılı aşan tarihî kökenleri itibariyle bir Türk Devleti olan Hungaria / Macaristan ve 1215’de Magna Carta’yı ilân eden ve 16. yüzyılda kendi kilisesini (Anglikan) kuran İngiltere.
Konumuz açısından önemli olan husus, 19. yüzyılda Avrupa’da başlayan milliyetçilik akımlarının, Batı Türklüğü’nün hâkimiyet sahalarında yankı bulması ve azınlık milliyetçiliklerinin Osmanlı Devleti’ni sarsmasıdır.
Batıcılık-Avrupacılık akımlarının etkisindeki Osmanlı aydını, meseleyi insan hakları ve demokrasi konusuymuş gibi algılamış, Tanzimat Fermanı’nı kurtuluş reçetesi olarak kabul etmiştir. 1789-1850 yılları arasında batıda yaşanan olaylar, Osmanlı’nın devlet felsefesinin sanki encamını müjdeler gibiydi. Bu süreç, masonlar gibi uluslararası demeklerin Osmanlı’da hâkim oldukları ve ayrılıkçı Rum, Ermeni, Bulgar derneklerinin Osmanlı’yı parçalama faaliyetlerini yoğunlaştırdıkları bir dönemdir.
Tanzimat Fermanı, ‘iktidar kayması’dır. Halkın çoğunluğu Tanzimat’ı ‘devletin aymazlığı’ olarak görmüştür. Tanzimat Fermanı ile gayr-i Müslimlere tanınan imkânlar kendilerince ‘yetersiz’ bulunuyordu. Yeni Osmanlılar için, Tanzimat yeterince ‘radikal’ değildi ve ‘halktan kopuk’tu. Sonuç olarak Tanzimat fermanı, sosyal yapıyı etkilemesine rağmen Jakoben bir uygulamadır. 1839-1876 arasını kapsayan Tanzimat döneminde millet kavramının yerine vatandaşlık ikame edilmeye çalışılmıştır.  Bu çalışmanın tek taraftarı bürokratik kadrolardır.
Tanzimat’tan yaklaşık 50 yıl sonra, 1876’da yapılan 1. Meclis-i Mebusan seçimlerinde ortaya çıkan tablo dahi uykudan uyanmamıza yetmemiştir.
18 Mart 1877’de çalışmalarına başlayan ilk Meclis-i Mebusan’ın üyeleri, vilâyet, liva ve kazaların idare meclisleri üyeleri arasından seçildi. Elli bin oya bir vekil hedefleyen sistem üzerine yapılan seçim sonucunda, 133.367 Müslüman erkeğine 1 vekil düşerken, 107.557 Hıristiyan erkeğe 1 ve
18.750 Yahudi erkeğe 1 vekil olarak neticelenmiştir. Böylece mecliste 71 Müslüman, 44 Hıristiyan ve 4 Yahudi vekil yer almıştır. Bu meclis, üç ay görev yaptıktan sonra, 28 Haziran 1877’de dağıldı.
2. dönem meclis seçimlerinde ise durum daha da kötüleşmiş: Meclis-i Mebusan’a seçilen 96 üyeden sadece 56’sı Müslüman’dır; Boşo Efendi de bu mecliste milletvekilidir.
Maliye Bakanlığı’na atanan Ermeni asıllı Boşo Efendi, ‘Osmanlı Bannkası ne kadar Türk ise ben de o kadar Türküm’ demiş ve O’nun cezasını, Tanrı ibretlik şekilde vermiştir: Bir gün atla giderken, köpek saldırısı sonrası attan düşerek ölmüştür.
4 Aralık 1908 -1912 dönemi Meclis-i Mebusan’ında 142 Türk, 134 gayri Türk (60 Arap, 25 Arnavut, 23 Rum, 12 Ermeni, 5 Yahudi, 4 Bulgar, 3 Sırp, 1 Ulah, 1 Asuri) mebus bulunmaktaydı.
Osmanlı’nın son 50 yılında giderek artan bir ilgiye mazhar olan Türklük ideali ve şuuru, devlet kademesindeki kadrolar (İttihat ve Terakki Partisi) tarafından devlet politikalarına sokulmaya çalışılmıştır. Ancak bu gayretlerde de, temel amaç olarak şahsî beklentiler ve partinin menfaatlerinin ön plana çıktığını görmekteyiz. Ne yazık ki, Türk Dünyasının birleşmesi gibi ulvi bir amacın peşindeki İttihat ve Terakki, devletin yeniden yapılanmasını düşünmemiştir.
İttihat ve Terakki, sonuç olarak, Osmanlı yapılanması ile akılcı olmayan dış politikalar yürütmeye çalışmıştır. 
Son 500 yıllık dönemde, millî devlet fikrini, sadece Atatürk siyasî gündemimize getirmiştir. Bununla beraber, İstiklâl Savaşı’nı yürüten ve Cumhuriyeti hazırlayan kadrolar, Osmanlı Devleti’nde yetişmiş kadrolardır. Mustafa Kemal Paşa ve etrafındakilerin öncelikle Osmanlı Devleti’nin subayları ve eşrafından olduğu unutulmamalıdır. 
Mustafa Kemal; 1905’de topçu stajı için Şam’a gitmeden önce Beyrut’ta yaptığı bir konuşmada şunları söylemektedir: ‘Dâva yıkılmak üzere olan imparatorluktan, önce bir Türk Devleti çıkarmaktır.’ 
Çetinoğlu: Tekrar geri dönmek üzere zaman tünelini hızla aşıp günümüze geldiğimizde -olup bitenlerden ders alarak- yapılabileceklerle ilgili bir hüküm verebilir misiniz?  
Erzurumlu: Değişen ve gelişen dünyada, Türk Milleti, post-modern imparatorluklar, etnik azınlık milliyetçileri veya milletlerarası sermaye grupları kadar birlik-beraberlik içinde, yeterli dinamizmi göstermediği takdirde, sonuç, düşünülemeyecek kadar kötü olabilir. Burada asıl görev de Türkçülere düşmektedir.
Çetinoğlu: Özetlediğiniz ‘yaşanan olaylar’ üzerine devlet anlayışında değişiklikler olduğunu söylüyorsunuz. Ne tür değişiklikler oldu?
Erzurumlu: Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden itibâren, imparatorluklar tamamen dağılırken, dünya iki kutuplu hâle gelmiştir. Doğu ve batı imparatorlukları olarak da adlandırabileceğimiz bu yapıda, eski imparatorluklara ait olan ‘kuvvetli merkezî idare (bürokrasi-seçkinler), askerî güç, mensubiyet isteğini kışkırtan sosyo-ekonomik hayat, ihraç edilecek ideoloji, etki sahası, sömürge alanları özellikleri aynen devam etmiştir. Abartılmış tehlike (?) söylemleri ile ABD’nin ve Rusya’nın başını çektikleri NATO ve Varşova ittifakları, sömürge ve etki sahası olarak dünyayı ikiye ayırıp paylaşmışlardır.
Yirminci yüzyılın sonlarına gelindiğinde, Atatürk’ün 1933 yılında dile getirdiği ‘Sovyetler Birliği’nin dağılacağı’ hakkındaki görüşü gerçekleşmiştir. Atatürk’ün bu tespiti 1950’lerden sonra ABD tarafından değerlendirilmeye alınmış ve o tarihten itibaren Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonrası için planlar yapılmıştır.
1990’a kadar yaşayan, dehşet dengesine dayalı iki kutuplu dünyada, yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren sosyal hayatta ve devlet hayatını kökünden etkileyen değişiklikler olmuştur. Bu değişiklikleri hazırlayan faktör ise, bilgi çağına geçiştir.
Yaşanan bu değişimler, imparatorlukların (empeıyal devletlerin) strateji değişikliklerine sebep olmuştur. Özellikle 1. ve 2. Dünya savaşlarının sebebiyet büyük yıkım ve akabinde gelişen savaş teknolojisinin taşıdığı büyük yıkım riski, dünyayı dehşet dengesi ile yönetilir hale getirmiştir. Emperyal devletlerin kendi topraklarında mücâdeleyi ve hatta kütlevî yıkımı ve geniş savaş kayıplarını toplumlarına kabul ettirmeleri mümkün değildir. Bu sebeple gelişen nükleer silâhlara ve uzay teknolojisine karşılık, 20. yüzyılın ikinci yansından itibaren geniş (dünya) savaşlarının yerini dehşet dengesi ve 3. Dünya ülkelerindeki mahallî çatışmalar almıştır. Bu çatışmalar, gelişmiş ülkelerdeki silâh sanayii için pazar oluşturmuşlardır.
Emperyal stratejilerin 20. yüzyıldaki en temel araçları ‘bilgi yoğunlaşması’, ‘iletişimin artması’, ‘küreselleşme’ ve ‘sermayenin gelişerek milletlerarası güç haline gelmesi’, olmuştur.
Çetinoğlu: Bilgi çağının getirdiği değişiklikler neler oldu?
Erzurumlu: Bilgi çağının karakteristikleri, bilginin ticaret metaı ve mücâdele silâhı haline gelmesidir. Özellikle bilgi birikiminin iletişim sahasında kullanımı soğuk savaş döneminden itibaren emperyalizmin en temel yöntemdir. Artık tarım, buhar, sanayi çağları tamamlanmıştır. Tarım ve sanayi ürünleri, bilgi karşısında değersiz kalmıştır. Bilgi çağı öncesi, gelişmiş ülkeler tarafından, Üçüncü Dünya ülkeleri tarım ve hayvancılık konusunda teşvik edilmiştir. Söz gelimi ülkemizde üretilen binlerce tonluk tarım ürünleri, gemiler dolusu sanayi ürünlerinin değeri, basit bir cipte bulunan bilgi karşısında değersiz kalmaktadır.
Geçmiş asırlarda topla, tüfekle ve süngü ile gerçekleştirilen emperyalizm (sömürge sistemi), geçmiş yüzyılda ihraç edilen ideolojiler ve özendirilen hayat biçimi olarak kültür emperyalizmi haline gelmiştir. Bu yolla, silâhla ülke fethetmektense, kendi ülkelerini elleriyle teslim edecek yöneticiler oluşturulmuştur. On beş, on altı hatta on yedinci yüzyıllarda Avrupa’da Osmanlı (Türk) modasının hâkim oluşu ve dünyaya nizamın İstanbul’dan verilmesindeki ihtişam ile Okyanus aşırı veya komşu ülkelerde oluşturulan modaların ülkemize sokulması ve devletimizin bu modalarla yöneltilmeye kalkışılması arasındaki uçurum ürkütücüdür.
Bu acı durumun gelişmesinde en önemli etkenler, emperyalist devletlerin ihraç edecekleri ideolojilerinin olmasının yanında, iletişim teknolojileri vasıtasıyla millî kültürlerde meydana getirilen dejenerasyondur.
Bilgi çağının karakteristiği 2 kuraldan oluşur. Birinci kural: Üretilen bilginin uluslararası platformda kabulüdür. Bu bilginin uygulama (teknoloji) ve yaygınlaştırılma (sanayi) potansiyeli taşıması gerekir. Teknoloji ve sanayi aşamalarına geçemeyen bilgilerin değeri yoktur.
İkinci kural ise, çağın gereği olarak bilgi en büyük ticaret metaı olacaktır. Stratejik, ekonomik veya siyâsî açıdan değerli olan bilginin değeri yüksektir ve alıcısı çok olur. Keza, bu tür bilgileri üretenler, paylaşmaya sıcak bakmayacaklardır. Daha açık ifade ile gücü oluşturacak bilgi, ortalık yerde ve herkesin kullanımına açık olmayacaktır.
Çetinoğlu: Ekonomi ile devlet ilişkileri de önemli olmalı…
Erzurumlu: Gelişen bilgi-telekomünikasyon ve toplum mühendisliğinin yaygınlaşıp gündelik hayatımızı etkilediği çağımızda milletlerarası ilişkiler, sermaye grupları üzerinden gerçekleştirilmektedir. Denebilir ki, 21. yüzyılda milletlerarası ilişkileri düzenleyen faktörlerin başında ekonomi gelmektedir.
Millî ekonomisini kuramamış devletler, milletlerarası sermayenin ve dolayısıyla onların mensup oldukları devlet ve milletlerin kontrolüne girmektedirler. Bu yol bir kez açıldığında, kendi devletinden- milletinden önce başkalarının menfaatlerini koruyan; ruhunu evrensel şeytanlara satmış sermaye çevreleri gündeme gelmektedir.
Olaya millî kaynaklarımız açısından baktığımızda: Son 8 yılda Türkiye’de Telekom, araziler, yeraltı ve yerüstü zenginliklerimizin neredeyse tamamı küresel sermayeye veya onların komisyoncularına (ortak olan yerli şirketlere) satılmıştır.
Son sekiz yılda, hükümetlerimizin kullandığı para 175 trilyon TL’dir. Paralel olarak borçlarımız 550 milyar doları aşmıştır. Buna rağmen işsizlik oranı % 20’lerdedir. Şehirlerdeki genç nüfusa ait işsizlik oram ise % 24’ü bulmaktadır.
Küresel sermayenin millî kaygıları yoktur. Dahası, millî kaygıları olan-millî reflekslere sahip kişi ve kurumları engel olarak görür. Küresel sermayenin, harcanan 175 trilyon TL’den üretime yönelik yatırıma ayrılan payın yok denecek düzeyde olmasından da şikâyeti yoktur. Aksine, üretimi amaçlamayan yatırımların, tüketim ekonomisini artıracağını ve ülkenin dış üretim için pazar hâline geleceğini sevinçle kabul eder. Bu amaçla, Karadeniz sahillerindeki Pontusçuluk, Ege sahillerindeki Yunancılık çalışmalarından rahatsızlık duymaz ve hatta destek olur. İçimizdeki küresel sermayenin komisyoncuları da onlara maşa ve destek olurlar. Küresel sermaye ve komisyoncuları için Türkiye 73 milyonluk pazardır. Üretiminin yok edilme düzeyine geldiği, dış desteklerle yalancı baharların yaşandığı, insanlarının tembelliğe itildiği pazardır. O kadar ki, asırlardır tarım ve hayvancılık ülkesi olarak bilinmesine karşılık, canlı hayvan, et, tahıl ve tohum ithal edecek duruma düşürülmüş pazardır. Olay, ‘balık tutmayı öğretmektense, hazır balık vererek balıkçılığı unutturmak’ değerlendirmesine uymaktadır.
Millî sermaye, -şüphesiz tabiatı gereği kârı amaçlar, ancak bunun yanında- üretimi ve millî menfaatleri savunur. Ancak unutulmamalıdır ki, millî sermayenin gelişmesi de siyâsî iktidarların alacağı tedbirlerle mümkün olabilir. Bundan dolayıdır ki, ‘her iktidar kendi zenginlerini yaratır.’ kanaati yaygınlaşmıştır. Maalesef, ‘iktidarların yarattığı kendi zenginleri’ de kendi doğrultularında olmaktadır. 
Çetinoğlu: Küreselleşmenin devlet yapısını üzerindeki etkilerini tahlil eder misiniz?
Erzurumlu: İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan iki kutuplu Dünya’da, topyekûn savaşın meydana getireceği ölümcül ve yıkıcı sonuçlar karşısında emperyalizm metod değiştirmiş ve ‘kültür emperyalizmi’ esas hâline gelmiştir. Kültür emperyalizminin nasıl olduğunu anlayabilmek için bazı temel konuları açıklığa kavuşturmaya ihtiyaç vardır. Hedef devlette kültürel yozlaşma, hâkim devlete ait ihraç edilecek ideoloji, iletişim teknolojilerinin yaygınlaşması, globalleşme ve bütün bunların koordinasyonuyla birlikte uygulanan toplum mühendisliği gibi…
Kültürel yozlaşma, hedef alınan toplumların öz benliklerinin yıpratılması ve sosyal dayanışmanın yok edilmesini amaçlar. Sosyal dayanışmanın, millî-mânevî değerlerin yıpratılması toplum yapısının yıpranmasına yol açar. Maalesef, Türkiye Cumhuriyeti, 1938’ten beri kültür emperyalizmine açıktır…
Çetinoğlu: Kültür emperyalizmine açık olmanın sonuçları neler olur?
Erzurumlu: Küreselleşme karşısındaki siyasî kültür dört şekilde olabilir: Milliyetçi-vatansever / beynelmilel-kozinopolit.  Milliyetçi kültür, temel değerlerini milletten alan, millî-mânevî değerleri savunan görüştür. Örnek vermek gerekirse, Türk olan her yeri ve her inşanı kendisine temel kabul eder. Vatansever kültür, temel değer olarak coğrafi sınırları kabul eder. Millet anlayışı coğrafyaya bağlıdır. Dolaylı olarak soy ve kültürü reddeder. Son yıllarda bazı siyâsîlerimiz tarafından dile getirilen vatandaşlığa bağlı millet anlayışı bu görüşün ifadesidir. Bu ifadeyi dillendirenlerin çoğunluğu, aslen ve soy olarak kendilerini Türk hissetmeyen ve bunu ifade etmekten çekinenlerdir. Beynelmilel kültür, kendi kültürüne inanmakla birlikte, millî kültürümüzü diğer kültürlerle eşdeğer ve diğerlerinden farksız olduğu görüşüne sahip insanlara hastır. Kozmopolit olanlar ise millî kültürle hiçbir ilişkisi olmayan; millîlik vasfını tümüyle reddeden kişilerdir.
Mahalle baskısı adı altında sosyal kontrol mekanizmalarının yıkılması, kişi hürriyeti adına toplum tarafından ‘ayıplama’, ‘kınama’ veya ‘dışlama’ ile cezalandırılan davranışların ‘normal’ kabul edilmesi, millî değer yargılarımızın yıkılması ile sonuçlanmaktadır.
Kişi hürriyeti adına her türlü edepsizliğin hoş görülmesi sosyal çürümenin başlangıcıdır. 
Toplumumuzda son elli yıllık dönemde, cinsel sapkınlığını ön plana çıkaran bazı kişilerin sanatçı adı altında topluma sunulmaları bu işin başlangıcı olmuştur. Dinî inançları oluşmamış veya az gelişmiş kişilerin, inananlara karşı saygı sınırlarını aşan davranış ve söylemlerine ‘inanç hürriyeti adına’ hoşgörü ile yaklaşılması, toplumumuzun en temel çimentolarının başında gelen dinî inançlarımızın sulandırılmasına yol açmıştır.
1980lere kadar millî ve manevî reflekslerimizin bir şekilde korunmuş olmasına karşılık, sonraki dönemlerde, -toplumsal yapımızla tamamen ters düşen- liberalizm uygulamaları ve ferdî menfaati her şeyin önünde tutan, fırsat düşkünü bir ‘insanlar topluluğu’ hâline getirildik.
Ülkemizde 1980’den sonra, artan haberleşme ve kitle iletişim araçları, batı kültürünü ve hayat tarzını, millî kültürümüzün yerine yerleştirmeye başlamıştır. 1800’lerden itibaren başlayan batlılaşma gayretimiz ve isteğimiz, öz benliğimize yabancılaşmamızı daha da hızlandırmış; kültür emperyalizminin yoğunlaşmasına zemin hazırlamıştır. Kozmopolit aydınlarımızın ve yöneticilerimizin, millî kültüre düşmanlık derecesinde karşı çıkışlarının yanında, Avrupa’dan veya Amerika’dan ithal edilen kültürlere gösterdikleri aşırı ilgileri ve onları benimsemeleri, batı tipi hayat tarzını, -özellikle büyük yerleşim yerlerinde- hâkim kültür hâline dönüştürmüştür. 1990’dan sonra ortaya çıkan Türk coğrafyasını ve sosyal-siyâsî-ekonomik potansiyelini, kendisi için tehlike gören kuvvet odakları, küreselleşmeyi gündemde tutmuşlardır. Sovyetler Birliği zamanında, Türk Dünyası’nda uygulanan alfabe, dil ve kültür değişmelerinin yol açtığı olumsuz sonuçlar aşılamamışken, küreselleşme sonucu öz kültürümüze yabancılaşma Türkiye Cumhuriyeti’nin diğer Türk Devlet ve Topluluklarındaki etkilerini önemli ölçüde engellemiştir. Yüz yıllık çalkantılı dönemin sonunda Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan ve bütün orta Asya Türklüğü ile tercümanla konuşur duruma düşmekten ders almamışçasına; bugün Türkiye’de çevre ile büyük kentler arasında aynı dille anlaşamayan bir topluluk hâline gelmiş durumdayız.
Küreselleşmenin ve bilgi çağının önemli bir avantajı olarak sunulan bilgi ve teknoloji transferi ise, maalesef çağdaş düzeye ulaşmamıştır.
Toplumsal ayrışma, parçalanma düzeyine kadar ulaşmıştır. Toplumun genel kabullerine aykırı gelen davranışların yaygınlaşması ise çok daha vahimdir…
Çetinoğlu: Dünyada yaşanan değişiklikler Türkiye’yi nasıl etkiledi?
Erzurumlu: Geçmişte, mutlak hâkim ve her şeyi yapan, büyük devlet anlayışının yerini, ‘küçük, dinamik ve kontrol edici devlet’ almıştır. Günümüzde kabul edilen en yaygın devlet konsepti budur. Bunun sonucunda, devletin elinde bulunan kâr getiren üretim-tüketim kurumları özel sermayeye terk edilmiştir. Kısa deyimi ile devlet, lâstik, elbise, otomobil üreten iş sahalarından çekilerek, daha çok hizmet sahasında ve stratejik önemi olan veya sermaye gruplarının gücünün yetmediği büyük iş sahalarında bulunmaktadır. Öte yandan, özelleşen hizmet, üretim ve tüketim sahalarındaki işlevlerinde kontrol-denetim işlevinin baskınlaştığı görülmüştür. Bu durumun açıklaması, ‘küçük, dinamik ve kontrol edici’dir. 
Özellikle devletçi yapı arzeden, bizim gibi ülkelerde devletin elindeki kurumlar özelleştirilirken belirli sermaye çevrelerine özel imkânlar sağlanmakta ve sermaye grupları iktidar erkini kullananlar tarafından kuvvetlendirilmektedir. Millî sermayenin yeterince gelişmediği ve milletlerarası sermaye ile yarışamayacağı şartlarda, özelleştirme işlemleri devlet ve millet imkânlarının gayrı millî çevrelerin kontrolüne girmesine yol açmaktadır. Eşyanın tabiatı gereği ‘kâr’ takip eden sermaye, milletlerarası ilişkilerin gelişmesiyle millîlik vasfını göz ardı etmektedir.
Çetinoğlu: Çok teşekkür ederim. Son derece kapsamlı, isâbetli görüşler sundunuz. 

Prof. Dr. KENAN ERZURUMLU:

Amasya İli’nin Suluova İlçesi’nde 1952 yılında doğdu. 1962 yılında Merzifon’da Cumhuriyet İlkokulu’ndan, 1968 yılında Merzifon Lisesi’nden, 1974 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden diploma aldı. 1981 yılında Genel Cerrahi Uzmanı, 1991 yılında Doçent, 1996 yılında Profesör oldu. 

1976’dan 1981 yılına kadar ABD’de Genel Cerrahi alanında çalıştı. Tokat’ın Turhal İlçesi Devlet Hastahânesi’nde Başhekim olarak tâyin edildi. 1991 yılında Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Genel Cerahi Uzmanı olarak göreve başladı. 1996 yılında aynı üniversitenin Uygulama Hastahânesi Baştabi oldu. 2011 yılından itibâren Cerrahi Bölüm Başkanı olarak çalışmaktadır. 

Prof. Erzurumlu, Evli, 2 evlat babasıdır. İyi derecede İngilizce bilmektedir.    

Web Sitesi:  http://www.kenanerzurumlu.com
E-posta:  kerzurum@omu.edu.tr

 

 

Önceki İçerikİnsansız Adalet Olmaz Ama Adaletsiz Bakanlık Oluyor
Sonraki İçerik“Milliyetçiyim” ve “Ulusalcıyım” diyen Milletvekillerine Son Çağrı
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.