Küresel Isınma

128

Bugünlerde dünyada bir şeyler oluyor. Televizyonları açtığımızda,
gazete sayfalarını çevirdiğimizde, reklâmlarda hep karşımıza o çıkıyor.
Yeni bir şey; ”Küresel Isınma”.

Aslında hiç yeni değil ama dünya toplumlarının bireysel gündemine
daha yeni yeni oturuyor. Oturuyor kelimesi çok doğal ve masum durdu,
düzeltiyorum, “oturtuluyor”.

Niyetim bu konuda bilimsel ahkâmlar kesmek değil elbette. Zaten öyle
bir bilgi pompalaması yaşanıyor ki(bilgi kirliliği demek daha doğru
olur), ev hanımlarından sokaktaki işportacıya kadar herkes az çok bilgi
sahibi olmuş durumda. Ben konuya başka bir pencereden bakmak istiyorum.
O nedenle kıt olan tarih, siyaset ve sosyoloji bilgi birikimimle komplo
teorileri üretme güdüsünden bir türlü kurtulamıyorum(gerçi küresel
terör, büyük Ortadoğu projesi gibi dönemlerinin dışlanan komplo
teorilerinin artık günümüzün gerçekleri olduklarını unutmamak gerekir).

Şöyle tarihe bir yolculuk yapalım. Bugün “büyük” batının iddia
ettiği ve bizim politika ve bazı ileri aydınlarımızın da sık sık
propagandasını yaptığı bir açılım vardır. “Avrupa ve batı zengin. Onlar
bu zenginliğe demokrasi, insan hakları ve hukukla ulaştılar. O
nedenledir ki biz de zenginleşmek için onlar gibi olmalı, o sistemi
tercih etmeli ve onların içinde olmalıyız…)

Bu nedenle konuya batının zenginliğinden başlamak
istedim.1600-1800’lü yıllar; Avrupa sefalet, açlık, hastalık ve
barbarlık içerisinde kıvranmaktadır. İnsanlık tarihi boyunca hem
dünyadaki diğer uygarlıkların hem de birbirlerini boğazlamaktan
bıkmamışlardır. Bunu da çoğu zaman üstün beyaz ırk ve kutsal din adına
yapmışlardır.

Günümüzde bizim gibi nezih bir milleti bile ırkçılıkla, faşizmle
suçlamalarına aldanmamak gerekir. Zira ırkçılığın zirvesinin yaşandığı
yerdir Avrupa. Irkçılık temellerindeki en önemli yapı taşıdır
Avrupa’nın. Bir başka yazıda bu konuyu çok detaylı ele almak isterim.
Ama girmeden de duramıyorum. Avrupa dünyayı sömürmeye başlar. Sömürge
olarak ele geçirdikleri her yerdi kan ve zulüm içerisinde kuruturlar.
İnsanlarını zincirlere vurup köle yaparlar. Onlara göre derisi farklı
olan insan değildir zaten. Diğer beyaz ırklarda barbardır. Tanrı onları
üstün yaratmıştır. Yeraltında ve yerüstünde ne varsa talan ederler.

Bu hammadde gücüyle sanayileri büyür. Ve eski bir hastalık nükseder.
Kendi insanlarına da ırkçılık yaparlar. Artık kendi emekleri
insanlarını da sömürmektedirler. Emperyalizm doğmuştur. Aslında uzun
zamandır vardır. Biz adı yeni konmuştur diyelim. Ve dünyanın yeni
siyasetinin temelleri atılır. Toplumları katlederek, zincire vurarak,
soykırımlarla sömüren emperyalizm, yeni bir sömürü sistemi geliştirir.
Özetle Hammadde katliamlarla kanla elde edilirken, zorbaca elde ettiği
hammaddelerle yaptığı üretimi, pazarlaması gerekmektedir(bu vahşi
çılgınlık, hammadde pazar kavgalarına dönüşecek, kendilerine ve dünyaya
iki kez kan kusturacaklardır).

1900-2000’li yıllar; Bu yeni sistem bireylerin sömürülmesidir. Bir
şeyi çok iyi fark etmiştir emperyalizm; dünyanın bütün hammaddelerini
alsanız da, ürettiklerinizi satmadan büyüyemezsiniz.

Önce kendilerinden başlarlar. Çılgınca tüketen, bencilce yaşayan,
parayla alabildiği her şeyi kendisinin olduğunu varsayan bir toplum
yaratırlar. Dünyanın geri kalanı umurlarında bile değildir. Çünkü onlar
üstün beyaz Hıristiyan ırktır. Zaten dünyanın geri kalanı insan
değildir. Ama bu farkı ortaya koymaları gerekmektedir. Ve demokrasi ile
insan hakları doğar. Bu evrensel ve güzel kavramlar sizleri
yanıltmasın. Bunlar kendileri içindir. O nedenle demokrasinin ve insan
haklarının dünyanın geri kalanında yaşanmasına hayatta izin vermezler.
Bu onların üstünlüğü ve onların haklarıdır.

Dünya İnsanlığının kanı üzerine kurulmuş bu zenginlik, emperyalizmi
doyurmaz. Şirketler o kadar güçlenmiştir ki, onlara göre sınırlar
devletler yoktur. Dünyayı gerçekte onlar yönetmektedirler. Bu konuyu
ileride başka bir yazıda ayrıntılı bir şekilde ele almak isterim. Bu
güç açlığı kendileri dışındaki fakir dünyayı da tüketim çılgını haline
getirmelerine zemin olmuştur. Öyle ya insanlara her şeyiyle ürün
tükettirmek, zincirlere vurup katletmekten çok daha kolay ve karlıdır.
Fakat bizim gibi köklü milletlerde bunu bir anda uygulamak zordur.

Uzun yıllar alan projelerle kültürel yozlaşma, bencilleşen kişisel
yaşam, değerlerini yitirmiş, dejenere değerlere sahip bireyler
oluştururlar. Matrix filminde olduğu gibi tüm insanlar bir insan
tarlasında, karınlarındaki sırtlarındaki hortumlarla, bir rüyada
yaşayarak, aslında farkında olmadan yaşam enerjileriyle bu dev
sistemleri beslerler. Ama her şeyin bir sonu olduğu gibi bu çılgın
üretim- tüketim kapasitesinin de bir sonu var.

Dünya sınırlı kaynaklara sahip. Ama bize her şeyi tükettiren bu
canavar, felaketi bile kara dönüştürecek formülü bulmuş anlaşılan. Yeni
bir tüketim dalgası yaratıyorlar. Felaketler üretip bunu satıyorlar.

Bize diyorlar ki; “ey dünya insanlığı çok tüketim yaptık, dünyanın
dengesi bozuldu, kaynaklar azaldı. Artık çevreye duyarlı ürünler
üretiyoruz. Dünyayı kurtarmak için bu ürünlerden alın.” Bu felaket
pazarlaması o kadar büyüdü ki, filmler haberler, makaleler insanları
buraya endeksledi. Kısacası harcamaya devam.

Evet, çağımızın yeni kavramı “Küresel Isınma”. Buzlular eriyormuş,
iklimler değişiyormuş. Sonumuz geliyormuş. Aslında yüzyıllardır eriyen
buzullar değil, insanlık ve insanlık değerleri eriyor.

Dünya yaratıldı yaratılalı hep değişiyordu zaten. Bir eriyordu
buzullar, bir donuyordu, Buzul çağları oluyordu. Öyle ya kıtalar bile
yerinde durmuyor, hareket ediyordu. Dediğim gibi eriyen bizleriz,
değişmeyen, milyonlarca insanın kanı pahasına tüketen, zenginleşen ve
tükenen bizleriz. Küresel felaket dünyanın doğasında değil, biz
insanların kendisinde.

Zaten hiç kimsenin de derdi dünyanın yok olması değil, kendi yaşam kalitelerinin yok olması.

İleriki yazılarımda diğer konuları izah etmeye çalışırken kendimce,
bu konulara yine değineceğim. Çünkü hepsi birbirine o kadar bağlı
ki.Bir kelebeğin kanat çırpışının, rüzgara etkisi gibi..