Türkiye ve Türkler (2)

89

     Türklerin nasıl
bir millet olduğuna gelince:

     Kur’an ehli olan
bu vatanın evlâtları; altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri bin
senedir; Kurânı Hakîm’in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup,
Kur’anı ilân etmiş.

     Milliyetini, Kur’an
ve İslâmiyete kale yapmış. Böylece bütün dünyayı susturmuş, müthiş / dehşetli
tehacümatı / hücumları defetmiş.

     “Cenabı Hak (kendi
takdiri ile) bir kavim getirecektir. Allah onları, onlar da Allahı severler.
Onlar; müminlere karşı son derece alçak gönüllü (şefkatli) kâfirlere karşı ise
inadına (vakarlı), ulu kimselerdir. Allah yolunda cihad ederler. Herhangi bir
kötü dilli kimsenin kınamasından da korkmazlar.” (Maide: 54) 

     Âyetine güzel bir
masadak olmuşlar / anlamına muvafık ve mutabık bir hâl almışlar.

     Bin seneden beri,
İslâmın vahdet ve birliğini muhafaza edip korumuşlar.

     Evet, bin seneye
yakın, Kur’anın bayrağını cihanın cihâtı sittesi / altı cihet ve tarafında,
galibane / galip olana yakışacak şekilde gezdiren bu vatan evlâtlarına,
İslâmiyet hesabına müftehirane / iftihar edercesine ve taraftarane / taraftar
olacak surette muhabbet ve sevgi duymamak mümkün mü?

     Çünkü Türkler;
şarkın / doğunun en cesur, kuvvetli ve kesretli / kalabalık kavmi ve
İslâmiyetin en kahraman ordusudur.

     Türk milleti; yedi
yüz sene müddetince, İslâmiyetin ve Kur’anın elinde; onu şerefli kılan,
barikaâsâ / şimşek gibi bir elmas kılınç olmuştur.

     Kur’anın
bayraktarı ve Kur’anın sena ve övgüsüne mazhar olan bu millet sevilmez mi?

     Bu mübarek milletin
bahadır / kahraman ve yiğit ordusunun milyonlar efradı / fertleri, zabit ve
subaylarını sevmemek, hürmetlerini, haysiyetlerini muhafaza etmemek mümkün mü?

     Türkler; İslâmiyet
ordularının en kahramanı olmaları hasebiyle, Kur’ana yaptıkları ve yapacakları
kudsî / kutsal hizmetleri sebebiyle, her milletten daha çok sevilmeye ve
taraftar olunmaya lâyık bir millettir.

     Türkler hakkında
Peygamberin senası / övgüsü muhakkaktır. Birkaç yerde Türklerden ehemmiyetle
bahsetmiştir. Bu konuda hadis var. Mânâsı hakikat ve Türk milletinin Peygamber
övgüsüne mazhar olduğu bir gerçektir. Bir nümunesi / örneği Sultan Fâtih
hakkındaki hadistir.

     Türk milleti
asırlardan beri, İslâmiyete hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir.  

     Bunların
torunlarına kılıç çekilmez. Ne dün çekilmeliydi, ne de yarınlarda çekilmeli.

     İslâmiyet
milliyetiyle ebedî ve hakikî bir uhuvvet / kardeşlik ile, Türk denilen bu
vatanın iman ehliyle, şiddetli ve pek hakikî bir şekilde alâka kurmak; her
müslümanın manevî görevidir dersek yeridir.

     Türk milleti, beş
yüz, belki bin seneden beri gaziliğini ve hakperestliğini dünyaya göstermiştir.

     Türk milleti;
şeref fermanını, Kur’an bayraktarlığını, kılıçlarıyla imzalayan bir ordu
millettir.

     İslâmiyetin
kahraman ordusu Türklerle, gerçek bir 
tesanüd ve dayanışma ile, el ele verip Kur’anın bayrağını dünyanın her
tarafında, yine ilân etmenin yolları aranmalıdır.

     Kalbinde yerleşen
iman ve itikat cihetiyle, rûyi zeminde / yeryüzünde yüz mislinden ziyade
devletlere, milletlere karşı imanından gelen bir kahramanlıkla karşı koymuştur.

     İslâmiyet ve
kemalâtı maneviyenin / manevî mükemmelliklerin bayrağını; Asya, Afrika ve yarı
Avrupa’da gezdirmiş.

     “Ölsem şehidim,
öldürsem gaziyim.” deyip ölümü gülerek karşılamış.

     Bununla beraber,
dünyadaki müteselsil / zincirleme / arka arkaya gelen düşmanlıklara kadar;  dehşetli tehditlere karşı, imanın
kahramanlığıyla mukabele etmesini bilmiş ve asla korkmamıştır.

     Kaza ve İlahî
kadere karşı ise, imanın; gerekeni yapmak kaydıyla çerçeveli teslimiyet
anlayışına uygun bir durum sergilemiştir.                                                                   

     Korkmak, dehşet
almak yerine; her şeye hikmetle bakmasını bilmiş. Ayrıca her şeyden ibret
alınmasını da ihmal etmiyerek, dünya saadet ve mutluluğunu kazanmayı
başarmıştır.

Önceki İçerikBeyaz Türkler, Siyah Türkler Yok ama Ak Budun, Kara Budun Gerçeği Var
Sonraki İçerikKimler Israrla Zırvalar?
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.