Medyanın Taşıdığı Ateş ya da Medyayı Ateşlemek

90

Medyatik, politik, sosyolojik bağlamda dünyanın en zor ülkesi olduğumuzu, bu işlere kafa yorun hemen herkes söylüyor. Hiçbir kurumumuz, dingin değil ve kendisine hizmet üretmekle görevli kitleye güven vermiyor.

Cumhurbaşkanı, “Birkaç gün şiddet haberleri yazmayın.” diyor gazetecilere. Başbakan, “Yalan haber yazan, çarpıtma yorum yapan gazetelere para vermeyin.” diyor meydanlarda. Gazeteler de asparagas haber ve komplo teorileri üretmekte birbiriyle adeta yarışıyor. Ülkemizde medya-siyaset-toplum ilişkisi kangren olmuş durumda.

Medya, içinde barındığı toplumun aynasıdır. Kişiyle ayna arasında görüntü bozukluğu varsa sorun, ya aynanın kalitesinde ya da aynaya konu olan objededir veya her ikisindedir. Obje ve ayna kaliteliyse görüntüde sorun olmaz. Her şey nettir, huzur vericidir.

Toplumumuz medyadan ne istiyor, medya toplumumuza ne veriyor? Bu soru, sosyo-psikolojik tahlile muhtaç. Uzun saha araştırması gerekir bunun için. “Söyle bana medyanı, söyleyeyim sana kim olduğunu.” değerlendirmesiyle baktığımızda “Biz işte böyle bir toplumuz.” diyebiliriz. Hangi gazete kaç satıyor ve bunları kimler okuyor? Hangi kanalın reytingi yüksek ve bu kanalları kimler seyrediyor? Hangi film gişe rekoru kırıyor?

Bir geçiş toplumuyuz; ne istediğimizi henüz bilmiyoruz. Günlük yaşıyoruz. Kültürsüzlük diz boyu. Şiddet, kan, öfke, vahşet, kaza, cinayet, yalan, hırsızlık… toplumun gıdası olmuş. Sanatın, ilmin, irfanın pirim yapmadığı bir ülke halindeyiz. Şiddet, vahşet, kaza haberi olmazsa bir bültende “Bugün haberlerde bir şey yok.” diyebiliyoruz. Öfkelendirmediyse, acıma duygumuzu hareketlendirmediyse, haberler bize yavan geliyor. İstiyoruz ki medya aracılığıyla sadist ve mazoşist duygularımız hazza dönüşsün. Komplocu olmak, yalan söylemek, dedikodu yapmak; karakterimiz olmuş. Boş teneke gibi, gürültüden başka bir şey üretmeyen toplum haline gelmişiz. Böyle bir toplum, medyadan ne bekler? Cevap belli: Kendisi gibi olmasını, kendisini yansıtmasını bekler.

Medyamız da masum değil. Toplumumuzun zaaflarını iyi kullandığını söyleyebiliriz. Medya yalnız bir ayna değil, ayni zamanda öncüsü olmalıdır hizmet ettiği toplumun. Medya, halk dilini ve kültürünü kullanırken bile halk seviyesinde kalmamalıdır. Halkına ışık olmalı, Dede Korkut işlevi görmelidir. Bu işlevde de ölçü, sırat-ı müstakim yani “iyiliği emretmek, kötülükten men etmek” olmalıdır. Bu açıdan, Türk medyasının sınıfta kaldığını söyleyebilirim. Hangi gazete, hangi yazar, hangi kanal, hangi radyo, varlığını borçlu olduğu toplumuna ne katıyor? Bunlar, insanımıza, insanlık adına ne veriyor? Ürettikleri; iyimserlik mi kötümserlik mi, yaşama sevinci mi bezginlik mi, özgürlük mü esaret mi, bilgelik mi yobazlık mı? “Ben okuduğum gazete, dinlediğim bir televizyon programı sayesinde büyük işler başardım.” diyebilen kaç kişi çıkar bu ülkeden.

Bir de tam tersine bakalım. Seyrettiği film, okuduğu haber, hakkında uydurulan medya dedikodusu yüzünden hayatına son veren, ailesini yıkan, toplumdan belki de ülkemizden uzaklaşan binlerce insan var bu ülkede. Yaptığı yanlışlıktan pişmanlık duymayıp bununla övünen bir medya var bu ülkede. Yorumcularının kaleminden bölücülük, öfke, kin, nefret fışkıran bir medya var bu ülkede. Kurduğu derin ilişkilerle, şirretlikle popüler olan yazarlar var bu ülkede. Gücünü, siyasi veya ticari amaçlarına ulaşmak için şantaj olarak kullanan bir medya var bu güzel ülkemizde.

Medya tek başına suçlu değil, masum da değil. Biz toplum olarak medya ile yukarıya doğru değil, aşağıya doğru yarışıyoruz. Bunun sonucu, çukurda, birlikte boğulmaktır. Semud, Ad, Lut kavimlerinin batış nedeninin ahlaksızlıktaki yarış ve azgınlık olduğunu unutmayalım.

“Tencere dibin kara, seninki benden kara.” düşüncesi, bir mazeret olamaz. Dibi kararmamış ve kararmayacak tencereler de var. Bu görev, öncelikle medyaya düşer.