“Tarikat- Cemaat ve STK’lar” başlıklı yazımda belirttiğim gibi, cemaat ve tarikatlara soğuk olmayan ve hatta bu dini nitelikli örgütlerin birbirlerine karşı gösterebildiği hoşgörüden daha fazlasını gösteren bir anlayışa sahibim. Bu kurumların farklı özellikteki kitlelere İslami hizmetlerin götürülmesinde faydalı olduğunu da düşünürüm.
Ancak dinin motor güç olarak kullanıldığı hareketlerde dikkat edilmesi gereken hususlara dair zaman zaman uyarılarda bulunma ihtiyacı hissetmekteyim.
Necip Fazıl gibi, dini grupların hemen hepsi tarafından saygı gören bir inanmış mütefekkir sanatçının bile, kâfirden ziyade “ham softa kaba yobaz” diye nitelendirdiği, dini yanlış anlayan ve anlatan, cahil ama kendini âlim zanneden kişiler ve dindar değil, din ticareti yapan kişilere karşı mücadele etmiş olması da, bu ihtiyacın bir tezahürü olduğu kanaatindeyim.
Cemaat ve tarikatların eğitimlerinde, mensup veya müridin iradesinin cemaat liderine/ şeyhe devredilmesi ve tam bir teslimiyet şartı aranması benim İslam anlayışım içerisinde kabullenemediğim temel husustur.
İslam’ın omurgası olan “kelime- tevhit“in anlamı “başka ilah yok, sadece Allah var” demekse, “ilah yalnız Allah olacaktır, ibadet yalnız Allah’a yapılacaktır.”
Biz Müslümanlar olarak Fatiha suresini her gün defalarca okuyup, bu gerçeği haykırdığımız halde, araya kendisinde çeşitli özellikler gördüğümüz insanları, kurumları veya güç sahiplerini koymak, herhalde İslam’a pek uygun olmasa gerektir. “İnsana ve paraya kulluk varsa, Kur’an’ın Allah’ına kul olamayız” sözüne bir Müslüman olarak yanlış deme imkânımız var mıdır?
“Şeyh karşısında mürit, gassal karşısında meyyit gibi (ölü yıkayıcının karşısındaki ölü gibi) olmalıdır” anlayışı, Hazreti Peygamber ve sahabeleri arasındaki münasebette bile bulunmuyordu. Sahabe, vahiy karşısında tam bir teslimiyet içindeyken, Peygamberin beşer olarak söylediklerine karşı kendi aklına ve iradesine uygun davranışlar gösterebiliyordu.
Sahabe içindeki en az bilineninin bile, en büyük veliden mertebe itibariyle daha önde olduğu kabul edilmektedir. Yine tasavvuf anlayışında herhangi bir şeyhin veya kanaat önderinin mertebesi de bir veli mertebesinden aşağıdadır. Öyle ise bu irade teslimiyetini İslam kuralları içinde nasıl açıklayacağız?
En yüksek mertebede olduğu kabul edilen sahabenin içinde, Hazreti Peygamberin eşine iftira atma günahını işleyenler olduğunu hatırlayalım. Yine ashabın büyüklerinin arasında yaşanan tarihi savaş ve çatışmaları da düşününce hatasız ve günahsız, insan, şeyh, kanaat önderi olamayacağını görmek durumundayız. Bu sebeple irademizi hiçbir kimseye teslim etmeden, İslam’a hizmet edenlere saygıda da kusur etmeden, İslam’ı yaşamak daha doğru bir seçim olsa gerektir.
*****
HIRS-I CÂH: Mustafa Yazgan Hoca’dan dinlediğim bir tarihi olayı hatırlıyorum. Taraftarları nezdinde hem siyasi ve hem de dini bir lider hüviyetinde olan ünlü siyasetçi, hareketinin ilk yıllarında, Konya mitinginde omuzlara alınır. Omuzlar üstünde iken duyduğu memnuniyeti yüzünden bellidir.
Muhafazakâr kitlelerin “Üstad”ı Necip Fazıl, bu durumu gözleyince o siyasetçiyi “hırs-ı câh / hubb-u câh” (yani makam-mevki tutkunu olmak, insanların beğenisini kazanmak arzusu, hep önde görünmek iştiyakı, şan-şeref meftunu) olmakla tavsif eder ve öfkelenerek meydanı terk etmek ister.
Üstad’tan sonra, Müslümanların bir kesimi için “hırs-ı câh” omuzlara alınmanın dayanılmaz hafifliğinden ibaret değil. Bu kesim için devletin ve gücün ele geçirilmesi vazgeçilmez bir hedef. Burada önemli olan, bu isteğin ne kadarının din temelli hizmetin daha yaygın ve kaliteli verilmesi, ne kadarının nefsî ve siyasi olduğudur.
Hırs-ı câh içindeki, makam ve güç tutkunu, Müslüman kimlikli bazı kişiler, tamamen nefsanî istek, arzu ve hırslarını din hizmetinin bir gereği gibi gösterebilir. Bu kişilerin, insanların kişisel özgürlük alanlarına tecavüz etmeleri, şeref ve haysiyetlerle oynamalarına gerekçe yapmaları, İslami bir davranış olmadığı gibi, son derece tehlikeli sonuçlara sebep olabilir.
“Ham softa- kaba yobaz” diye nitelendirilmeyi hak eden bazı dindar kimlikli insanların, eksik bilgi ve eksik iman sahibi olduğu halde diğer Müslümanların hayat tarzını tanzim etmeye yönelik gayretlerinin ne büyük zarar verdiğine dair de hepimizin tecrübeleri vardır.
******
Yalnız Allah’tan yardım dilemesi gerekenlerin, muktedir görünenlerden, güç sahiplerinden, ABD’den medet umar hale gelmesi bir güç tutkunluğunun esiri olabilir. Hakk’ın ve haklının yanında değil, güçlünün yanında olmanın İslami irade ile bağdaşması mümkün değildir.
İradesini birilerine teslim etmiş insanlarla demokrasi ve insan hakları kavramları sözde kalmaya mahkûmdur.
Bu konuda konuşması ile bana ilham veren Prof. Dr. Hasan Onat‘ın şu sözleriyle bitirelim:
“İslam, akli yetileri yerinde olmayan insanı sorumlu tutmaz. Kur’an nasıl Allah’ın bir ayeti ise, akıl da Allah’ın bir ayetidir. Allah, akla destek olması için vahiy göndermiştir. Bilim en temelde, insanın Tanrısal aklın ve insan aklının işleyişini ve yaratılanlar üzerindeki izlerini anlama ve açıklama çabasıdır.
İslam’a göre iman, sorumluluk ve kurtuluş bireyseldir. Kimse kimsenin günahını çekemez. Dileyen Müslüman olur; Tanrı dileyen kimseyi hidayete ulaştırır. Hiç kimse, ne Müslüman olması için, ne de Müslümanlığı yaşaması için zorlanabilir; çünkü “dinde zorlama yoktur” (Bakara, 2/256).
Din, laiklik ve demokrasi ile ilgili sorunlar, bilimin ışığında ve bilimsel yöntemlerle çözümlenmelidir.