Geçenlerde bir dost ziyareti dolayısı ile Beykoz’a gittim. Bir zamanlar alt ve orta sınıfların, askeri birliklerin ihtiyacını karşılamış ve yüzlerce kişiye iş imkanı sağlamış olan Beykoz Kundura Fabrikasının perişan halini gördüm. O güzelim fabrika harpten çıkmış ve adeta bombalanmış bir görüntü veriyordu. Oysa bu fabrikalar, diğerleri gibi milli ruh ve milli kalkınma heyecanı ile kurulmuştu. Ama maalesef birçok kuruluşumuz bu arada Sümerbankımız ve bazı bankalarımız özelleştirme adı altında bazı çevreler için güzelleştirildi. Beni en çok duygulandıran fabrikanın dış duvarlarındaki kısmen solmuş yazı idi: “Türkiye’yi ve Sümerbank’ı Seviyorum” Bu kısmen solmuş yazı, öksüz ve yetim bırakılmış güzelim fabrika binası her halde birilerine, bir eş, dost veya partiliye peşkeş çekilmiş olacak ki; onlar da kendi güvenlikçilerini buraya yerleştirmişler.
Yıllardır yerliye, yabancıya sata sata devleti açık arttırmaya çıkardık. Aslında yerliye de sattıklarımız zamanla yabancıların eline geçiverdi. Ciddi devletlerin uygulamalarından ders alamadık. Sıradan vatandaşın Türkiye’yi sevdiği kadar acaba bu ülkeyi yönetenler, bu ülkeyi gerçekten seviyor mu? Ülke çıkarlarını koruyabiliyor mu? Vatandaş kadar gerekli hassasiyeti ve samimiyeti gösterebiliyorlar mı? Sorun burada kilitleniyor.
Türkiye’ye yeni bir düzen verme çalışmaları değişik alanlarda sürmektedir. Ülkeyi tanınmaz hale getirmeye çalışanların hedefi, milli kurumlar ve milli direnç noktaları olmaktadır. Bunların başında da TSK gelmektedir. Araştırmalarda en çok güvenilen kurumların başında TSK’nın gelmesi, bazı yabancıları ve işbirlikçilerini rahatsız etmektedir. TSK ile uğraşmak, onun itibarını kırmak için bir gazete bile çıkarılmıştır.
Kuvvetler ayrılığı prensibi bir tarafa itilmektedir. Yürütme; yargı ve yasamayı kendi alanı içine çekmekte, milli kurumları da kontrol altına almaya çalışmaktadır. Yasalar ve Anayasa tarafından bazı önemli kurumlara tanınan özerklik pek de hesaba katılmamaktadır. Bunun en çarpıcı örneği TRT’dir. Kurumlar siyasallaştırılmakta, iktidar partisinin yan kuruluşu haline getirilmektedir. Bunun adı da demokratikleşme ve sözde sivilleşme olmaktadır. Aslında sivilleşme, siyasallaştırılma sonucunu doğurmaktadır. Askeri personele sivil yargı yolunun açılması, milli ve en güvenilir bir kurumu yıpratma amacı taşımaktadır. Bazıları ellerinden gelse TSK’yı siyasetin emrine verecekler ve Milli Savunma Bakanlığı’na bağlayacaklardır. TSK’nın ve mensuplarının sivil yargı yolunun açılması bir takım maksatlı, mesnetsiz ve haksız isnat ve suçlamalarla bu kurumu ve mensuplarını karşı karşıya bırakacaktır. İsnat ve suçlamalar haksız dahi çıksa dava süresince insanlar yıpratılacaktır. Zaten amaç da yıpratma ve itibar kaybettirmektir.
Aslında günümüzde bizi ilgilendiren, uğraştıran hangi sorunu ele alırsak alalım; konuyu önü açılmış milli devletlerin küreselleştirilmesi ve post- modern anlayışın egemen kılınması sürecinden ayrı düşünemeyiz. Her bir konu, sorun ve olay bir bütünün ayrılmaz parçalarıdır. Onları birleştirdiğimiz takdirde anlamlı bir bütün ve resim ortaya çıkmaktadır. Türkiye’deki tartışmaları ve sözde tarih ile yüzleşmeleri, hesaplaşma meraklarını bu çerçevenin dışında ele alamayız.
Bu bakımdan, küreselleşme ve ondan ayrı düşünülemeyecek olan post- modern yaklaşımlar ve teoriler zannedildiği gibi teorik konular ve aydın fantezileri değildir. Küreselleşme, post-modernlik ve çok kültürlülük hazır elbiseleri Batı’nın siyasi egemenliğini gerçekleştirmede kullandığı araçlardır. Bu araçlar da liberal demokrasi, serbest piyasa ekonomisi ve ülkelerin üretmeden sömürülmesine hizmet eden yeni bir tüketim kültürü ile desteklenmekte ve beslenmektedir. Hakim ekonomilerin kendi kültürel değerlerini hedef alınan Dünya parçalarında egemen kılmak için her şeyi kullandıkları görülmektedir. Milli devlet ve hükümetler bu olumsuz değişmeye karşı yeterince önlem alamadıkları gibi; bu oyunu tartışmaktan bile uzak kalmaktadırlar.
Küreselleşme; yeknesaklığı değil; karmaşıklığı (heterojenliği), farklılığı kutsallaştırmayı, bütünü değil sadece parçayı, yöreselliği ve çoğulculuğu esas alan post modern yaklaşımdan, sosyal bütünleşme yerine ufalanma anlamını taşıyan farklılıkçı, çok kültürlülük politikalarına dayanmaktadır. Bu bakımdan önü açılmış milli devletler emperyalizmin yeni yüzünü iyi tanımalıdırlar.