Eğitimin Öğretmene Bakan Yönü

86

Öğretmen’in lüzûmu zarurî. Çünkü Kitap; okunmak ve anlaşılmak içindir. Okuyucusu olmayan Kitap hiç hükmündedir. Kitabı okutacak olan ise Öğretmen’dir. Müzede rehber neyse, okulda da Öğretmen odur. Müze mihmandarsız bırakılamayacağı gibi okullar da Öğretmen’siz olamaz.

En iyi intibanın ilk intiba olduğunu Öğretmen asla unutmamalı. İlk gireceği sınıflarda ve ilk karşılaşacağı Öğrenci’lerde, bu görünüm ve görüntüsünün, olumlu – olumsuz etkileri olacağını bilmeli. Sene boyu rahat veya huzursuzluğu bu ilk intibaına bağlı olacağını hatırdan uzak tutmamalı. Bu husus  -özellikle-  her ders yılında yerine getirilmesi gereken bir vecîbe sayılmalı. Hattâ her öğretim yılı başında, Öğretmen kendisini yenilemesini bilmeli. Tecrübelerinin ışığında daha nasıl bir  metod uygulaması gerektiği hususunda kendisini yoklamalı. İlk defa Öğrenci karşısına çıkıyormuş, ilk defa ders veriyormuşcasına tatlı bir  heyecan duymalı. Böylece Talebe’nin de yeni bir şevk ve arzuyla derslerine sarılması sağlanmış olur. Çünkü duymayan duyuramaz, hissetmeyen hissettiremez.

Öğretmen; giyim – kuşam aşırılıklarından uzak, ciddî ve sade olmalı. Hafifliklerden de kaçınmalı. Çünkü Öğretmen; Öğrenci’nin taklit ettiği, onun gibi olmak istediği önemli bir şahsiyettir. Öğrenci henüz ekilmemiş tarla gibidir. Öğretmen’in her şeyi birer tohum hükmündedir. Öğrenci’de zemin bulur, yeşerir. O kadar ki Öğrenci anne-babasından daha çok Öğretmen’in dediklerine değer verir. Ve hattâ ebeveynine karşı Öğretmen’i savunur. Bu bakımdan Öğretmen çok dikkatli olmalı. Âdeta Öğretmen, Öğreci’nin gözetimi altındadır. Üstelik bu gözetim, sadece okula inhisar etmez. Okul dışında da Öğretmen tavır ve davranışlarında titiz ve dikkatli olmalı. Her an gözetim altında bulunduğunu unutmamalı.

Öğretmen, iyice bilmediği, bilip de hazmetmediği bilgiyi, Öğrenci’ye sunmamalı. Önce kendisi, konuyu bir güzel anlamalı, mes’elenin posalarını ayıklamalı, zararsız ve yan etkisiz olan özünü Öğrenci’ye vermelidir. Nasıl ki, koyun ot yer fakat yavrusuna süt verir. Öğretmen de koyun gibi olmalı. Kuş gibi olmamalı. Çünkü Kuş yavrusuna hazmetmediği kay verir.

Öğretmen konuyu anlatırken  -zaten kayıtlı olan-  ders zamanını iyi değerlendirmeli. Çünkü dersi doldurmak aslında çok kolay. Zor olan ve istenen, o belirli vakitte konuyu işleyebilmektir. Zira konuyu Talebe’ye ana çerçevesiyle aktarabilmiş olmak büyük önem taşır. Ders öyle işlenmeli ki, konuyla ilgili, söylenmesi gereken her şey söylenmeli. Konuya uzak unsurlara ise, asla yer vermemeli. Bunu gerçekleştirmek için, karşıtı çürütmek yerine, asıl konuyu anlatmalı. Konuya zıt şeylere değinmek ihtiyacını hissederse, bunu detaylarına girmeden, yâni öğrencinin zihnini yanlış ve eğrilerle bulandırmadan yapmalı. Asıl çabası, esas konuyu Öğrenci’ye sindirmek olmalı.

Öğretmen branşını iyi ve etraflıca bilmeli. Çünkü bir konuyu tam olarak anlatabilmek için, konuyu bütün yönleriyle bilmek gerek. Zira her konunun, her bir mes’elesinin sâhanın her konusuna bakan birer  yönü vardır. Tıpkı halının ortasına konan nakşın, halının her tarafından oraya gelen iplerle ilişkisi olduğu gibi.

Öğretmen’in her doğruyu doğru diye söylemesi de doğru değil. Çünkü zamansız söylenenler, öğrenmeye ve Öğrenci’ye engel teşkil eder. Hattâ Öğrenci’yi ümitsizliğe, başarısızlığa iter. Tıpkı komutanın askere plânı bütün detaylarıyla anlatmasının veya tehlikeden haber vermesinin sakıncalı olması gibi. Çünkü asker, bilmekten değil, tatbikten ve

başarılı olmaktan sorumludur. Bunun gibi Talebe de sadece önüne konan konuyu halletmekten sorumlu tutulmalı. Dolaylı konularla dikkati dağıtılıp, yapamayacağı duyguya düşürülmemeli. Özellikle sosyal konularda bu husus daha da önemli. Doğru diye, olmuş

diye yanlışları iyice gözler önüne sermek, niyet ne olursa olsun, zihinleri bulandırır. Yanlış ve çirkinliklere tasvirsiz olarak yer vermeli. Hemen işin doğrusuna geçmeli. Tıpkı hasta olup da tedavisine koşmaktansa, hasta olmamaya bakmak gibi.  Özellikle, gerçek ve hakikati  nazara vermek üstünde durmalı.

Öğretmen Öğrenci’ye hitap ederken çok dikkatli olmalı. Şüphesiz o da insan. Kızacağı, sinirleneceği anlar olur. Tabii, olmaması en ideali. Fakat kızacağı tutarsa, asla Öğrenci’yi küçültücü, onu hor görücü ve Öğrenci’ler arasında izzet-i nefsini kırıcı sözler sarfetmemeli. Çünkü, bu, Öğrenci’yi hem Öğretmen’den hem de dersten soğutur. Onda onulmaz yaralar açar. Zira bedensel yaralar iyileşir. Fakat kırılan izzet ve şahsiyet yaraları pek derindir. Kolay kolay iyileşmez. Meselâ Öğrenci çalışmıyor, tembellik yapıyorsa, ona: “Seni gidi tembel, aptal, haysiyetsiz, niçin çalışmıyorsun?” gibi kırıcı ve incitici ifadeler yerine: “Benden daha iyi bir hâfızaya sahipsin. Genç ve dinçsin. Anlayacak yaşta ve baştasın. Başarmaman için hiçbir sebep yokken niçin çalışmıyorsun?” derse;  böyle bir girişten sonra Talebe’ye yüklenirse-tabii bu minval üzere-  Öğrenci söylenenlere alınmayacak ve toparlanmanın yoluna bakacak.

Öğretmen, teşvik edici, kolaylaştırıcı olmalı.  Zorlaştırıcı ve ümit kırıcı olmamalı. Meselâ sözlüye kaldırdığı bir Öğrenci’ye: “Oğlum, hakkın beş ama ben sana çalışasın diye altı veriyorum.” Demesi, Talebe’yi daha çok çalışmaya iter. Unutmamalı ki, Öğrenci’yi canlandıracak ve harekete geçirecek olan , başaracağına inanması. Başarısız kılacak olan ise, bu inancını kaybetmesidir. Talebe’ye yapabileceği, başarabileceği şeklinde telkînatta bulunmalı. Aksi ifadelerden kaçınmalı. Öğretmen Talebe’yi kazanmaya hep kazanmaya çalışmalı. Öğrenci ne kadar ateş gibi olursa da, Öğretmen hep su gibi olmalı. Çünkü ateş suya zarar veremez ama, su ateşi söndürür. Öğretmen su gibi aziz olmalı.

Öyle zaman olur ki, Öğretmen’in sarfettiği bir kelime, sınıfı tamamen karşısına almasına sebep olur. Bazen de Öğretmen’in küçük bir hareketi, Öğretmen’i Öğrenci gözünde öyle büyültür ki, artık o sınıfı istediği hedefe rahatlıkla götürmenin sırrını elde etmiş olur. Öğretmen unutmamalı ki, söz sihir gibi tesir eder. Ya zehir olup dimağına akar veya bal gibi şifa olur onu diriltir. Meselâ ders esnasında uyuyan birine: “Hadi oğlum kalk ve yüzünü yıka gel.” Demesi, hem Öğrenciyi mahcubiyete sokarak, yaptığından nâdim eder, hem de sınıfın sevgisini Öğretmen üstüne çeker. Çünkü durum, azarlamayı gerektiren bir hâl iken; böyle yaptığı takdirde  -sınıf muhabbeti sebebiyle-  sınıf  -kalben-  hakarete  uğrayan talebeden yana bir durum sergilemeleri  muhakkak iken, Öğretmen’in bu jesti, bütün sınıfı bir anda kendisine hayran ettirir.

Öğretmen, Talebe’nin her şeyini görmemeli. Her söylediğini duymamalı. Her şeyin üstüne gitmemeli. -Tabir uygunsa-  Öğretmen biraz kö r, biraz sağır olmalı. Yâni bazen görmezden, bazen bilmezden ve bazen de duymazdan gelmeli. Çünkü tembel ve haşarı bir Talebe’yi: “İyisin iyisin.” Diyerek düzeltmek mümkün olduğu gibi, normal bir öğrenciye de yerli yersiz: “Kötüsün kötüsün!” diyerek  hoyrat bir duruma düşürmek çok rastlanan bir husustur.

Öğretmen – Öğrenci ilişkileri de çok nâzik bir konu. Öğretmen ne Öğrenci’leriyle sıkı fıkı

olup etkinliğini zayıflatmalı. Ne de soğuk davranıp, sevecenliğini yitirmeli. Çünkü her ikisi

de Öğretmen’in başarısını engeller. Sıkı fıkılık, Öğrenci’yi gevşeklik ve tembelliğe, sertlik ise dersten soğumasına yol açar. Öğretmen dengeyi iyi kurmalı. Eskide enteresan bir örnek

 

463

vardır: Bir medrese hocası, kör bir kuyuya düşer. Uzatılan ipe ise ancak  kendi Talebe’leri tutup çekmemek şartıyla ipe tutunur ve kurtulur. Çünkü insan iyiliğin kuludur. Hoca böyle bir tavır sergilemekle, minnet duygusuna kapılarak adaletsiz davranmaktan kendini korumuş olur.

Öğrencileri -genellikle-  üç grupta düşünmeli. Üstün, Orta ve Alt düzeydekiler. Öğretmen

dersini, sadece Üst düzeydekilerin anlıyacağı bir seviyede anlatırsa, Orta ve Alt seviyedekiler

 bir şey anlamaz. Alt düzeydeki Öğrencilerin seviyesine göre anlatırsa, üst düzeydekilerin alaycı bakışlarına hedef olur. Öğretmen Orta tabakaya göre dersini anlatmalı. Ta ki her düzeydeki Talebe anlasın. Ne Alttakinin gocunmasına ne de Üst düzeydekilerin Hocayı hafife almalarına gerek kalsın. Nitekim bir Öğretmen, ilk dersine büyük bir heyecan ve ciddiyetle girer. Üst düzeydekilere hitaben yüksek seviyede bir ders yapar. Bütün Talebe sessizce ve büyük bir ilgiyle onu dinler. Nihayet zil çalar. Öğretmen ilk dersini çok güzel bir şekilde vermiş olmanın memnuniyeti içinde sınıftan çıkar. Arkadan bir Talebe koşarak yetişir ve der ki: “Hocam siz çok güzel bir ders anlattınız. Fakat biz bir şey anlamadık!”

Öğretmen’in asıl görevi, Öğrenci’yi hayâta hazırlamak olduğuna göre, Öğretmen herşeyin güzel tarafını görmeyi öğretmesini bilmeli. Özellikle, herşeyin güzel tarafını düşünmek gerektiğine dikkat çekmeli. Yine Öğretmen ancak böyle bir anlayış  ve yorumlayışla hayattan lezzet alınacağını gençlere benimsetmeli.

Öğretmen Öğrenci’ye çalışma zevki vermeli. Rahatlığın ve kolaylığın zorda yâni çalışmakta olduğunu  göstermeli. Aslında çalışmak kolay, tembellik zor. Çünkü en bedbaht, en sıkıntılı olan Talebe, çalışmayan Talebe’dir. Zira çalışmamak, hareketsiz kalmak, varlığımızı unutmak, onu yok saymakla birdir. Ancak çalışkan Öğrenci, öğrenciliğinin bilincindedir.

Her Öğrenci Altın, Gümüş, Elmas gibi birer madendir. Madenler çeşitli şekillere girer. Fakat yine o madendirler. Meselâ Altın Tas, Altın Bilezik, Altın Küpe vs. bütün bu şekillerde Altın yine Altın’dır. Bu şekillere giren Altın fıtratından, yaratılışından yâni cevheriyetinden bir şey kaybetmemiş, sadece Altın’lık keyfiyeti çeşitli sûretler almıştır. İşte Öğrenciler de birer maden gibidir. Eğitim ve Öğretim, onların fıtratında mevcut kabiliyet ve istidatları yok etmeye veya değiştirmeye kalkmamalı. Bu zaten imkânsız. Ya ne yapmalı? Eğitim bu kabiliyetleri keşfederek, meşru zeminlere kanalize etmesini sağlamalı. Eğitim bu rehberliği yapmazsa, o kabiliyetler yine kendisini gösterecek ama başıboş bir akış sergileyerek.

Demek Eğitim’den maksat; karışıcı değil, yol göstericilik olmalı. Yine Eğitim’den gaye, Öğrenci’nin nasıl bir maden olduğunu keşfetmek ve onun başarabileceği sâhaları ona göstermek, bu hususta Talebe’nin elinden tutmak  olmalı. İşte Eğitim ancak bu suretle yâni bu keşfinde isabet eder ve iyi bir yol göstericilik yaparsa amacına ulaşır.

 

464

Önceki İçerikAğlaya Ağlaya Çıksam Dağlara!!!
Sonraki İçerikİnsana Yatırım Yapan Önderler
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.