Hukukun gücü:
Tüm anayasalarda yazılı olmasa bile geçerli olan iki madde vardır.
- Güçlü olan her zaman haklıdır.
- Güçlünün apaçık haksız olduğu zaman 1. madde uygulanır.
Bu zihniyetin hâkim olmadığı tek sistem İslam inancıdır. Buna bir iki örnek verecek olursak Medine döneminde suç işleyip ceza alan varlıklı ve soylu bir kadının cezasını kaldırmak için gelen aracılara peygamberimizin cevabı ” Kızım Fatıma da aynı suçu işlese aynı cezaya çarptırırdım.” ifadesi olmuştur.
Sizden önceki milletlerin helak olmasının sebebi güçlüler suç işlediği zaman affedilmesi, zayıflar suç işlediği zaman ise cezalandırılmasıdır.
Adaletin olduğu yerde zulüm olmaz, zulmün olduğu yerde de adalet olmaz.
İdari makam ve mevkilerde olan insanlar yakınlarının suçlarını görmezden gelir, hatırlı insanların bu konudaki aracılıklarına açık olurlarsa devlet hâkimiyetinin yerini kan davaları ve çeteler alır. Elbette ki bu da hoş bir durum olmaz.
Hz. Ebubekir(r.a) halife seçildiği zaman topluma yaptığı ilk konuşmada; Benim yanımda güçlü olmanız başkasının hakkını ihlal etmeniz için yeterli ve geçerli bir sebep değildir. Benim yanımda haklı olan her zaman güçlüdür.
Fatih Sultan Mehmet cezalandırdığı bir inşaat işçisi tarafından mahkemeye verilir. Mahkeme Fatih’i suçlu bulur ve padişah bu karara saygı gösterir. İşte size bugün medeni dünyanın hiçbir yerinde bulamayacağınız demokrasi anlayışı.
Bu gün bazı çevrelerin ortaçağ anlayışı ya da irtica diye nitelendirdiği bu hukuk ve adalet anlayışı dünyanın hangi ülkesinde vardır. Bilen varsa bizim de haberimiz olsun işte hukukun gücü budur. Padişah ve sıradan bir vatandaş hukuk önünde eşittir, aynı haklara sahiptirler.
Şimdi de gücün hukukuna değinelim:
Günümüze gelecek olursak hukukun üstünlüğünden ve de gücünden söz etmek mümkün değildir. Dünyanın her yerinde bazı makam ve mevkileri ellerine geçirmiş insanlar bulundukları ülkeleri babalarının çiftliği sanıp istediği gibi at koşturuyor. Hayatı kendilerine de başkalarına da zehir ediyorlar.
Tarihte de böyle at koşturanlar çok olmuştur ama netice istedikleri gibi olmamıştır, hatta onların sonu çok hazin olmuştur. Nasıl mı? Firavun’u herkes bilir. Gördüğü bir rüya onu korkutmuş rüyasını tabir eden kâhin ise İsrailoğullarından doğacak olan bir çocuğun onun saltanatına (zulmüne) son vereceğini söyler. Bunun üzerine korkuya kapılan firavun İsrailoğullarından doğacak olan bütün erkek çocukların öldürülmesini emreder. Buda bir kanun ya da hukuk ama firavun’un kanunu ya da güçlünün hukuku; kendi halkını düşman gören ve ondan korkan bir düşüncenin hukuku.
Netice İsrailoğullarından yani halkın bir kısmından (o zaman Mısır halkı Kıptiler ve İsrailoğullarından oluşuyordu) doğan bütün erkek çocuklar öldürülmeye başlandı. O zamanda elbette ki bu uygulamanın devletin bekası ve sistemin selameti açısından doğru olduğunu savunan birçok insan yazar, çizer, düşünür ve akademisyenler vardı.
Bu kanun halkın bir kısmına zulmediyor analarını ağlatıyor, vicdanlarını kanatıyordu. Ama bir kesimde (kendilerini birinci sınıf vatandaş, devletin ve rejimin sahibi gören insanlarda yani kaymak tabaka, hortumcu kesim) bundan büyük zevk alıyor yapılan işin ne kadar doğru olduğuna haber bültenleri, açık oturumlar, canlı yayınlar ve gazete manşetleri ile halkı ikna etmeye çalışıyorlardı.
Fakat tüm bu zulümler Musa’nın doğmasını engelleyemediği gibi Musa’nın da Firavun sarayında büyümesine yetişmesine sebep olmuştur. Yani firavun ve taifesi kendi elleriyle kendi sonlarını hazırlamışlardır.
Hz. Musa(a.s) peygamberlikle görevlendirilip firavun ve taifesini dine ( Allah’a kulluk etmeye ) halkına zulmetmekten vazgeçip adil bir hükümdar olmaya çağırınca önce ciddiye alınmaz sonra hafif yollu dalga geçilir bu esnada halkın bir kısmı kendisine inanınca da inanan insanlar şiddetli bir şekilde cezalandırılır. Birçok hadiseden sonra Hz. Musa ve arkadaşları Mısır’da yaşayamayacaklarını anlayınca kendine inananlarla beraber Mısır’ı terk etme kararı alır. Ama bu durum bile Firavun ve avenesini tatmin etmez. Mısır’ı terk etmeleri yetmez onlara bu dünyada hayat hakkı yoktur onlara hepsinin öldürülmelidir düşüncesiyle ordusuyla Musa ve arkadaşlarının peşine düşer. Tabii bu esnada da firavun’u ve yaptıklarını savunan, onun her sözünün kanun, her yaptığının doğru olduğunu anlatan açık oturumlar, canlı yayınlar yapan, köşe yazarları yazıp, gazete manşetleri atan bir kesim yani kaymak tabaka vardı.
Netice Firavun ve ava nesi Kızıl Deniz de can derdine düşünce kendisinin de ilah olmadığını Musa ve arkadaşları gibi insan olduğunu anladılar. Ama takdir edilen sondan kurtulamadılar. Dizginlenemez hırsı inananlara duyduğu kin ve öfkesi O ve arkadaşlarını Kızıl Deniz’e götürdü. Evlatlarını kestiği anaların ve zulmettiği halkın gözyaşları Kızıl Deniz’de O’nun ve zulmünün sonu oldu.
Peki değdi mi?
Halka zulmetmenin yanında kendilerine de yazık etmiş olmadılar mı?
Bu kıssada anlatıldığı gibi firavunlar her zaman perdenin önünde olmaz. Bir çok zaman perdenin arkasında bulunmayı tercih ederler.
Firavunlar olduğu müddetçe Musalar da olmaya devam edecektir.
Sosyal olaylarda aynı sebepler benzer sonuçları doğurur. Akıllı ve medeni insanlara düşen tarihten ders alıp aynı hataları tekrar etmemeleridir.
Allah(cc) ülkemizi, İslam âlemini ve tüm insanlığı çağdaş firavunların şerrinden korusun.
Huzurlu ve mutlu yarınlar dileğiyle…