Kelleler Gidecek!

107

Moral diye bir şey kalmadı. İçimden yazmak gelmiyor. Daha beteri sanki hepsini daha önce yazmışım gibi bir his içindeyim. Size de olur mu? Her gördüğünüz, her duyduğunuz sanki tekrarmış gibi gelir; “deja vu” dediklerinden. İnsanların ne diyeceklerini onlar demeden, ne yapacaklarını onlar yapmadan bilirmişsiniz gibi. Ve sıkılırsınız, sıkılırsınız. Meğer bu depresyonun baş belirtilerinden biriymiş.

Bakın diyorum, şimdi iktidar suçu haşa Allah’a atacak. Hatta atmaya kalktı da… Fakat diz boyu beceriksizliğin kul işi olduğu ortaya çıkınca, bu sefer “görülmemiş bir felaket” stratejisine döndük. Öyle değil, daha büyükleri de var, hem de bu son asırda var. Buyurun, Washington Post  bizimkiyle başka büyük depremleri karşılaştırmış. Yerin yüzüne uzaklıkları dâhil. Her şeye rağmen bizimki de çok büyük. En büyük olmasa da.

Depremzedeye bakmak için izin gerekli

Diyelim ki asrın değil, bin yılın, on bin yılın en büyüğü. İyi de insanlar deprem küçüktü demiyor ki. İnsanlar, bize üç gün kimse gelmedi, koordinasyon yoktu, donarak öldüler diyor. Facebook’ta, İngiltere’de travma cerrahlığı yapan bir Türk doktorun hikâyesi var. Doktorluğunu yapabilmesi için Ankara’dan olur bekleniyor. AFAD yetkilisi hastaneye giden ambulansa bindirmiyor, “Sana bir şey olursa ben sorumlu olurum.” diye… Hani filmlerde, uçakta, gemide veya bir toplantıda biri hastalanır da ona bakan görevli bağırır, “Doktor var mı?” diye. Bizde bağıramaz! Ankara’dan izin almak gerekir. İl Sağlık Müdürlüğü de veremiyor. Ankara’dan ancak mesai saatlerinde izin alınabiliyor. Sonunda dört gün sürünüyor ve kendi deyişiyle, “Tek hastaya dokunamadan geri döndüm.” Buyurun size merkezî koordinasyon. Buyurun hızlı karar verip uygulamayı eline yüzüne bulaştırma.

Yardım ettikleri için azarlanan, itham edilen STK mi istersiniz, şehirlere sokulmayan muhalif belediye ekipleri mi?

Böyle skandalları, böyle rezaletleri çok okuyacak, duyacaksınız. Fakat bunlar önemli değil. Önemli olan iktidarın kabahatsizliği. En son, “Yıkılan binalar biz iktidara gelmeden yapılmış.” çıktı. İmar affını da teröristler çıkarmıştı zaten.

Kurumların odağı ne?

Bu hikâyeler, aklı başında olana, kurumların çalışmadığını gösteriyor. Bu tamam da, on örnek, yüz örnek, bin örnek göstereceksiniz de ne olacak?

Bu hikâyeler daha da beterini anlatıyor: Kurumların başında bulunanların o kurumun görevine odaklanmadıklarını. Liyakatin yerlerde süründüğünü. Bu, hani çok sevilen deyişle, “yapısal” problemi çözmeden bir yere varamayız. Yine deprem olur ve biz yine ölürüz.

Tekrar edeyim: Kimin sorumlu olduğu önemli değil. Bir daha tekrarlanmaması için nasıl örgütleneceğimiz önemli. Neyi nasıl yapmamamızı, neyi nasıl yapacağımızı öğrenmemiz gerekli. Hatalarımızı düzeltmemiz, düzeltmemiz içinse önce yanlış yaptığımızı kabul etmemiz gerekiyor. Var mı kabul eden?

Haşa. “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var. “

İmar kanununu anayasa maddesi yapmak gibi saçma sapan teklifler var. Ülkelerin kurumları, devletin teşkilâtı, anayasa ile yürütülmez. Kanunla da yürütülmez. Cephede ve yönetmeliklerle yürütülür. O cephedekileri yetkilendirerek yürütülür. Anayasa kanunların, kanunlar yönetmeliklerin çerçevesini çizer ama bunları uygulayacak olan sizin teşkilatınızdır. Kurumların her kademesinin, “İşimi gereğince yapmaya hazır mıyım?”, “İşimi daha iyi nasıl yaparım?” sorularına odaklanmasıdır. Tabiî bir de o kurumların yine her kademesinin işe uygun birikime, tahsile sâhip olması.

Şimdi kelle alma vaktidir

Kötü yönetimlerde odak bu değildir. Kötü yönetimlerde her kademenin odağı şudur: Ben bu mevkie gelmeyi hayal bile edemezdim. Sağ olsun üstüm, onun da üstü, onun da üstünün üstü -simit yönetimi dedik ya-  bana bu mevkii bahşetti. Aman onu kızdırmayayım. Aman onu memnun edeyim. Kötü haber vermeyeyim. Kızdıracağı tekliflerde bulunmayayım. Neye kızacağı da belli olmayacağına göre en iyisi, o sormadıkça bir şey söylemeyeyim. “Nasılsın?” derse ki bu da büyük lütuftur, “Duacınızım efendimiz.” diyeyim. Her hareketimle ona borcumun şuurunda olduğunu göstereyim.

Her şeyi yazmadım tabiî. Ama büyüklerin deprem bölgesine gitmelerinin yarardan çok zararı vardır diye yazdım. Öğreniyoruz ki bir büyük ziyaretinde yıkılan merkezde trafik on saat durmuş.

Hadi bir şey daha söyleyeyim: Bütün laflar laftır. Ayinesi de kişinin iştir. Ama kişi, işi bilmiyorsa ne yapar biliyor musunuz? Astlarını sorumlu tutar. Evet, Allah’ın işi dedik, tutmadı. Bizden önceki iktidarların dedik, tutmadı. Teröristlerle Fetö’cüler de bu sefer pek çalışmaz. O hâlde? O hâlde şimdi kellelerin yuvarlanması lazım.

Kötü yönetici, daha ilk başta, etrafına şöyle talimat verir: Kim neyin başındadır bileyim ki, gereğinde kellesini alayım. İşte şimdi kelle alınma vaktidir. Herkes sorumluluğu bir alttakine yükleyip onu görevden alacaktır. Öyle ya, ben beni tayin edene borçluyum. Tayin ettiklerime değil. İstisnası, benim altıma, üstümün yaptığı tayinlerdir; onlara dokunamam, onlar da beni dinlemez zaten.Kellesi alınanlar da çok üzülmesin. Sizlere bir baş danışmanlık, bir yönetim kurulu üyeliği buluruz.