Gölgeler Âlemi

110

     İnsan, Yüce Allah’ın her şeyi kapsayan ilminden şehadet, yâni görünür âleme getirildi. Ete kemiğe büründürülerek Ayşeler, Fatmalar, Ahmetler ve Mehmetler olarak dünyada yerlerini aldı. Kısa kâinat yolculuğundan dönüş hâlinde. Gerçi dünyada iken de yolcu olup, oradan oraya koşturuluyor.

     Evet sevgili okur! Herkes birer seyyah ve gezgin hükmünde. Şu dünya ise bir çöldür! “Çöl mü? Nasıl çöl olabilir?” diye sorar gibisiniz. Dünya şırıl şırıl akan ırmaklarıyla, yemyeşil çimenleriyle, göğe uzanmış ağaçları ile, çeşit çeşit  meyvaları ve renk renk çiçekleriyle; nasıl olur da çöl sayılır. Hele dünyanın üçte ikisi sularla kaplıyken; bu şekildeki vasıfları saymakla bitmeyen dünya; nasıl olur da çöl sayılır? Üstelik dünya, uzaydan mavi bir bilye gibi gözükmekteyken. Bütün bunlar geçici olmakla beraber, her şeyiyle dünya elbette güzeldir. Güzel ne kelime, güzeller güzelidir. Kâinatın bir tanesi, evrenin gül tanesi. Kısaca dünya, âlemlerin nadide incisidir.

     Peki öyleyse, niçin dünya “Çöl” olarak nitelendiriliyor? Derseniz, derim ki: Dünya bu hâliyle, elbette Cennet gibidir. Güzeldir. Çünkü güzel olan Allah’ın güzel isimlerinin yâni Esmaü’l-Hüsnâ’sının tecellî ettiği, aksettiği ve göründüğü yerdir. Fakat dünyanın bütün bu güzellikleri, Cennet’le kıyaslanınca, çöl hükmündedir. Bir an yemyeşil, zümrüt gibi incir ve hurma ağaçlarıyla, yerden fışkıran sularıyla, cıvıl cıvıl öten kuş sesleriyle bir vaha düşünün. Bir an bu vahanın etrafında yer alan çöle bakılırsa. Vahaya nazaran çölün, vaha karşısında nasıl sönük kalacağı apaçık görülür.

     Cennet karşısında bir çöl hükmünde olan dünya da, o derece sönük kalır. Yoksa dünya, şüphesiz çok güzeldir. Fakat Cennet’le kıyaslanınca; vahaya nisbetle çöl neyse, Cennet karşısında dünya; ancak bir çöl gibidir. Çünkü dünya âdeta gölgeler âlemidir. Asıllarının yeri ise, Cennettir. Yâni Esmaü’l-Hüsnâ’nın / Allah’ın Güzel İsimleri’nin asıl tecellîleri / yansıma ve görünüşleri Cennet’te zuhur ediyor ve edecek. Dünyadaki zuhûrat ise, Esmaü’l-Hüsna’nın gölgeleridir. Gölgeleri bile böyle güzel bir dünya oluşturuyorsa, elbette asıllarının oluşturduğu Cennet; dünyadan kat be kat güzel ve muhteşemdir. İşte dünyanın çöl diye nitelenmesindeki hikmet budur.

     İşte ey mağrur nefis! Sen bir seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hâcâtın / ihtiyaçların nihayetsizdir. Buna rağmen, bazan demirden sert. Ama çok zaman pamuktan yumuşaksın. Nitekim hastalıklar seni yere serer, bir anda sararır soldurur. Evet, çok acizsin. Açlığa dayanamaz. Fakat çok da yiyemezsin. Susuz kalamaz. Fakat çok da içemezsin.  Uykusuz edemez. Fakat devamlı da uyuyamazsın. Hele yalnız hiç yapamazsın. Soğukta kalamaz. Sıcağa gelemezsin. Sözün ne yere geçer ne göğe. Olacaklar karşısında elinden bir şey gelmez. Kendi vücuduna bile hâkimiyetin çok sınırlı. Bedendeki iradeli ve isteğe bağlı hareketlerin sayılı.

     Velhasıl: İnsan olarak acz ve fakrın hadsizdir. Evet insan, fakirdir. Fakat bu fakirlik bizim anladığımız anlamda “Yoksulluk” mânasına gelen bir fakirlik değildir. Eğer böyle sanılmış olsaydı, Peygamber Efendimiz: “Veren el, alan elden üstündür.” demezdi. Şayet böyle anlaşılmış olsaydı: “Çalışanı Allah sever.” anlamında hükmedilmezdi. Böyle bir mâna taşısaydı Kur’an-ı Kerîm: “İnsana, ancak çalıştığı vardır.” (Necm: 39) demezdi.

     Maalesef menfî felsefenin karanlık kanunları; hayâle, dünyayı dehşetli bir  âlem olarak gösteriyor! Çünkü yaşlı dünya yetmiş defa top güllesinden daha sür’atli bir hareketle, insan yürüyüşüyle 25 bin senede alınabilecek bir mesafeyi, bir senede devretmektedir. Kaldı ki bu köhne dünyanın her an dağılması ve parçalanması mümkün. Çünkü dünyanın içi zelzelelidir. Kendisi ihtiyar ve çok yaşlı. İşte zavallı insan, âlemin sonsuz fezasında böyle bir dünya üstünde seyahat etmekte.

     İnsanın bu vaziyeti, vahşetli bir karanlık içindeymiş gibi görünüyor. Bu durum insanın başını döndürüyor, gözünü karartıyor. Âleme bu gözle bakıldığında, bu âlem çok karanlık, çok zulümatlı ve çok dehşetli görünmekte olup, dehşetinden feryat ve figan edilir. İnsana “Eyvah!” dedirtir.

     Halbuki, insanın ebede uzanmış arzuları, emelleri var. Çünkü insanın kâinatı kapsayan tasavvurları, fikirleri var. Çünkü insanın; kendisine ebedî saadeti / Cenneti kazandıracak, gayet ciddî himmet ve istidatları var.

Önceki İçerikNe Yapmalı? “Direnç Cephesi”
Sonraki İçerikTürk var, Kürt var, Arap var
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.