İnsanın ve hayatın anlamlandırılması meselesi günümüzün en temel problemlerinden biri haline geldi. Zira bu anlamlandırmayı nasıl yaptığımıza bağlı olarak hem kendimize hem de çevremize olan tutum ve davranışlarımızın gelişip şekillendiği düşünüldüğünde, bugün yaşadığımız pek çok sorunun temelinde yanlış anlam ve algıların yattığı görülmektedir.
Anlamlandırma ve algılamaların yanlışlığının altında pek çok neden sıralanabilir. Ancak en önemlisi kendimizi kendi kavramlarımızla anlayamamaktır. Bilhassa toplumu doğruya yönlendirmeleri beklenen “aydınlarımızın” bir kısmının bahsi geçen hatayı büyük oranda yapmaları bizi ciddi biçimde endişeye sevketmektedir.
Nasıl mı?
Örnekler çok olmakla birlikte en çok tartışılanlardan biri olması hasebiyle etnik gruplarla ilişkilerimize dair yapılan değerlendirmeler üzerinden verilecek misaller sanırım daha açıklayıcı olacaktır.
Buna göre son zamanlarda bir “mesele” gibi gösterilmesi adet halini almış olan ve bu açıdan bizi hayli şaşırtıp yanlış anlaşıldığı ve anlatıldığı için bir o kadar da üzen etnik yaklaşımlara bakıldığında, kendimizi kendi kavramlarımızla açıklayamamanın ortaya çıkardığı sıkıntının ne kadar fazla olduğu görülmektedir.
Mesela, bizim milletimiz farklı etnik grup ve kültürlerle bir arada yaşama tecrübesini “kendinden görme” zihniyeti ile gerçekleştirmiştir, “kendine benzetme” zihniyeti ile değil. Takdir edileceği üzere kendinden görme, eksiği ile fazlası ile kabul etme, tabir-i caizse aileden sayma anlamına gelir. O yüzden milletimiz bu topluluklarla eğer din birliği söz konusu ise akrabalık ilişkileri kurmakta da bir sakınca görmemiş, tarih boyu kucak açtığı, bünyesine kabul ettiği pek çok milletle toplumsal bir doku oluşturabilmiştir.
Bu durum daha önceki yazımda ifade ettiğim üzere Cumhuriyetimizin vatandaşlık tarifinde de yerini bulduğu içindir ki “mesele” olduğu iddia edilen etnik gruplardan başbakan ve cumhurbaşkanı seçmek bizler için, ABD’deki gibi “değişim emaresi” olarak alkışlanacak bir durum olmamıştır. Gayet doğal görüldüğü için tartışılmamıştır bile.
Halbuki bazılarının iddia ettiği gibi “kendine benzetmeye”, yani Batı terminolojisiyle ifade edecek olursak “asimile etmeye” çalışmış olsaydı yine takdir edileceği üzere, bu topluluklarla olan tarihi geçmişimizin uzunluğuna bakılacak olunursa ortada bugün bahsi geçen farklılıkların (dil, kültür gibi) birçoğunu görmek mümkün olur muydu?
Batı’ya bakarak cevap verecek olursak böyle olmayacağını açıkça ifade edebiliriz. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Fakat bizim milletimiz için durum böyle olmamış, bahsettiğimiz zihniyet ve sahip olduğu değerler sistemi (kul hakkı gibi), farklılıklarla yaşama tecrübesini başarıyla gerçekleştirmesine vesile olmuştur.
Yine bu sebeple bugünün dünya şartlarının bütün toplumları etkilediği bir ortamda, bu şartlara bağlı olarak gerek ekonomik gerekse toplumsal patlamaların beklendiği durumlarda Türkiye bu beklentilere uymayabilmektedir. Batı’nın zaman zaman şaşırdığı bu gibi durumların izahı, temas ettiğimiz üzere ancak kendi bünyemizde ve kavramlarımızda bulunabilir.
Dolayısıyla Batı’dan ithal edilen kavram ve bakış açılarını hiç süzmeden kullanarak meseleye baktığınızda, bırakın çözümü açıklayıcı ve kapsayıcı bir tablo çizmeniz dahi mümkün olmamaktadır. Zira kültürel farklılıkları dikkate almaksızın kavramların her toplum için aynı biçimde kullanıldığı gibi yanılgıya düşerek genellemeye gidilmektedir ki bunun neticesinde Türkiye’ye Türkiye’den bakılamamakta, çözüm reçeteleri çözümsüzlük ve yeni problemler üretmektedir.