Bölgeler ve yöreler arası sosyal ve ekonomik gelişmişlik farkları, farklı gelişmişlik seviyesinde olan bir çok ülke için bir gerçektir. Sorun sadece gelişmemiş veya gelişmekte olan ülkelerin sorunu değildir.
Gelişmekte olan ülkeler, kaynak israfından kaçınarak ve ülkenin kalkınma hızından en az fedakârlık ederek kaynaklarını değerlendirmek, sermaye-hasıla katsayısını hesaba katmak zorundadırlar. Kamu sektörü için emredici, özel sektör için yol gösterici ve teşvik edici politikalar, yöreler arası dengesizlikleri gidermede kullanılmaktadır.
Gelişmekte olan ülkeler, kamu kaynaklarının dağılımında etkinliği ve en yüksek hasılayı sağlamak isterler. Bunun yanında, gelir grupları ve yöreler arası sosyal adaleti gerçekleştirmekten de sorumludurlar. Bunlar birbirine ters gözükse de sosyal ve iktisadi bir gerçektir.
Türkiye bilhassa planlı kalkınma dönemlerinde bölge ve yöreler arası dengesizlikleri hafifletmek için bir çok politika uygulamış ve kamu sektörü üstüne düşen görevi büyük ölçüde yerine getirmiştir. Ancak, bir çok vergi kolaylıklarına ve teşvik tedbirlerine rağmen, özel sektörün kendi doğduğu ve yetiştiği şehre gerektiği ölçüde yatırım yapmadığı görülmektedir. Hatta az gelişmişlik yöreler için alınan kamu desteklerinin zaman zaman gelişmiş yörelere de kaydırıldığı maalesef görülmüştür.
Bölgelerarası gelişmişliği sağlayabilmek bir ölçüde kamu yararını gözetmekten geçer. Sadece kârın ençoklaştırması amacının güdülmesiyle bu gaye çelişir. Az gelişmiş yörelere yatırım yapacak özel sektörün de sadece kendi kârını değil, kamu yararını da bir ölçüde gözetme durumu vardır.
Ülkemizde bölgesel kalkınma konusunda DPT büyük görevler yerine getirmiş ve siyasi iktidarlara yol göstermiştir. Ancak bölgesel kalkınmayla ve dengesizlikleri gidermeyle ters düşen liberal politikaların 1980 sonrası gündeme oturması, DPT’yi bir ölçüde fonksiyonlarını yerine getiremez duruma sokmuştur.
Son yıllarda AB üyeliği gerçekleşmemesine rağmen, AB tarafından dayatılan bölge kalkınma ajansları ortaya çıkmıştır. Uygulanan iktisat politikalarında ciddi devletlerin hesaba kattığı milli ve iktisadi bağımsızlık, kamu yararı gibi hususların göz ardı edilmesi, dış dayatmalarla özelleştirme ve serbest piyasa yöntemlerinin öne çıkarılması, dengesizlikleri azaltıcı değil; daha da arttırıcı olmaktadır.
Bugüne kadar 8 bölgeye ayrılan Türkiye’de 26 kalkınma ajansının kurulduğu, bunların tam faaliyete geçtiğinde 1 milyar TL’ye ulaşacak kaynak kullanacakları ilgili Bakan tarafından açıklanmıştır. Ülkeyi eyaletlere ayırarak federal rüzgarların esmesine yardımcı olacak bir projeyle karşı karşıyayız. Ankara’yı devre dışı bırakarak her bir ajansın kalkınma kurulunu yabancı ülkelerle doğrudan temasa sokabilecek ve kamu denetimini, merkezi bütçeyi dışlayacak bir model; bölgesel kalkınmaya değil; proje veren çokuluslu şirketlere yarayabilir.
Bunlardan asgari ölçüde bile kamu yararı ve kamu hizmeti beklemek hayaldir. Hem kamudan kredi alacaklar; hem de dışarı kâr transferi sağlayarak güzel bir hortumlama gerçekleştireceklerdir. Bu arada kendilerine çeşitli vergi kolaylıkları ve imtiyazlar sağlayacaklardır. Yerli emsallerinden çok daha az vergi verecek olan bu firmalardan gerekli vergiyi alamayan kamu ise, orta ve küçük ölçekli yerli kuruluşlara ve sabit gelirlilere yüklenerek gelir dağılımını daha da bozacaktır. Bu arada dolaylı vergiler artacak ve genişleyecektir. Bu sürecin, bölgesel az gelişmişliği gidereceğini, yörelerarası gelir dağılımını iyileştireceğini zannetmek liberal körlüktür.
Küresel kapitalizme eklemlenmeden başka bir işe yaramayacak olan bu ajanslardan çok şey beklenmesi, anlaşılır gibi değildir. Ülkeyi yönetenler, demokratikleşmeyi ve ekonomik gelişmeyi yerli kaynaklarımızı ve imkânlarımızı açık arttırmaya çıkarma anlayışından uzaklaşmalı, kendini tüccar, vatandaşı ise müşteri konumuna sokan sosyal sorumsuzluk anlayışından uzaklaşmalıdır. Devletin sosyal sorumlulukları olduğu, işsizliğin ve yoksullaşmanın arttığı günümüzde unutulmamalıdır.