Bizde O Ortam Yok da, Bizim Ortam Nasıl Ortam?

95

Bizim insanlarımızın, yurt dışındaki başarı hikâyeleriyle gurur
duyuyoruz. Aziz Sancar gibi, Özlem Türeci ve Uğur Şahin gibi, rahmetli hocam
Oktay Sinanoğlu gibi tanınmışlardan başka, basınımızda adı geçen fakat birinci
grup kadar yaygın tanınmayanların isimlerini geçen yazımda vermiştim. Kısa ve
rastgele ama göğüs kabartan bir listeydi. Sonra sordum: Niçin burada değiller?
Ardından bir yorum yapmıştım: Mülakatta kalırlardı her halde! Bu yorum ne kadar
ciddî, ne kadar şaka? Samimiyetle söyleyeyim, emin değilim. Ciddiyeti yarıdan
fazla galiba.

 

Bu noktaya gelindiğinde genellikle, “Burada o ortamı bulamıyorlar.”
denir. “Bu ortam” anahtarı bütün kapıları açar. Ortam… Hani doğa bilimlerinde
“ekosistem” denilen şey. Öyle ya penguen Kızıl Deniz’de yaşayamaz. Deveyi
Finlandiya’ya götürüp üretemezsiniz. Hadi daha kibar örnek olsun, kaktüs,
Alaska’da yaşamaz; kardelen, Mısır’da. İşte tıpkı bunun gibi bazı insan
tiplerinin hoşlanacağı, bazılarının da tahammül edemeyeceği, yaşayamayacağı
ortamlar vardır, ekosistemler vardır demek ki.

 

Bizim onlara ihtiyacımız yok ki!

Bilim adamlarımızın, yenilikçi girişimcilerimizin bulamadıkları ortam
ne ola ki? Tek tek sayılır: Laboratuvar yok, maaş az vs., vs., vs.. İşin aslı
başkadır. Gerçekten ortam yoktur ama mesele laboratuvardan ibaret değildir.
Uçak konmayan havaalanları, geçilmeyen köprüler yapan bir ülke için
laboratuvar, bunların zekâtı bile değildir. Öyle hovardaca harcamalarımız var
ki, birkaç bilim ve fikir adamına boş harcamalarımızın onda birini versek
istediklerinden fazla gelirleri olur. Bulunmayan ortam bu değil.

 

Ortam gerçekten yok. Çünkü bu ortamın, bu Türkiye’nin, bilim
adamlarına, fikir adamlarına ihtiyacı yok! Belki daha doğru ifade şudur: Öyle
bir ihtiyacı, ne biz duyuyoruz ne de her kademedeki kamu veya özel sektör
duyuyor.

 

Şimdi üniversiteyi düşünün. Hiç “Şu araştırmaya yeterli fon
ayırıyoruz.”, “Hayır ayırmıyoruz!”, “Falan alandaki bilim adamlarına
ihtiyacımız var, ne yapıp edip bulalım, yetiştirelim.” gibi bir tartışmaya
şahit oldunuz mu? Kulağımıza çarpan, bazen de yüreğimizi yaralayan tartışmalar
bambaşka: “Falanca efendi rektör olsun mu? Filanca kişi gerçekten bütün
akrabalarını üniversiteye mi almış? Hiç mi atıf almamış? Ne! Yayını da mı
yokmuş!” Belli ki bizim üniversiteden beklediğimizle, o “ortamın” bulunduğu
ülkelerdeki üniversitelerden beklenenler aynı değil. Bizim ihtiyaçlarımız daha
farklı. Belki doğru söz, “daha süflî”. Maslow piramidinin en altında. Biz,
“Biraz da biz yiyelim!” diyoruz.

 

Biraz da biz yiyelim ekosistemi

Özel sektör yatırımcısını düşünün. Neyi tercih etsin? Her 5 yeni
girişimden 4’ü ilk yıl batıyor. Birinci yıl ayakta kalan her 5 girişimden 4’ü
de beşinci yıl sonuna kadar batıyor. Zaten bir teşebbüsün, bir yatırım
maliyetini çıkarması için 5 ila 10 yıl gerekir. 5 yılda çıkaranlar istisnadır.
Mesela Amazon, onlarca yıl bilançosunda kâr göstermemişti. Çünkü hedefi
büyümekti.

 

Şimdi siz, Türkiye’de yatırımcı olsanız, iş insanı olsanız, yenilikçi
yatırımı mı tercih edersiniz; büyücek bir hafriyat (toprağı kazıp taşıma)
ihalesi peşinde koşmayı mı? Geçiş garantili köprüler, hasta garantili
hastaneleri mi, bağışıklık tedavisini mi tercih edersiniz? Hele garantiler
dolar cinsindense! Hatta bir adım daha ileri gidelim: Kendi başınıza iş yapmayı
mı, devlete çalışmayı mı tercih edersiniz?

 

Eğer birinci yolu tercih edenler çoğunluktaysa, bu da dönüp tekrar
ortamı etkiler. Derler ki, ceviz ağacı da çam da, altında başka cins bitki
yetişmeyecek şekilde toprağı zehirler. Burada da benzer bir mekanizma çalışır.
Çünkü piyasada yatırılacak paranın, açılacak kredinin hacmi sonsuz değildir.
Kârlı olan kamuya çalışmaksa kamu da kendine çalışanlara verilecek parayı, yine
kamudan alır: Vergi alır. Zam yapar. Bunlar yetmezse karşılıksız harcar, bu da
enflasyon yapar. Sonuçta, yukarıda saydığım kâr garantili işler, hemen bütün
kaynakları emer bitirir. Başka teşebbüslere kaynak kalmaz. Kredi piyasasında
devletin, kaynakları tüketmesine “crowding out” diyorlar. Bu İngilizce söz, bir
yeri kalabalıklaştırıp, başkalarının girmesine engel olmak anlamına geliyor.
Ben işi kredi piyasasından daha geniş tuttum.

 

Özel sektör de aslında devlet sektörüdür

“Biraz da biz yiyelim.” ekonomilerinde, devlet sektörü, devlet
sektörüdür, peki… Fakat devletten beslenen özel sektör de aslında devlet
sektörüdür. Bu ekonomilerin sözde “iş adamları”, hayatlarında rekabet
etmemişlerdir. Verimlilik, yenilik, risk hesabı yapmak gibi sıkıntıları
olmamıştır. Yabancı ülkelerde de iş yapalım, mal ve hizmet satalım diye bir
dertleri de yoktur.

 

Sonra bir gün iktidar değişir. Giden iktidar zamanında büyüyüp
serpilen, o anlı şanlı firmalar da iktidarla birlikte göçü göçüverir. Çünkü
onlar, kuvöze doğup, kuvözde büyümüş, kuvözde ihtiyarlamış, sakallı bebekler
gibidir. Kendi başlarına ne beslenebilir, ne de nefes alabilirler. Onların
yerini, yeni hafriyat ve inşaat firmaları alacaktır. Yenilikçi yatırım
arayanlar, bilimin sınırlarını genişletmeye çalışanlar da uygun ortamlara
göçmeye devam eder. Sonra gazetelerde okuruz: Bir Türk harikalar yarattı! “At
konuştu!”, “Toplama- çıkarma yapan kedi!” haberlerinin hemen yanındaki sütunda.

 

Yeme sırası bizde ekonomilerinde, sıranız geçmeye görsün. Aç
kalırsınız, çünkü bileğinizin hakkıyla rızkınızı kazanmayı hiç öğrenmediniz ki.

 

Karamsar bir yazı oldu. Fakat yanlış değil. Tek tük istisnalar var.
Basınımızın bu istisnaları vermekle işlediği günah da… Onları başka bir yazıda
ele alayım. (
https://millidusunce.com/bizde-o-ortam-yok-da-bizim-ortam-nasil-ortam/)