Zarara Bakış

18

     “Zarara kendi râzı olanın lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz.” Hadisi esaslı bir kaidedir. Hadîs-i Şerîf, şefkat hakkını ve merhamete lâyık oluşu, onlardan gidermiştir. Bundan dolayı bu gibilere acınmaz ve merhamet edilmez.

Musîbet

     Asıl ve zararlı musîbet, dîne gelen musîbettir. Dinî / Dinsel musîbetten her zaman Hz. Allah’a sığınıp feryat etmeli. Fakat dinle ilgili olmayan musîbetler, hakîkat noktasında musîbet değildir. Bir çeşit Rahmanî hatırlatmadır. Nasıl ki bir çoban, başkasının tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atar. Onlar o taştan hissederler ki, zararlı işten kurtulmaları için bir ihtardır. Memnûn olarak dönerler. Öyle de, çok zahirî / görünen musîbetler var ki, İlâhî birer ihtar ve îkaz / uyarıdır. Bâzı günahlara keffaret olup affına vesiledir. Bir kısmı gafleti dağıtıp, insanlık îcâbı olan aczi ve zaafı bildirip, bir nevi huzur verirler.

Fısk

     Fısk, haktan ayrılmaktır, hadden tecavüzdür. Ebedî hayatı terk etmektir. Ebedî hayattan çıkmaktır. Fıskın kaynağı; aklî, gadabî ve şehevî denilen üç kuvve / kuvvetin aşırı gitmesinden ve aşırı geri kalmasından ortaya çıkar. Evet, aşırı gidiş ve geri kalışlar; delillere karşı bir isyandır. Âlem sayfasında yaratılan deliller, İlahî ahdler hükmündedir. O delillere muhalefet edenler; Cenab-ı Hakk’la fıtraten yapmış oldukları ahdlerini bozmuş olurlar.

İnsan ve  Dünya

     Ticaret ve memuriyet için, önemli görevlerle bu imtihan ve sınav yeri olan dünyaya gönderilen insanlar; ticaretlerini yapıp, vazîfelerini bitirip, hizmetlerini tamamladıktan sonra, yine onları gönderen Yüce Yaratıcısına dönecekler. Kerîm olan Mevlâlarına kavuşacaklar. Yani bu fâni / geçici dünyadan gidip bâkî âlemde, Allah’ın yüce huzuruyla şereflenmiş olacaklar. Sebeplerin zorluklarından, vasıtaların karanlık perdelerinden kurtulup, Rahîm olan Rablerine, ebedî saltanat yeri olan Cennette perdesiz kavuşacaklar. Doğrudan doğruya herkes, kendi Yaratıcısı ve ibadet ettiği Mâbudu, Rabbi ve Seyyidi / Efendisi ve Mâliki / Sâhibi kim olduğunu bilip, bulmuş olacak.

Mümkün  Müdür  ki,

     Hiç mümkün müdür ki, insanın bütün varlıklar içinde ehemmiyetli bir kabiliyeti olsun da, insanın Rabbi de, insana bu kadar muntazam eserleriyle kendini tanıttırsın da, mukabilinde insan iman ile onu tanımazsa, hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse, mukabilinde insan ibadetle kendini O’na sevdirmese, hem bu kadar nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse, mukabilinde insan şükür ve hamdle O’na hürmet etmese; cezasız kalsın, başı boş bırakılsın? O izzet, gayret sâhibi Yüce Allah, ona bir ceza yeri hazırlamasın? Hem hiç mümkün müdür ki: O Rahman ve Rahîm olan Allah’ın kendini tanıttırmasına mukabil, iman ile tanımakla ve sevdirmesine mukabil, ibadetle sevmek ve sevdirmekle ve rahmetine mukabil, şükür ile hürmet etmekle mukabele eden mü’minlere; bir mükâfât yeri ve ebedî saadet mahalli olan Cenneti vermesin?

Hakîkat,  Kusûrdan Uzaktır

     Yeryüzü; hareket, zelzele ve depreminde; vahiy ve ilhama mazhar olarak, emir altında depreniyor. Bazen de titriyor. Sonsuz Kudret Sâhibi Allah; hava, su, toprak ve ateş gibi her bir unsura çok görevler vermiş. Her bir görevde çok netîceler verdiriyor. Bir unsurun bir tek vazîfe / görevinde, bir tek netîcesi çirkin ve şer ve musîbet olsa da, diğer güzel netîce ve sonuçlar; bu netîceyi de güzel hükmüne getirir. Eğer bu tek çirkin netîce, meydana gelmemek için, insana karşı hiddete gelmiş o unsur; o vazîfeden men’ edilse / yasaklansa, o zaman o güzel netîceler adedince hayırlar terk edilir. Gerekli bir hayrı yapmamak, şer olması haysiyetiyle, o hayırlar sayısınca şerler yapılır. Çünkü bu, bir tek şer gelmesin diye yapılan gayet çirkin, hikmete aykırı ve gerçeğe ters düşen bir kusurdur. Kudret, hikmet ve hakîkat ise, kusurdan berîdir. Madem bir kısım hatâlar, unsurları ve arzı hiddete getirecek derecede bir kapsayıcı isyandır. Çok mahlûkatın hukukuna aşağılayıcı bir tecavüzdür. Elbette o cinayetin azîm çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura umumî görevi içinde “Onları terbiye et!” diye emir verilmesi; hikmet ve adâletin ta kendisidir. Mazlûmlar için rahmetten başka bir şey değildir.

Önceki İçerikİsrail’in Saldırdığı İran…
Muhsin Bozkurt
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.