“1980li yıllardan itibaren İslami çizgideki hanımların bir kısmına ikinci eş olmanın fazileti anlatılıyordu. Yani evli ve hali vakti yerinde bir adamın ikinci eşi olmak bir nevi zühd ve takva sebebi olarak gösterilmekteydi. Bu sebeple birçok kadın ikinci eş olarak evlenmiş, hatta bazı evli kadınlar da kocalarına ‘uygun’ bir ikinci eş bularak onların tekrar evlenmelerini sağlamışlardı. Ancak bu kadınlardan hiçbiri evliliklerini mutlu bir şekilde sürdüremediler.”
“Bu dönemde İslami çizgideki kadınlara sokakta görünmez olmaları, bu mümkün değilse kendini çirkinleştirmeleri tavsiye ediliyordu.”
(“Zühd, nefsin arzu ve isteklerini denetim altına almak, başkasını kendisine tercih etmek ve imkân olduğu halde nefsi terbiye etmek amacıyla helal olan şeylerden bile vazgeçebilmek demektir. Takva ise, kişinin ahirette azap ve cezaya neden olabilecek her türlü şeyden kendisini titizlikle koruması, günahlardan kaçınıp iyi ve faydalı iş/ eylemleri yapmasıdır.”)
Bu sözleri Kanal7 nin diğer TV kanalı Ülke TV’de geçen hafta içinde yayınlanan bir programda dinledim. Programı sunan Ahmet Murat, program konuğu başörtülü bir hanım yazarla 1980 ve 90 lı yıllarda İslamcı çizgideki hanımların yaşadığı sosyal değişim üzerine sohbet ediyordu. Bu hanım yazarın çevresindeki gözlemlerine dayanarak verdiği örnekler ve vardığı yukarıdaki sonuç ilginçti ve benim münferit olduğunu düşündüğüm gözlemlerimle de örtüşüyordu. Anlaşılan bahsi geçen çevrede sosyal bir nitelik kazanacak kadar yaygınmış.
İnsan yaratılışına aykırı bir yorumun İslam adına benimsetilmesinin çok sayıda insanımızı mutsuz ettiği, birçok ailenin yıkılmasına yol açtığı anlaşılıyor. (Diğer yandan, özel durumlarda verilen bir ruhsatın fazilet olarak yorumlanması doğru da değildir.)
Bu olay bana, Fethullah Gülen’in “Başörtüsü dinin füruata ait bir meselesidir” sözü üzerine yaratılan tartışmaları hatırlattı.
Fethullah Gülen Cemaati’nin önde gelen ismi, Gülen’in onursal başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın Mütevelli Heyeti Başkanı ve Zaman gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce bu sözün anlamını daha da açan şu açıklamaları yapmıştı:
“Dinin özünü anlama sürecine girdik. Biz Anadolu Müslümanlığı diyoruz. Bizim milletimizin Müslümanlık yorumu demek bu. Anadolu Müslümanlığı İslam’ın yumuşak yüzüdür.. Bizim kadınlarımızı da hayatın içinde daha çok göreceksiniz. Biz AB’yle demokratikleşmeyi savunuyoruz. Bu demokratikleşme, kadının görünür olmasını bize kabul ettirecek..”
Oysa aynı söz hakkında, Fethullah Gülen’in 25 yıl boyunca başyaverliğini ve kuryeliğini yaptığını belirten, ancak cemaatle yollarını ayıran Nurettin Veren’in yorumu farklıydı. “30 sene cemaatin ilk giren üyelerine bile, 3 yaşındaki kız çocuklarından, 80 yaşındaki yaşlı kadınlarına, evin içinde dahi örtünmelerini, dışarı çıktıklarında mutlaka yüzlerine peçe örtüp ellerine eldiven takmalarını, topuklarına kadar pardesü veya çarşaf ile örtünmelerini emrederken, başörtüsünün füruat (teferruat) olduğunu bilmiyor muydu? Acaba 30 sene evvel bunları cemaatine emreden Gülen, o zaman mı Kur’an’ ı tersten okuyordu ya da ABD’ ye yerleştikten sonra mı tersten okuyor?”
Gerçekten cemaat içindeki erkeklerin eşi olan birçok kadın eskiden başörtülüydü ve tesettür konusunda ciddi baskı altındaydı. Bugün bu kadınların çoğu tesettürden uzaklaşmış durumda. Bu tür ailelerde yaşanan psikolojik travmalar da ciddi boyuttadır.
İslami çizgideki sosyal kesimlerde yaşanan bu değişimi, “Kur’an’ ı tersten okumakla” izah etmenin doğru olmadığını düşünüyorum. Ayrıca bu çevrelerin yaptığı özeleştiriyi ve yaşadığı değişimi değerli buluyorum.
Bu kesimler dar cemaat kalıplarından Türkiye’nin bütün kesimleriyle diyalog kurmalarını gerektiren çok boyutlu ilişkilere girmek zorunda kaldılar. Bir yandan siyasi iktidar gücüne, diğer yandan çok büyük ekonomik güce ulaştılar. Bu güçleri devam ettirmek bütün sosyal kesimlere açılmayı gerekli kılmakta.
Bu durumda “toplumsal gerçeklerin farkına varmaları” ve dar cemaat kalıpları içinde yorumladıkları din kurallarının dar yorumlarının dinin özünü tam olarak yansıtmadığını görmeleri söz konusu. Çünkü İslam “insanlık var oldukça hükümlerini sürdürecek bir din olduğu” halde, kendi yorumları bırakın yarını, bugünün ihtiyaçlarını bile karşılamamakta, toplumsal katmanlar arasında barış yerine çatışma unsuru haline gelebilmekteydi.
Doğru olan “kadınlarımızın daha çok hayatın içinde olmasıdır.”
Bunu sağlamak için, dinin ve sosyal kuralların doğru ve insan yaratılışına uygun yorumlanması şarttır. Kadınlarımız hem edepli, hem de güzel ve bakımlı olarak sosyal hayatın içinde olmak istiyor. Tesettürlü hanımlar bile şık ve güzel görünmeyi arzu ediyorlar.
Tesettürlü olarak bu hayatın içinde olanlara engel olmak ta, başörtülü olmadan da edepli ve ahlaklı bir şekilde sosyal hayatı yaşayanları suçlamak ta yanlıştır.
“Ahlak, namus, fazilet” gibi kavramlar kapsamında suçlanan ve kısıtlanan kadınlarımız, aslında mağduru oldukları vakaların faili olan erkekler tarafından, iki kere haksızlığa maruz bırakılmaktadır. Sosyal hayatın içinde yer alan kadınlarımızın namus ve ahlakını korumak için öncelikle erkekleri suç işlemekten caydırıcı tedbirleri almak gereklidir.