Geçen yazımda, kendimi bildim bileli sorduğum soruyu
tekrarlamıştım: Niçin ilerleyemiyoruz? Eğitim diye başladım. Belki en yakın
olduğum problem alanı. Onunla devam edeyim. Eğitimimiz, niçin bir türlü diğer
OECD ülkelerinin, hiç olmazsa ortalamasını yakalayamıyor? Niçin Şili veya
Meksika ile birlikte diplerde yer alıyoruz?
Bu soruyu cevaplamak için pek küçük bir tecrübem ile
başlayacağım. Lisede, bazı dersler anlatılırken koptuğumu fark etmiştim.
‘Niçin?’ diye düşündüm. O derslerde, tahtada problem çözülür; çözümler, bazen
bir tahtaya sığmazdı. Şunu fark ettim: O koptuğum derslerin hocaları problemi
çözerdi çözmesine de çözümün ortasında problemin ne olduğunu kaybederdik.
Problem kaybolduktan sonra, çözümün hiçbir çekiciliği kalmazdı.
Meselesi olmak
Şanslı bir öğrenciydim her hâlde. Ege Üniversitesi Fen
Fakültesi’nde işler değişti. Hocalarım problemin içinde yaşıyordu ve problem de
çözüm de onları heyecanlandırıyordu. O heyecan biz öğrencileri de sarardı.
Lisede ortalama bir öğrenciyken üniversitede birden olağanüstü bir öğrenci
oldum.
Kendim üniversite hocası olunca da fark edişim bir adım daha
ileri gitti. Araştırma yapan hocaların dersleri, araştırma yapmayıp sadece
okudukları ders kitabındaki bilgileri tekrarlayanlardan daha gerçek, daha
anlaşılırdı. Onların problemi vardı. Benim neslimin deyişiyle “mesele”si vardı.
Onlar bize anlattıklarını, konuların içinde yaşayarak anlatırlardı. Bir
meseleye sahipliğin heyecanı, öğrenciye de yansırdı.
Bu tespitleri, eğitim tecrübesinden alıp ilerleyemediğimiz
birçok konuya genişletebiliriz.
Karl Raimond Popper’in büyük keşfi, bilimin tümevarım,
tümdengelim falanla değil, problem çözerek ilerlediğidir. Bilim adamı da teknik
adam da devlet adamı da problem sahibi, mesele sahibi adamdır. Yanlış da olsa
bir çözüm bulur, dener; doğruysa ne âlâ. Yanlışsa başka çözüm bulmaya çalışır.
Kurumlar ve ülkeler de öyle ilerliyor
Bir de meselesi, problemi olmayan tipler vardır. Onlar,
ağızdan dolma bilgileri, sloganları tekrarlayıp durur. Aslında onların meselesi
farklıdır. O mesele, işlerinin, mesleklerinin, mevkilerinin meselesi değildir.
Meseleleri şöyledir. Hoca mı oldu? Araştırma değil, yani yeni bir şeyler bulma
peşinde değil, unvan alma peşindedir. Daha iyi öğretme değil, daha çok ücretli
ek ders alma peşindedir. Bütün doktora yönetmeliklerde, şart olarak, “bir
yenilik getirmek, bilime katkıda bulunmak” mealinde lafla geçer. Hiç unutmam,
yönetmeliği tartışırken bir üniversite senato üyesi, “Arkadaşlar, gerçekçi
olalım. Hangimiz bilime yeni bir şey getirdik!” demişti ve ben kendimi hakarete
uğramış hissedip, “Kendi adına konuş!“ diye onu terslemiştim.
Araştırma yapılmaz, “yayın” yapılır. Bilime katkı yapılmaz,
unvana katkı yapılır. Öğretilmez, eğitilmez, ders saati arttırılır. Bu sistem
içinde öğrencilerin meselesi de öğrenmek değil, diploma almaktır. Kopya
çekerken yakaladığım bir mühendislik sınıfı öğrencileri kendilerini şöyle
savunmuştu: Biz mühendislik yapmayacağız ki. Biz memuruz, maaşımız artsın diye
diploma almak istiyoruz. Eh böyle öğretim üyesine böyle öğrenci uygundur!
Yabancı ülkelerdeki
araştırmacıların, “Bunu önce ben keşfettim!”, “Hayır ben keşfettim!”
kavgalarının neredeyse yumruklu hâle döndüğü günlerimi özlüyorum.
Rektör mü oldunuz. Meseleniz ne olmalıdır? Üniversitenizin Türkiye ve dünya
sıralamasındaki yerini yükseltmek. Hem araştırmada hem eğitimde. Göz bebeğimiz
olan birçok üniversitelerimizin yönetimlerinin meselesi buydu; hâlâ da budur.
Fakat şimdi başka meseleleri sahiplenen rektörlerin haberlerini okuyoruz:
Yakınlarımı nasıl işe alıp maaş bağlarım? Kendime daha ek gelirler bulabilir
miyim? Eşimi, yeğenimi istihdam edebilir miyim? Ve sözde idealistlik: Bizden
olanları nasıl bir an önce doktor, doçent, profesör yapabilirim? Liderime nasıl
yaranabilirim?
Üniversite en uzun yıllarımı verdiğim bir kurum. En iyi
bildiğim, mesele ettiğim alan o. Sizler kendi alanlarınıza bir de bu ölçüyle
bakınız ve sorunuz: Benim altımdakilerin, benim üstümdekilerin “mesele”si var
mı? Daha önemlisi benim meselem var mı? Varsa o mesele kişisel çıkar, terfi
etme, mevkiini muhafaza etme veya yandaş kayırma değil de gerçekten
bulunduğunuz kurumun meselesi mi?
Hedef tayin etmek ve hedefi mesele etmek
Bir insan veya bir kurum meselesini nasıl bulur? Nasıl
tanımlar? Bu o kadar zor değil. Geçen yazımda asıl problemin kurumunuzu veya
ülkenizi olduğu yerde “idare etmek” değil benzerleri arasında daha iyi hâle
sokmak olduğunu yazmıştım. O hâlde ilk yapılacak iş, bir hedef tayin etmektir.
Sonra da bu hedefe giderken aldığınız yolu, nutukla, algı yönetimi ile değil,
objektif olarak ölçmektir. Gerçekçi bir ölçü bulmaktır.
İlk-orta öğretim mi? Buyurun PISA’ya. PISA’da hiç olmazsa
OECD ortalamasını hedefler misiniz? Bu meseleniz olur mu? Uykuya dalarken son
düşündüğünüz, uyandığınızda ilk aklınıza gelen bu mesele olur mu? Her yıl
yaptıklarınızla hedefe yaklaştınız mı, uzaklaştınız veya yerinizde saydınız mı?
Ölçmeye cesaretiniz var mı? Hele dipten bir kurtulun, daha yukarı tırmanmayı
konuşalım.
Üniversite mi? Siz kendi süreçlerinizi ölçün. Dünya zaten
her an sizi ölçüyor. Hedefiniz ne olmalı? İlk 500? İlk 100? 50? Başa güreşmek?
Bu sonuncuyu ilk 500’e girdikten sonra konuşalım ama şüphesiz nihaî hedef bu
olmalıdır.
Peki vatan? Kurumları kurtaramazsak, vatanı kurtaramayız.
Şaka değil; gerçekten kurtaramayız.