Gaydırı Gubbak Suriye’m

111

Biz bize yaşarken geldik oyuna. Ortadoğu’da yakan top oynardık; ne Suriye vardı ne Irak ne de bir başkası. Amerika süper lige daha yeni çıkmış, iç transferde büyük ataklar yapmış ve birçok siyahî topçusunu hayat dışı bırakmıştı. Bizim kümede Almanya seri başı, İngiltere çıbanbaşı, Fransa ve Rusya’da ise şike iddiaları almış başını yürümüştü. Ha bir de turnuvaya İtalya yerine giden Yunanistan…
Trablusgarp’a fitne çoktan girmiş, Balkanlar intihar etmişti. Osman babamızı hiç sormayın. Yataklarda perperişan, enkaz-ı viran, cümle yalan dolan… Hanemiz fakir, halimiz garip, ocağımız soğuk, huzursuz ve umutsuz. En uzun güneş tutulmasının şaşkınlığı ve endişesi içerisindeki ehli iman ve ehli vatan bir rüzgar beklemekte; tarihin en büyük ihanet şebekesi Batı Sevenler Derneği ise çifte tellide.
Atatürk’ün sağlam temeller üzerine inşa ettiği ve ömrü boyunca da neşvü nema bulması için büyük gayret gösterdiği Türkiye ile beraber Batı’nın sezaryen doğumlu çocukları Suriye, Irak, Arabistan ve diğerleri… Küvezlerde yaşatılan Kuveyt, ara sıra kalp masajı yapılmak zorunda kalan Pakistan ve yıllar önce elinden tutarak yürümesini öğrettiğimiz Libya… Büyük bir konağın apartmana dönüştürülmüş birer dairesi bile olamadık biz.
İçimizdeki direniş sensörlerini, cihada susamış gönüllerimizi ve zalime olan nefretimizi hep Sovyetler’e nişanladık, tetik düşürdük. Şartlı reflekslerimizi harekete geçiren zillerdi Afganistan işgali, Çeçen direnişi ve Kafkaslar’da her kımıldayan yaprak.
İkiz Kuleler aşkına önce viraneye, sonra da uyuşturucu tadında divaneye dönen Afganistan; El Kaide ile körebe oynarken patlayan bombalar, sıkılan kurşunlar ve akıtılan oluk oluk kan tarihin bir onur savaşıydı(!) sadece. Sovyetler Birliği karşısında efsaneler dozunda mücahit, ABD kurşunlarına hedef olduğunuzda ise hain damgası yeme talihsizliği de taraf olma noktasında önemli bir dersti payımıza düşen.
Halepçe’de beş bin kişinin katili olma ve nükleer tehdit oluşturma suçuyla aranılan Saddam’ı yakalayabilmenin faturasını, bir buçuk milyon insan ve binlerce ırzına geçilmiş kadına ödetmek, adaletin tecelli etmesi adına önemsenmeyecek bir bedeldi diye düşündüğümüzden olacak ki yüreğimizde iman, duvarımızda Kur’an, dilimizde zikir ve elimizde tespih üşümedi, titremedi ve acımadı, acıtmadı; ekmek nimet çarpmadı bizi.
Demokrasi adına yedi ceddi katledilen ve kendisi de taciz edilerek, sürüklenerek, +13 filimleri heyecanında yavaş yavaş öldürülen Kaddafi de gittikten sonra şunun şurasında demokrasiye varmaya ne kaldı? Kim kaldı?
Tabii ki Suriye…
Her gün Suriye’de muhaliflerin verdiği bilgiler üzerinden ölü sayılarının dökümünü yapanların, demokrasi adına verdikleri bu mücadeleyi Irak’tan bir tutam namus, bir testi kan; Libya’dan bir varil petrol ve Afganistan’dan bir sarım otla kutsuyorum.
Heyy gidi dünya!
Yiğit düştüğü yerden kalkar uykularında yeni Osmanlı rüyaları görenlerin, sabah uyandıklarında elbette bir baş ağrısı; elbette Kadim dünyanın “Esatirul evvelin” algılamasıyla dış politika üretmenin hesabını soracak, ümüğünü sıkacak bir Muhammedî direniş, bir Bedir ve Uhud yakındır.  
“Gökyüzünün başka rengi de varmış. Geç fark ettim taşın sert olduğunu” bilgeliğine henüz otuz beşinde ulaşan şair Cahit Sıtkı’yı minnetle anarken suyun insanı boğduğunu ve ateşin yaktığını hâlâ anlayamamış olanlara selam olsun
Her kuşun eti yenmez cinsinden bir lakırdı ve eski aşkların yeni versiyonlarından bir mırıltıyla sözü bitirelim:
Gaydırı gubbak Suriye’m
Nasıl nasıl edelim biz bu işi.
Nikâhımızı kıysın
ABD-İsrail lobisi