Önce Boğazlıyan Kaymakamı rahmetli Kemal Bey’in kızı Müşerref Gürenci’ye
Allah’tan rahmet diliyorum. Bu hafta kaybettiğimiz ve Türk Milletine
emanet olarak bırakılan değerlerden biri olan rahmetli Müşerref
Gürenci’den çoğu kimsenin haberi yoktur. Ermenilere kötü muamele
yapılmasını engelleyemediği iddiasıyla, işgal güçlerinin baskısıyla 10
Nisan 1919’da Beyazıt Meydanı’nda idam edilen rahmetli Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’i acaba kaç kişi biliyor? İzmir Vali ve Belediye Başkanı’nın cenazeye katılması ayrı bir anlam taşımaktadır.
Dün
olanlar bugün de tekerrür etmektedir. Dün Kaymakam Kemal Bey dahil
birçok kamu görevlisini idama götürenler, bugün de dayatmalarını
sürdürüyorlar. Bugün de garip suçlamalarla insanlar özgürlüklerinden
oluyor, el altından iddianameler dolaştırılıyor, devlete karşı açılan
psikolojik savaş milli devletten ve üniter yapıdan yana olanlara
yöneliyor. Şemdinli tezgahı devam ettiriliyor. DTP’li bir
milletvekilinin TBMM amblemli arabası kullanılarak uyuşturucu
kaçakçılığı yapıldığı basında yer alıyor. Bölücü terör örgütü ile
ilişkili uyuşturucu çeteleri ile uğraşmak yerine dikkat dağıtılıyor.
Türban ve laik-antilaik
maçı yine başladı. Bu öyle bir maç ki; bir türlü bitmiyor. Siyasi
nitelikli türban tartışmaları bazı gerçekleri örtüyor. Ne zaman türban
tartışılsa, endişe duyarım. Ardından bir takım dışarıya verilen
tavizler gelir. Her işe karışan ABD Büyükelçisi “Bomba atmakla bu iş sonuçlanmaz; siyasi çözüm de gerekir” diyor. Malum 301. Madde ve milli kimliksizleştirilmiş bir Türkiye için hazırlanan sözde sivil Anayasa taslağı gündemde. Özellikle İstanbul’da nokta veya bölge yabancı egemenlikler doğuracak bir Vakıflar Yasası dış dayatmalarla çıkarılmaya çalışılıyor. 11.000 civarında arazi ve mülk el değiştirecek. Birleşik Kıbrıs ve KKTC’den
dolaylı olarak vazgeçme senaryoları ortada. Hayali bir AB üyeliği kozu
bir tehdit olarak kullanılıyor. Belki bir 10-15 sene daha AB üyeliği
tartıştırılacak. Bu da türbanın bir başka çeşidi…
Türkiye, fikri derinliği olmayan, slogan ve şekil tartışmalarını artık aşmalıdır. Ülkemiz bir kısır döngü gibi süren radikal laikçi
(hatta bir bakıma seküler), halkın değerlerine yabancılaşmış bazı
aydınlarla; ezilmişlik ve baskı görmüş olmayı koz olarak kullanan,
Cumhuriyeti içine sindirememiş, Müslüman’ı devşirme ve İslâm’ı
yozlaştırma peşindeki ve Cumhuriyetten rövanş almak isteyenlerin çatışma alanı olmaktan çıkarılmalıdır. Sorun, yeni sorunlar yaratmayacak şekilde çözülmelidir.
İnanıyorum
ki; büyük çoğunluk bunu istemektedir. İslâmcı ve muhafazakâr olmayan
bir yönetim şeriatı getiremez. Kaldı ki İslâm, belirli bir siyasi
devlet düzeni de dayatmaz. Kimse korkmasın. Türkiye istese de İran gibi
olamaz. Her iki ülke arasında çok önemli sosyal yapı ve İslâm’ı anlama
farkları vardır. Bu kısır tartışmalar mutabakatları zayıflatmaktadır.
Bildiğimize
göre; İslâm’da ve Kur’an-ı Kerim’de mahrem ve ziynet yerlerini örtme
esası vardır. Ancak, bu türban veya başörtüsü ile ifade edilmemiştir.
Ancak, ölçü sadece gelenek-göreneği bir tarafa atarak; Kur’an-ı
Kerim’de var mı, yok mu tartışmasına da götürülmemelidir. Sosyolojik
gerçekleri göz ardı eden bazı hukukçular gibi bazı İlâhiyatçılar da,
sosyal boyutu dışlayarak normatif ve soyut değerlendirmeler
yapmaktadırlar. Eğer bu eksikliğimizi görmezsek; “Ramazan davulu da
İslâmi değil” deriz. “Mevlide gerek yok, Kur’an okuyoruz” yanlışlarını
ileri sürebiliriz.
Cumhuriyete ve anayasaya bağlı olanlar, rejime karşı “karşı kültür”
alanları açıcı oyunlara gelmemelidirler. Soroscu vakıflar ne zamandan
beri Atatürkçü ve Cumhuriyetçi oldular? Cumhuriyet Mitinglerinin
sonuçta kimlere yaradığı ve kimler tarafından kullanıldığını göz ardı
edemeyiz.
Türkiye’nin laiklik anlayışı
anayasada yer alır. Bu anlayış Fransa’da olduğu gibi “Ben senin işine,
sen de benim işime karışma” şeklindeki bir kilise- devlet anlaşması
değildir. Laiklik, sanki İslâm’a alternatif bir din gibi de
anlaşılmamalıdır. Her türlü taassuba sapma yanlıştır.