Emekli Diyanet İşleri Başkanlığı Başmüfettişi Türk İnkılap Tarihi Uzmanı Sosyolog Dr. ABDÜLKADİR SEZGİN ile derin sohbet
‘DİN İNSANIN KULLANMA KILAVUZUDUR.’
Oğuz Çetinoğlu: Hocam, din olgusunun târifi ile sohbetimize başlayabilir miyiz?
Dr. Abdülkadir Sezgin: Bana göre din, Allah’ın insan adıyla dünyaya gönderdiği ruh ve bedenden müteşekkil varlığın kullanma kılavuzudur.
Yani aldığımız elektronik aletin yanında verilen prospektüs gibidir. Yani Allah tarafından gönderilmiş dinlerde din, ruhumuzu ve bedenimizi daha iyi, daha doğru kullanma kılavuzudur.
Böyle anlayacak olursak hem ruhumuzu hem bedenimizi doğru kullanacağız. Bu bakış tarzı bize farklı ufuklar da açabilir.
Çetinoğlu: Yüce dinimiz geçmişe, güne ve geleceğe şâmil bir ilim olarak nâzil oldu. Baktığımızda, telakkilerde değişiklikler olduğu gözlemleniyor.
Sezgin: Evet! Dinî telakkilerimizde gittikçe bozulan, yozlaşan şahıslara, cemaatlere, tarikatlara, siyasî partilere göre bir din algılaması, bir Müslümanlık târifinin ortaya çıktığı dönemde yaşıyoruz. Aslında bu yozlaşma kendiliğinden olmuyor. Bunu kuran ve topluma sunan birileri var.
Çetinoğlu: ‘Din stratejisi’ veya ‘Dinler stratejisi’ adı ile bir kavramdan söz ediliyor…
Sezgin: George Walker Bush, 20 Ocak 2001 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri’nin 43. başkanı olduğunda düşünce ve istihbarat kuruluşları bir fikir geliştirdi:
Tanrı dünyayı ve insanları nasıl yönetiyorsa Amerika da öyle yönetmelidir. Çünkü dünyanın en büyük süper gücü Amerika’dır. Amerikan Başkanı bu gücün sahibidir. Bu güç de Tanrı gücü gibidir. Bunun için ‘Strategy god / Tanrı Stratejisi’ adını verdikleri bir kavram geliştirdiler.
Bunun fazla abartıldığı kanaatine varılmış olacak ki, biraz gevşettiler ve ‘Strategy of Religions / Din Stratejisi’ veya ‘Dinler Stratejisi’ dediler.
Yönetmek istediklerinin, sömürülmek istenen kitlelerin Hıristiyan veya Museviliğe mensup olanlar değil, Müslümanlar olduklarını gördüklerinde de yeni bir tanım ortaya çıktı. ‘Strateji of İslam’ yani ‘İslam stratejisi’
Çetinoğlu: Stratejinin içeriğinde neler var?
Sezgin: Bu strateji, İslam’ın hangi coğrafyada, ne zaman, hangi mezhep veya anlayışının kime veya kimlere karşı nasıl kullanılacağı üzerine yapılmış çalışmaları içeriyor.
Ülkemizde din stratejisi veya İslam stratejisi üzerine yapılmış çalışmalar göremiyoruz. Bugün savaşların devam ettiği bütün coğrafyalar Müslümanların yaşadığı coğrafya, iç karışıkların yaşandığı yerlere bakarsak; bahardı, yazdı, kıştı, sıcaktı, hepsi Müslümanların yaşadığı yerlerdir. Bu yerlerin eski Osmanlı toprakları olduğu da hatırlanmalıdır.
Ve bütün tartışmalarının çıktığı, din anlayışının yozlaştırılarak karışıklıkların yaşandığı alanlar İslam coğrafyasıdır.
Tam bu noktada şunu söylemek lazım: din algılamasından başlayarak, her şeyi yerli yerine oturtmak ve geçmişimize dönerek ve kendimize gelerek meseleye yeniden bakmak mecburiyetindeyiz.
Çetinoğlu: Din adamı ve sosyolog olarak siz meseleye nasıl bakıyorsunuz?
Sezgin: Bugün kaybettiğimiz, aramızda yaşarken unuttuğumuz birtakım tanımlar var. Eskiden ‘ehl-i kıble’ kavramı vardı. Ehl-i Kıble’yi kâfir sayamazdık, aleyhinde konuşamazdık. Çünkü aynı kıbleye birlikte yöneliyor, aynı ibâdetleri yapıyorduk.
‘Ümmet-i Muhammed’ tanımı vardı, Ümmet-i Muhammed’in aleyhinde bulunulmazdı. Hepimiz ‘Allah’ın kulu’ ve Hz. Muhammed’in ‘ümmeti’ olduğumuzun idrâki içindeydik.
Çetinoğlu: Günümüzde durum nasıl?
Sezgin: Şimdi artık ‘bizim cemaat iyi’, ‘sizin cemaat kötü’, ‘bizim tarikat iyi’, ‘sizin tarikat kötü’ye döndük, hatta cemaat ve tarikatlar da iç kavgalara, bölünmelere sürükleniyor.
Herkesin dini -nerdeyse- kişileşti. Menfaate dayalı dinler zuhur etmeye başladı veya menfaate dayalı dinler çıktı, yeni Müslümanlıklar zuhur etti.
Çetinoğlu: Nereden ve neden çıkıyor?
Sezgin: Bunların kendiliğinden çıktığı kanaatinde değilim. O zaman bizim toparlanıp yeni baştan Müslümanlığa bakmamız ve yeni baştan ‘Ümmet-i Muhammed’e ve ‘Ehl-i Kıble’ye dönmemiz lazım.
Ehl-i Kıble içerisinde Şiimiz var, Sünnimiz var, Vehhabimiz var, başka türlü inançlara sâhip olanlarımız da var. ‘Lailahe illallah Muhammedün Resulullah’ demek asıl değil mi? Tevhit asıl değil mi?
Saf Suresi, 4. âyette buyruluyor: ‘Allah, kendi yolunda, yan yana, kurşunla kaynatılmış gibi’ Müminler olmamızı istiyor
Müslümanlar olarak gelin hep birlikte sadece ibâdette değil, yüreklerimizde ve hayatımızda da ‘Kıble’ye dönelim ve ‘Ehl-i Kıble’ olduğumuzu, hep birlikte ‘Ümmet-i Muhammed’e mensubiyetimizi yeni baştan ilan edelim.
Çetinoğlu: ‘Lailahe illallah Muhammedün Resulullah’ asıldır dediniz. Peki yeterli mi?
Sezgin: Bütün hadis kitaplarında ‘Ebu Zer Gıfâri hadisi’ diye bilinen bir hadis var.
Ebu Zer Gıfâri soruyor:
-Ya Resulallah, kim cennete gidecek?’
-Lailahe illallah diyen gidecek.
-Ya Resulallah, bir adam şu şu günahları işlese de gider mi?
-Gider.
-Abdest almasa da gider mi, namaz kılmasa da gider mi? Şunları, şunları yapanlar da gider mi?
-Gider.
En sonunda, Resulullah, buyuruyorlar ki Arapçada ‘burnu sürtülesi’ diye bir tâbir var. Mehmet Sofuoğlu -Allah rahmet eylesin- onu Türkçe bir tâbirle hoş bir tercüme yapmış: ‘Ebu Zer’in aklı alsa da almasa da ‘Lailahe illallah’ diyen cennete gider.’
Allahın Resulü’ne başka bir yerde soruyorlar:
-Kim cennete gidemez? Cevap Veriyor:
-Yalan söyleyen cennete gidemez.
Demek ki ‘Lailahe illallah’ diyen ve yalan söylemeyen herkes cennete gider. Bunun Alevi olması, Kürt olması, Şii olması, Çingene olması önemli mi?
-Hayır.
Pertavsızı elimize alıp topluma baktığımızda, Türkiye’de üç grubu aşağıladığımız görülür: Halkımıza sorarsan:
– Kimin kestiği yenilir? Cevap hazırdır:
-Müslüman’ın ve Ehl-i Kitab’ın kestiği yenilir.
– Peki, kimin kestiği yenmez?
-Kadının kestiği yenmez, Çingene’nin kestiği yenmez, Alevi’nin kestiği yenmez.
Alevi, Çingene, Kadın eşit olmuyor mu? Bu ne biçim Müslümanlık?
– Hani Müslüman’ın kestiği yeniliyordu?
Sünni köyünde de, Alevi köyünde de aynı. Alevinin, Çingene’nin, kadın’ın kestiği yenmez.
Çetinoğlu: Hocam, Konyada görev yaptığınız zamanda başınızdan geçen bir tavuk kesme olayı var. Lütfeder misiniz?
Sezgin: Konya’da mevsim kış iken sokağın başında, bir elinde bir tavuk, diğer elinde bir bıçakla bekleyen teyzeye rastladım.
-Hayırdır ne bekliyorsun, dedim.
-Bir erkek gelsin de şu tavuğu kestireyim, diye bekliyorum.
-İzin verirsen ben keseyim.
-Olur yavrum, dedi.
Sonra yüksek bir sesle tekbir getirip, ‘Bismillah’ diyerek hayvanı kestim. Kanı akınca da, ‘buyur teyze, âfiyet olsun’ dedim. ‘Çok sağ ol yavrum, eline koluna sağlık’, deyip dua etti.
– Teyze beni tanıyor musun, diye sordum.
-Yok yavrum, dedi.
-Ben Aleviyim, dedim.
Teyze, Konya ağzıyla önce bir ‘vıyh’ diye garip bir pişmanlık sesi çıkardı ve:
-Al şu tavuğu, götür de sen ye, helali hoş olsun, ben bir tavuk alır, keserim, dedi.
Şimdi bu algılama doğru mu?
Hıristiyan, Ehl-i kitaptır diye keserse yeniliyor, Alevi’nin kestiği yenmiyor veya kadının kestiği yenmiyor, Çingene’nin kestiği yenmiyor.
Bu doğru bir Müslümanlık mı?
Kafalarda bu fikirler varken, eşitlik, kardeşlik, Hak, hukuk toplumda nasıl gerçekleşebilir?
Aman efendim bunlar çok teferruat şeyler, denilebilir. Necip Fâzıl’ın anlattığı hoş bir şey var. Demiryollarında makasçı, en aşağıdaki memurdur. Bakandan, genel müdürden sıraladığınızda ona sırada yer bile kalmaz. Ama o bir hatâ yapar da, yanlış makasa yol verirse, bir değil birkaç tren birbirine çarpar ve binlerce insan ölebilir.
Teferruat bazen asıldan daha önemlidir. Onun için Müslümanlığı doğru anlamak, doğru algılamak birinci işimizdir.
Çetinoğlu: ‘Din stratejisi’ veya ‘Dinler stratejisi’ dedikleri bu mu? Farklı Müslümanlık algılamaları oluşturup birliği parçalamak…
Sezgin: Sovyetler Birliği 1990 yılı sonunda çöktüğü zaman bir tek mantar tabancasının patlamadığını herkes bilir.
Öyle bir strateji uyguladılar ki, insanlar birbirlerine düştü, ekonomi çöktü ve hiçbir masraf etmeden Sovyetler Birliği dağıldı.
Aynı şeyi İslam coğrafyasında yaşayan insanlara da yaşatmak istiyorlar.
Ve bunu da Müslüman’ı Müslüman’a kırdırarak ve üstelik Müslümanlara fabrikalarını işletecek silahları satarak yapmak istiyorlar. Eğer Müslümanlar olarak bu oyuna gelirsek dünyada da ahrette de yerimiz olmaz.
Çetinoğlu: Mükemmel bir mesaj, müthiş bir değerlendirme…
Sezgin: Ben hacca gittiğimde, Diyanetçilerden ve diğer hacılardan farklı olarak Mekke’de ve Medine’de araştırma yapmak için birtakım vakıflara, derneklere, dergâhlara gittim. Bana en orijinal gelen, Mekke’de oturan 5.400 aile olarak bildirilen, Hz. Hasan ve Hüseyin’in soyundan gelen insanların aile reislerinin kurdukları bir vakıf var. Arapçası ‘Vakfu ruesai Aleviyyin’ Türkçesi: ‘Hz. Ali Evlatları Aile Önderleri Vakfı’
Tanışmak için telefon ettiğimde, ‘Ehl-i beyt sevgisinin İslam kardeşliği ve İslam dünyasının güçlenmesinde rolü ne olabilir meselesini konuşmak istiyorum.’ Dedim. Geçen sene vefat eden Seyyid Prof. Dr. Abdullah Attas, ‘Hay hay ne zaman gelirseniz ben sizi misafir ederim. Konuşmak istediğin konu çok önemli.’ Dedi.
Ben soru sordum, o anlattı. Kendisi 70 yaşında, emekli olmuş, hukuk profesörü. Üç günlük konuşmamızın sonunda;
-Şu konuşmalarımızı bir özetleyelim. Bak kardeşim, dedi, dünyada İslam ülkesi diye bir ülke yoktur. İslam dünyası diye bir şey sanal olarak var. Emperyalizm öyle güçlü ki İslam ülkeleri gibi görünen ülkelerin hepsi emperyalizme batmış görünüyor. Sâdece Türkiye boynundan yukarısı, dışarıda; boynundan aşağısı batmış, onun için Türkiye’nin emperyalizmden kurtulma ve öteki Müslümanları da kurtarma şansı var.
Şimdi, bir başka şey söyleyeceğim. İnsanlar hangi dilden, hangi coğrafyadan, hangi milletten olursa olsun, arkasında bir gücün var olduğunu bilmese, Müslümanlar üzerinde, emperyalizm öyle bir baskı kurmuş ki, hiç kimse bulunduğu yerde yüksek sesle ‘Ben Müslüman’ım!’ diyemez veya açıktan, yüksek sesle ‘Kelime-i Tevhid’ veya ‘Şehadet’i söyleyemez.
Böyle bir gücün var olduğunu bilmesek, biz Kâbe’nin içinde bile yüksek sesle ‘lailahe illallah’ diyemeyiz, emperyalizm bu derece etkilidir.’
Ben heyecanlandım.
-Bu güç bölgesel mi, insan mı, hayvan mı, ruhanî mi, nedir bu? diye sordum.
-Tarihî ve kültürel mirastan alınan bir güçtür. Dedi.
-Adı var mı bunun?
-Var, var, dedi. ‘Ceyş-ül Etrâk’ Yani Türk Ordusu. Fakat kadere bakın, Türkiye’nin İslamcıları bunun farkında değiller.’ Diye ekledi.
Mekke’de oturan ‘Ehl-i beyt’e mensup bir adam Arapça ve İngilizcenin dışında da bir dil bilmeyen biri; ‘Dünya Müslümanlarının tamamı Türk ordusunun varlığına dayanarak yüksek sesle Müslüman olduğunu söyleyebilme hakkına sâhip’ Diyor.
Çetinoğlu: Allah-ü Ekber! Bu sözleri, Türkiye dışından bir yabancı söylüyor. Bundan Türkiye’de kaç kişi haberdar?
Sezgin: Bilmiyorum.
Şimdi biz Müslümanlık anlayışı ve algılamamızı küçük, dar grupların tanımlarından, ekonomik, siyasî, ticarî menfaatlerden uzak ‘Lailahe illallah Muhammedün Resulullah’ çizgisinde, ‘Ümmet-i Muhammed’ kavramında ve ‘Ehl-i kıble’ anlayışında; yani ‘Ben Müslüman’ım’ diyen herkesi, öz kardeşimiz gibi kabul eden bir anlayışla değiştirmemiz; yanlış anlayışlarımızı düzeltmemiz lazımdır.
Çünkü küresel güçler var, özellikle bizim dünyamızda, Şii-Sünni kavgası çıkartmaya elverişli hâle gelmiş veya getirilmiş bir ortam var.
Çetinoğlu: Bu ortamın ıslahı ve İslamîleştirilmesi, birliğin sağlanması gerekmiyor mu?
Bu endişeyi yüreğimizde hissettiğimiz için biz dedik ki şu İranlılarla bir yol bulalım. Ve onlarla bir irtibat kuralım. Kum’da, Tahran’da bir konuşma yapalım. Onlar da gelsin İstanbul’da, Ankara’da konuşmalar yapsın. İslam kardeşliğini kuvvetlendirecek, mezheplerimizin aleyhine söylediklerimizi hatırlatmayacak şeyler söyleyelim. Bir üniversiteyle irtibat kurduk. ‘Aman’ dediler ‘ne kadar hoş…’
Önce bizim kendi içimizde bölünmüş Müslümanları ‘Ehl-i Kıble’ olarak birleştirmemiz lazım.
Çetinoğlu: Etnik ve ideolojik kaygıları bir kenara koymadan bu nasıl sağlanabilir?
Sezgin: Tartışmadan doğruyu bulmak mümkün değil. Onun için bir araya gelip, konuşup, tartışmalı, eteğimizdeki taşları boşaltmalıyız.
Şu anda özellikle Risale’ye mensup arkadaşlarımız birkaç aydır İslam Birliği üzerine toplantılar yapıyorlar. Onlara da gittim, bir konuşma yaptım. İslam Birliği ile ilgili bir değerlendirme yaptım. Şimdi ondan bir özet yapmak istiyorum.
Çetinoğlu: Lütfedersiniz Hocam…
Sezgin: İslam Birliği Hz. Peygamber zamanında ihtilafsız var, Hz. Ebu Bekir zamanında var, Hz. Ömer zamanında var. Hz. Osman döneminde tartışma başlamış. Hz. Ali döneminde Müslümanlar birbirlerine kılıç çekmişler. Cennetle müjdelenmiş 10 kişinin yarısı bir tarafta, yarısı karşı tarafta olmuş.
Hz. peygamberin eşi ‘Validemiz’ Hz Aişe, Hz. Ali karşısında komutan olmuş. İslam birliği çatlamak üzereyken Allah lütfetmiş; çatlak, sargıyla bağlanmış. Hz. Ali’nin şahadeti, Hz. Hasan’ın ‘Aman fitne çıkmasın’ isteği…
O dönemde Müslüman milletler tek devlet; Çin hududundan Kafkasya’ya, Arabistan’a, Kuzey Afrika’ya kadar en büyük devlet.
Hz. Hasan’a göre, iç harp çıkarsa, bu çatlak kırılır ve İslam Birliği bozulur. Onun için Muaviye’ye ‘Anlaşalım, senin lehine feragat edeyim.’ Diyor, işi Muaviye lehine bırakıyor. Ama Muaviye anlaşmaya sâdık kalmıyor, anlaşma şartlarını bozuyor.
İşte o tarihten itibaren İslam birliği bozuluyor. Ne zamana kadar yok? Miladi 1055 tarihine kadar… Bağdat’taki Abbasi Halifesi Kaim Biemrillah’ın, Büyük Selçuklu Hakanı Tuğrul Beye mektup yazarak, ‘Gel beni kurtar!’ Dediğinde Ağustos 1055’te Tuğrul Beyin Bağdat’a girişine kadar İslam birliğinden söz edilemez.
Profesör Osman Turan’ın çok güzel anlattığı gibi, Tuğrul Bey, Bağdat halifesini kurtarıyor ve Büveyhoğulları’nı Bağdat’tan kaçırıyor. Büveyhî Devleti sona eriyor.
‘Yedi iklimin, yedi cihanın Hakanı ve İslam dünyasının Halifesi unvanı’ ile Halife tarafından tek yakada yedi kaftan giydiriliyor ve Tuğrul Beğ, ‘Hilafetin Ortağı’ ilan ediliyor.
Yavuz’dan 500 yıl önce Hilafet Türklere geçiyor.
İslam Birliği Tuğrul Beyle birlikte yeniden tesis olundu ve yaklaşık 900 yıl Türklerin sancaktarlığında devam etti.
Osmanlı Devletinin parçalanması ile bu birlik ortadan kalktı.
Çetinoğlu: Tekrar nasıl kurulabilir?
Sezgin: 20. yüzyıl projesini Amerikalı sosyolog papaz Profesör Dr. Lezrop Stutdart 1921’de Newyork’ta yayımlamış, 1922’de Atatürk’ün, Mustafa Kemal Paşa’nın, ‘Aman bu kitabı tercüme edin, herkes bunların ne yapmak istediğini öğrensin.’ tavsiyesi ile tercüme ettirilip bastırılanı ‘Yeni Âlem-i İslam’ adlı bir kitap var. Yeni harflerle neşredilmedi. Lezrop Stutdart beş yıl İslam dünyasını baştan aşağı geziyor. 20. yüzyılın İslam dünyasının nasıl teşekkül etmesi lazım geldiğini anlatıyor.
Temel problem Türk’ten kurtulma problemi. Diyor ki bu sosyolog, Türkler Müslüman oluncaya kadar dünyada Yahudi, Hıristiyan-Müslüman dengesi vardı. Türk öyle bir barbar ki, öyle bir eşkıya ki, öyle bir kan görme meraklısı ki, İslam sancağını eline alır almaz Arapları, Farsları itti, batıya yöneldi. Önüne ne geliyorsa yaktı, yıktı, astı, kesti. Kan gördükçe daha çok kan görmek için uğraştı. Aslında Müslümanlığın orijinalliğini de bozdu.
Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi’nin tek derdi var: Türk’ten kurtulmak.
Anadolu’da, büyük çukurlar kazarak Türkler toptan imha edilmeli, bu başarılamazsa, geldikleri Tanrı Dağlarına sürülmelidir. Şu anda bazı batı gazeteleri Yunanlıların Anadolu’da zulüm yaptığını yazıyorlar. Bunlar Türklerin Anadolu’da ne yaptıklarını bilselerdi devede kulak kaldığını göreceklerdir.
Yazar, ‘İslam’ın yaşanılabilir, hoş, makul, insana hizmet edebilen, medeniyete hizmet eden bir din olduğunu’ anlatıyor. ‘Arapların Türk’ten kurtulduktan sonra bunu arayıp bulmaları çok zaman alacaktır. Merak etmesinler, Abdulvahab’ın kurduğu Vahhabilik işte Türk’ten önceki gerçek İslam’dır.’ Diyor.
Vahhabilerin devlet kurmasını biz sadece İngiliz organizasyonu zannediyorduk, meğerse arkasında Amerika da varmış.
Çetinoğlu: Türkleri Tanrı Dağları’na sürmek isteyenin belirlemesi…, tavsiyesi…Kabul eden, tavsiyeye uyan olur mu?
Sezgin: Şimdi yeni dünyada da ılımlı İslam, folk İslam, … şu İslam, bu İslam gibi İslamlar zuhur ediyor ve bildiğimiz kendi dinimiz, kendi meselemiz, kendi anlayışımız dışında yeni şeyleri bize kabul ettirmek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar.
Diyanet yöneticileri yaklaşık on yıldır ‘İslam’ın herhangi bir mezhebine İslam’ diyemeyiz, diye bir nakaratı tekrarlıyorlar.
Onun için bütün mezhepleri toplayıp, yeni bir şeyler yapmak veya ‘mezhepler üstücülük’ gibi bir takım garip anlayışlarla, akademisyenler aracılığı ile ‘Yeni bir İslam’ pazara sürmek isteyenler sokaklarda ve televizyonlarda sık sık görülüyorlar.
Bu tür çalışmalar ‘leylekten kaz veya ördek çıkarma’ maksatlıdır. Uzun gagası ve bacakları kesilince, leylekten kaz veya ördek elde edeceklerini zannedenler yanıldıklarını anlamalıdır.
Öyle bir şey yapmak mümkün değil. Mezhep kurmak, biraz kabak, biraz patlıcan ve domatesle türlü yapmaya benzemiyor.
Mezhepler kültürel coğrafyaya göre teşekkül etmiş, din algılaması ve uygulamasıdır. En az bin üç yüz yıllık birikimi ve tecrübe geçmişi vardır.
Bütün dinler evrensel olma iddiası ile kültürel coğrafyalara göre farklı mezhepler oluşturmuşlardır. Bütün insanlığı hedef almış bütün dinlerde mezhep vardır.
Mezheplerin ortaya çıkışındaki en güçlü sebep, kültürel farklılıklardır. Onun için de mezhepler kültürel coğrafyalara göre teşekkül etmiştir. İslam mezhepleri de bu farklı kültürlere mensup milletlerin İslam’ı din olarak seçmelerinden sonra ortaya çıkmıştır.
Nerede bir Türk varsa, Erbil hariç, Sünni olan Türk Hanefi mezhebindendir. Şii – Caferi Olan Türkler de -genellikle- Ayetullah Hoyî, Ayetullah Şeriat Medarî, Ayetullah Tebrizî gibi Türk Müctehidlerin bağlısıdır.
Erbil Türkmenleri çok orijinal, bilenler vardır. Şii idiler Osmanlı döneminde, bunlar Şii’dir, İran’la ilişkisi vardır diye öğretmen oluyor, okul müdürü olamıyor. Kaymakamlıkta memur oluyor, kaymakam olamıyor. Sonunda Türkmen beyleri toplanıyorlar, ‘O da İslam mezhebi, bu da İslam mezhebi, gelin şu Osmanlı’nın mezhebine geçelim.’ Diyorlar.
Fakat İstanbul’un mezhebini öğretecek kimse bulanamıyor. Şafii Mezhebi’ne geçiyorlar.
Dünyada Sünni olup Şafii olan tek Türk grubu Erbil Türkmenleridir.
Bununla ilgili Doktor Rich diye bir İngiliz seyyahın İngilizce yazılmış, Osmanlıcaya da çevrilmiş hatıraları var. Orada bununla ilgili Türkmenlerin çektiği sıkıntıları anlatan olaylar da anlatılmış.
Demek ki Hanefilik Türk kültür coğrafyasının ürünüdür.
Çetinoğlu: ‘Doğru’ zannedilen yanlış bilgiler hayli fazla. İmam-ı Âzam Ebu Hanife hakkındaki bilgilerde de yanlışlık var. Doğrusunu sizden öğrenebilir miyiz?
Sezgin: Ebu Hanife (Numan bin Sabit) ile ilgili yayımlanmış, daha çok Arapçadan tercüme edilmiş pek çok kitap vardır.
Ne yazık ki Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tercümesi dâhil, İmam-ı Azam’ı anlatırken ‘Acem’ diye yazıyorlar. Acem Arapçada, ‘Arap değil’ demektir. Ama Türkçede ‘Fars’ demektir.
‘Ebu Hanife Kâbil doğumludur.’ deyince Millet Afganistan’daki Kâbil zannediyor. Acem’e de yakın. Orada Farsça da konuşuluyor.
Halbuki Ebu Hanife, Buhara’nın bugün bulunmayan Kâbil kasabasında bir aileye mensuptur. Dedesi Zota veya Zevta, iki türlü okunuyor Arapça yazı, ipek tüccarı, Müslüman bir Türk.
Abbasi idaresi Ehl-i Beyt’e karşı İmam-ı Azamı kullanmak, onlar aleyhine fetvalar almak için ülke çapında yetkili Başmüftü yapmak istiyor. Ebu Hanife kabul etmiyor.
İmam-ı Zeyd’e para gönderiyor ve ‘Silahımı alıp senin yanına gelip, senin yanında mücadele edemediğim için lütfen beni bağışla’ diye mektup yazıyor..
Ehl-i beyt’e çok yakın bir ‘mezhep’ büyüğümüzdür.
Çetinoğlu: İmam Maturidi de Türk…
Sezgin: İnanç mezhebimiz, yani neye inanıyoruz, niçin inanıyoruz, nasıl inanıyoruz sorularına bugüne kadar verilmiş en etkin, en doğru cevapları ondan daha iyisi verilmediği için iman esasları bakımından İmam Muhammed Maturidi’nin kurduğu kabul edilen Maturidi mezhebindeniz.
Maturidi aslen Semerkantlı, kitaplar Semerkant’ın Maturid köyü diye yazıyor. Şimdi Maturidi Mahallesi.
Sovyetler Birliği, ilk önce Maturid köyünü, Maturidi Medresesini, türbesini, her şeyi imha ediyor. Yerine Yahudi Mahallesi kuruyorlar.
Özbekistan’ın bağımsızlığından sonra, Cumhurbaşkanı İslam Kerimov’un, yaptığı ilk ve en önemli iş o mahalleyi kaldırmış olmasıdır.
İslam Kerimov, Maturidi Türbesini eski yerine, daha ihtişamlı şekilde yeniden yaptırmış, medresesinin ve diğer tesislerinin de yapılacağı söyleniyor. Ben orayı ziyaret etmek saadetine nail oldum.
Bütün Orta Asyalılar, hangi mezheptensin, dendiği zamanlar ‘Hanefiyim çünkü İmam-ı Azam Türk’tür.’ diyorlar.
Evet, İmam Azam ailesi Buharalı’dır, Maturidi de Semerkantlı. Bizim kültürel coğrafyamızda herkes inanç bakımından Maturidi. Amel yâni ibâdetlerin yapılışı bakımından Hanefi mezhebindedir.
(DEVAM EDECEK)