12 Eylül 1980 İhtilali İle İlgili Bir Hatıra ( 2 )

104

Bundan önceki yazımızda 12 Eylül 1980 İhtilalı döneminde SEKA’da çalışırken yaşadığım bir hadiseyi anlatmaya başlamış, Emniyet Müdürlüğü’ne nasıl götürüldüğümüzü yazmış ve komiserin beni sorguya çekmek üzere, beklediğimiz odadan alıp götürmesine kadar gelmiştik. Şimdi kaldığım yerden devam ediyorum.

Beni alıp götüren komiser önce o zaman Emniyet tarafından aranmakta olan şahısların isimlerinin bulunduğu afişin önüne götürdü. Aralarından birisinin ismini eliyle kapatıp, o şahsı tanıyıp tanımadığımı  sordu. Resme baktım ve tanımadığımı söyledim. Hakikaten gördüğüm resim, tanıdığım kimselerden değildi. Bunun üzerine “peki” deyip beni küçük bir odaya götürdü. Odada bir daktilo bayan bizi bekliyordu. Komiser Bey bir sandalyeye, ben de bir sandalyeye oturdum. Tabi bu arada meraktan çatlayacağım. “Acaba suçum ne?” diye çok merak ediyorum.

Nihayet komiser, üzerinde isim ve imza bulunmayan bir mektup çıkardı. Mektuptaki iddia şu şekildeydi:

Adana’da bir şahıs bir askeri öldürüp kaçmış. Ankara’ya gelip, o zaman SEKA’nın Ankara Alım Satım Müdürü olan Gürol Bilgin‘i bulmuş ve kendisinin saklanabileceği bir yer bulunmasını istemiş. Gürol Bey de gece vakti o aranan şahsı bir taksiye bindirip taksi parasının da tarafımdan ödenmek üzere İzmit’e bana göndermiş. Gece yarısı İzmit’e gelen taksici, adamı bizim eve getirip, Gürol Bey ile anlaştıkları gibi on bin lira taksi parasını benden istemiş. Ben de para olmadığı için gece vakti Aykut Ercilli’ye telefon edip ondan borç istemişim. O da bu kadar paranın kendisinde de olmadığını söyleyince bu defa Genel Müdür Muavini Rıdvan Yenişen’i arayıp Ondan istemişim. O da parayı bana vermiş, ben de bu parayı taksiciye vermek suretiyle onu gönderdikten sonra kaçak olan asker katilini eve alıp saklamışım.

Tabii ki bunların hiç birisinin doğru olmadığını, tamamen kuru bir iftiradan ibaret olduğunu, dilimin döndüğü kadar ifademde anlatmaya çalıştım.

Bundan sonra Rıdvan Bey ile Aykut Bey’in de ifadelerini aldılar. İfadelerimizin alınması tamamlandıktan sonra, bekletildiğimiz odada bizi alıp götüren komiser ile genel bir değerlendirme yaparken, o anda bizim evde telefon olmadığı aklıma geldi. Hâlbuki ihbar mektubunda gece yarısı evden telefon ettiğim söyleniyordu. Dolayısıyla bu bakımdan da “bu ihbarın tamamen asılsız ve düzmece olduğunu, isterseniz PTT’den bana ait bir telefonun olup olmadığını tespit edebilirsiniz” dedim. Bu teklifim üzerine Rıdvan Bey, “Komiser Bey ile beraber eve gidip yerinde tespit yapmanın daha uygun olacağını” söyledi. Bu teklif kabul edildiği için bizim eve gitmeye karar verildi. Ben ise, evde çoluk çocuk tedirgin olur düşüncesiyle eve gidilmesi taraftarı değildim. Fakat yerinde tespit yapılmasına karar verildiği için fazla da itiraz etmedim.

Alınan bu karar üzerine arabaya binip bizim o zaman ikamet etmekte olduğumuz Yenidoğan Mahallesindeki eve doğru hareket ettik. Giderken ben kolaylık olsun diye aklım sıra şoföre yol tarif ediyorum. Arada bir “şuradan sap, buradan gir” diye ikaz ediyordum. Bunun üzerime yanımda bulunan Komiser Bey, Musa Bey siz hiç zahmet etmeyin biz senin evini çok iyi biliyoruz. Çünkü biz 15 gündür senin evinin etrafında nöbet tutuyoruz dedi. Tabii ki, ben bu duruma çok üzüldüm. Ben ki kendimi Vatanını Milletini seven, ona hiçbir zarar gelmesin diye azami gayret gösteren Milliyetçi ve Muhafazakâr bir kimse olarak telakki ediyordum. Nereden bilecektim ki Devlet’in onca işi gücü arasında benim evimi 15 gün süre ile gözetletebileceğini. Ama devir İhtilal devri, idare İhtilal idaresi olduğu için böyle şeylerin olmasını yadırgamamak lazım imiş. Geç de olsa bu gerçeği öğrenmiş oldum.

Bir süre sonra eve gelip zili çaldık. Fakat cevap veren olmadı. Ben bu duruma çok sevindim. Çünkü evde yapılacak aramadan çocukların haberi olmayacak, hiç yoktan yere huzursuz olmayacaklardı. Hâlbuki umumiyetle insanlar evde kimse olmayınca üzülür. Ben ise o gün bunun tam aksine kimsenin olmadığına çok sevindim.

Bendeki anahtar ile kapıyı açıp eve girdik. Komiser salondan başlamak üzere yatak odası dâhil olmak üzere bütün odaları dolaştı  ve evde telefon olmadığını gördü. Masaya oturup zabıt tutmaya başladı. Zaptı yazmaya başlarken de aynen şu ifadeyi kullandı  ”Bu evde oturan bir kimse vatana ihanet edemez” dedi. Çünkü bizim evin duvarlarında abuk sabuk resimler yerine, çok olmamakla beraber bazı ayetlerin ve hadislerin bulunduğu bazı tablolar asılı idi. Demek ki bu durum komiseri çok etkilemişti. Komiserin söylediği bu sözler hoşuma gitmekle beraber üzüntümü azaltmaya yetmedi. Çünkü ne olursa olsun fiiliyatta suçlu muamelesi gören ve bu sebeple de evi aranan bir kimse olarak bulunuyordum.

Zabıt tutma işi tamamlandıktan sonra Emniyete geri döndük. Rıdvan Bey ile Aykut Bey’de merakla bizim gelmemizi bekliyorlarmış. Komiser onlara durumu kısaca izah ettikten sonra serbest olduğumuzu söyledi. Tabii ki hepimiz çok sevindik. Zira o günlerde Emniyet 1. Şubeye götürülenlerin günlerce dönmediğini, hatta nerede olduğuna dair herhangi bir haber alınamadığını  duyuyor ve biliyorduk.

Başımıza gelenler tamamen isimsiz ve imzasız bir ihbar mektubu yüzünden gelmişti. Hâlbuki 1964 yılında yürürlüğe giren Dilekçe Hakkının Kullanılmasına Dair 3071 sayılı Kanunun 4.maddesi hükümleri gereğince, dilekçe sahibinin adı, soyadı ve imzası ile iş veya ikametgâh adresi bulunmayan dilekçelerin işleme konulmaması gerekiyordu.

Bahsi geçen 3071 sayılı  Kanun o gün de yürürlükteydi ve halen de yürürlükte bulunmaktadır. Ne var ki, İhtilal döneminde birçok hususta olduğunu gibi bu kanunda rafa kaldırılmıştı. Onun için boşuna dememişler ”En kötü demokrasi idaresi en iyi ihtilal idaresinden iyidir”

Bizim hakkımızda isimsiz imzasız ihbar mektubunu Sıkıyönetim Komutanlığı’na gönderen şahıs muhtemelen SEKA’lı ve belki de çok yakından tanıdığımız birisiydi. Kim olduğu hususunda kesin bir şey söylemek mümkün değil. Fakat ihbarı yapan zevat her kim olursa olsun şahsım adına söylüyorum ki, ona hakkımı helal etmiyorum. Ruz i Mahşerde hakkımı alacağıma inanıyorum. Halen hayatta ise yaptığı haksız ihbar yüzünden vicdan azabı çekip çekmediğini, beni görünce de yüzünün kızarıp kızarmadığını çok merak ediyorum.

Bu hatıranın  12 Eylül 1980 İhtilalının 30′ uncu yılı münasebetiyle yazılmış olması dolayısıyla bir iki cümle ile de olsa Türkiye’de yapılan ihtilallardan bahsetmek istiyorum.

Türkiye’de yapılan ihtilalların hiç birisi Memleketimizin hayrına olmamıştır. Zira yapılan bütün ihtilallar beraberinde zulmü, işkenceyi, gözyaşını, haksızlığı, kanunsuzluğu getirmiştir. Mesela 27 Mayıs 1960 İhtilalı halkın seçtiği meşru iktidarı devirmiş, İhtilal Hükümetinin kurduğu Yassıada Mahkemelerinin hâkimleri, “sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” diyerek, DP Milletvekillerinin tamamına yakınını muhtelif hapis cezalarına çarptırmış, üç güzide devlet adamını da idama mahkûm ederek cezalarını infaz etmişlerdir. 27 Mayıs 1960 ihtilalı Türkiye’nin en az elli yıl geri kalmasına sebebiyet vermiştir. Bu ihtilal yapılmamış olsaydı Türkiye Avrupa Birliği’ne belki bundan 25-30 sene önce girecekti. Bunun neticesi olarak ta Türkiye ekonomik bakımından bugün Dünya’da 17’nci sırada değil, belki de 7’nci sırada olacaktı. İhtilallardan kaybeden Türkiye olmuştur.

Yazının fazla uzamaması  için 12 Mart 1970 muhtırasını geçiyorum.

Gelelim 12 Eylül 1980 İhtilalına. Bugün çok az kimse hariç bu ihtilalın lehinde konuşan kimse bulunmamaktadır. Askeri idarenin yapmış olduğu 1982 Anayasası da adeta yamalı bohçaya dönmüştür. Büyük bir ihtimal ile 12 Eylül 2010 tarihinde yapılacak olan referandum neticesinde de 26 maddesi daha değişecektir. Kanaatim odur ki, Türk Milletinin 12 Eylül 1980 İhtilalinden sonra yapılan işkenceleri, haksızlıkları, hukuksuzlukları unutmuş olması mümkün değildir. Bu bakımdan 1982 Anayasasının aynen devam etmesine bu milletin gönlünün razı olmayacağını zannediyorum. Sadece şunu ifade edeyim ki, 12 Eylül 1980 İhtilalında, 1.683.000 kişi fişlenmiş, 650.000 kişi gözaltına alınmış, 230.000 kişi de yargılanmış, 517 kişi idama mahkûm edilip, bunlardan bir sağdan bir soldan zihniyetiyle 50’sinin infazı yapılmıştır.

28 Şubat 1997 post modern darbeye gelince, bu darbe neticesinde de meşru Hükümete işten el çektirilmiştir. Nüfusunun %99’u Müslüman olan ülkemizde Kur’an öğrenme yaşı yükseltilmek suretiyle Kur’an öğrenilmesi zorlaştırılmış, zorunlu kesintisiz eğitim de 8 yıla çıkarılarak İmam Hatip liselerinin orta kısımları kapatılmış, böylece de inançlı ve muhafazakâr neslin yetiştirilmesinin önü kesilmiştir. Ekonomik olarak ta Memleketimiz uçurumun kenarına gelmiştir. Nitekim bir Anayasa kitapçığının fırlatılması meselesi memlekette büyük bir ekonomik krize sebebiyet vermiştir. Çıkan kriz sonunda da Ülkemiz işsizlik, fakirlik, geri kalmışlık girdabına girmiştir. Aradan 13 sene geçmiş olmasına rağmen halen bu Post Modern darbenin izleri tamamen silinememiştir.

Bu itibarla yazımı, Cenab-ı Allah’tan bu güzelim Memleketimize bir daha ihtilal göstermemesi niyazı ile noktalıyorum.