Köy Enstitüleri 17 Kasım 1940
târihli kanunla kuruldu. Kuruluş maksadı köy çocuklarına, buradan yetişecek
öğretmenler vasıtasıyla ilköğretim eğitimi vermekti. Köy enstitüsü mezunları
bir taraftan öğretmenlik yaparken diğer taraftan da köylülere; ziraat,
marangozluk, duvar işçiliği, basit sağlık hizmetleri, dikiş-nakış, demircilik,
ipek böcekçiliği, balıkçılık, kümes hayvancılığı, peynircilik, arıcılık gibi
konularda beceri kazandıracaklardı. Kırkambar mesâbesindeki programın hiçbir
dalında başarı sağlanamadığı gibi, köylü-şehirli gibi tefrikaya dayalı bir düşünce
gelişmeye başladı. Açık ifâdesiyle köylüler, köylü olarak kalmaya mahkûm
ediliyordu.
Öğretim süresi 5 yıl olan
okullara, 5 yıllık köy ilkokullarından mezun olmuş ve 2 yıllık hazırlık eğitimi
görmüş köy çocukları kabul ediliyordu. Köy enstitülerinin kurucuları olarak
Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve O’nun tâyin ettiği İlköğretim Genel
Müdürü İsmail Hakkı Tonguç idi.
1943 yılında, köy enstitülerine
öğretmen yetiştirmek üzere Ankara’ya bağlı Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü
açıldı. Burası, kapandığı 1947 yılına kadar 140 mezun verdi.
Köy enstitüleri ideolojik
bakımdan olduğu kadar, Tonguç’un yazılı yönlendirmeleriyle; millî ahlâk, örf, âdet ve geleneklere aykırı
kuruluşlar olmakla suçlandı. 1946’da Millî Eğitim Bakanı olan Reşat Şemsettin
sirer, şikâyetleri önlemek maksadıyla ıslah programı hazırlayıp yürürlüğe koydu.
En çok şikâyet edilen Hasanoğlan Köy Enstitüsü kapatıldı. Tonguç başta olmak
üzere idâreci ve öğretmenler değiştirildi. 1950’de Tevfik İleri Millî Eğitim
Bakanı olunca enstitülerin adı, ‘İlköğretmen
Okulu’ olarak değiştirildi.
Hiçbir alanda başarı sağlayamayan
köy enstitüleri, Dr. Cezmi Bayram’ın
yerinde bir yorumuyla, her yıl Kerbelâ şehitleri anılır gibi gündeme
getiriliyor. O dönemde olup bitenleri öğrenme fırsatı bulamayan insanlarımız
ise, köy enstitülerini ‘kurtarıcı’
olarak görüyorlar, kaçırılan fırsatlar (?!) için hayıflanıyorlar.
Dr. Cezmi Bayram’ın; 12 X 20 santim ölçülerindeki, 168 sayfalık,
muhtevası; fizikî hacmini aşan eserinde, köy enstitüleri hakkındaki görüşlerini
şöylece özetlemek mümkündür:
Günümüzde, değil köy için insan yetiştirmek,
ülke şartlarına göre eğitim yapmak bile tercih edilebilir bir hedef değildir.
Yarış dünya ölçüsündedir. Buna rağmen hâlâ, köy çocuğunu köyden alıp köy
şartlarında yetiştirerek yine 20 yıl köyde yaşamaya mahkûm eden bir anlayışın
methiyesi yapılabilmektedir. Daha önemlisi, devrinin şartları içinde dahî
uygulanmasının birçok sıkıntılara sebep olduğu görüldüğü hâlde, büyük ve
başarılı bir eğitim hamlesinin iç ve dış çıkar çevreleri tarafından
baltalandığı düşüncesi ilmî bir hakikat gibi tekrar edilmektedir
Başka hiçbir eğitim kurumu, bin yıl var
olan medreseler dâhil, bu ölçüde ve değişen şartlara rağmen, ısrarla gündemde
tutulmamış ve tartışma konusu yapılmamıştır. Çünkü diğer bütün öğretim
müesseseleri ilim, akıl ve ahlâk ölçüleri içinde ele alınmakta; müspet ve menfi
tarafları, üstünlükleri ve zaafları ile tahlil edilmektedir. Hâlbuki köy enstitüleri
ise bir aşk, bir sevda meselesi gibi taraftarlarınca mütalâa edilmekte,
dolayısıyla burada akıl, ilim gibi ölçüler dikkatten uzak tutulmaktadır. O
hâlde, bunun sebebi sâdece faydalı bir kurumun ortadan kaldırılmasına duyulan
tepki olamaz.
Dr. Bayram, şahıs ve kitap isimlerini de belirterek köy enstitüsü
yönetici ve mezunlarının romanlarından bölümler vererek tespit etiği asıl
maksatlarını açıkladıktan sonra eserinin sonundaki ‘Sonuç Yerine’ başlıklı bölümde kendi maksadını belirtiyor:
Bu kitabı yazmaktan maksadımız, yeni bir
tartışma başlatmak değildir. Kimsenin kanaatini değiştirmek gibi de bir
hevesimiz ve iddiamız yoktur. Meseleyi, kasten ve maksatlı olarak gündemde
tutmak isteyenlerin, bu kitabı okuduktan sonra gayretlerinden vazgeçmesini de beklemiyorum.
Dünya ne kadar değişirse değişsin, Türkiye’ye Marksist bir düzen getirmek
isteyenler, bu hayallerini hayata geçirmek için, Köy Enstitülerini bir bahâne
olarak kullanmaya devam edeceklerdir.
İyi niyetlilerin, sırf bilgi eksikliğinden
dolayı, ağlama veya destan yazma kervanına bundan sonra iştirak ederken daha
dikkatli olacaklarını beklemek hakkımdır, diye düşünüyorum.
Ümit ederiz ki öyle de olur ve bu mesele,
iyi niyet ve ilim ölçüleri içinde ortaya koyduğumuz şekilde anlaşılır.
Eserde açık ve net cevapları
verilen sorulardan birkaçı: Köy enstitülerinin belli bir programı var mıydı?
Beklenilen hizmetleri verebildi mi? Türkçe ve târih dersleri nasıl
okutuluyordu? Şehir ve kasabalardaki öğretmenler maaşlarını özel idârelerden
aldıkları halde enstitü öğretmenleri niçin mülkî idâreler aracılığı ile
bakanlıktan alıyorlardı? Nasıl oluyordu da Bayındırlık, Sağlık, Ticâret,
Dâhiliye ve Adâlet bakanlıklarına bağlı elemanların tâmâmı enstitü
idârecilerinin emrinde olmamakla birlikte, yardımcı olmakla vazifeli ve hatta
mecbûriyetindeydiler? İlköğretim Genel Müdürlüğü, devlet içinde devlet miydi? Enstitüler
kapatıldı mı? Köylerde eğitim seferberliği durduruldu mu?
Rahatlıkla iddia edilebilir:
açılışından günümüze kadar geçen 80 yıl içerisinde -ister lehinde olsun ister
aleyhinde- köy enstitüleri hakkında böylesine gerçekçi; hayatta olan ve olmayan
alâkalı şahısların isimleri verilerek, yüzlerce sayfalık onlarca kitap
incelenerek hakikatleri olduğu gibi yansıtan bir kitap yazılmamıştır.
Yazanın eline, gönlüne
fikriyatına ve hâlisâne niyetlerine sağlık ve devamlılık temenni ediyor, eseri
kültür hayatımıza kazandıran yayınevini tebrik ediyorum.
ÖTÜKEN NEŞRİYAT A. Ş.
İstiklal
Caddesi, Ankara Han Nu: 63/3 Beyoğlu 34433 İstanbul Telefon: 0.212- 251 03 50
Belgegeçer:
0.212-251 00 12 e-Posta: otuken@otuken.com.tr www.otuken.com.tr
Dr. CEZMİ BAYRAM: 1946 yılında Ordu’nun Perşembe ilçesinin Öte yandan öğrencilik döneminde Sabah Gazetesi’nde 1973-1977 yılları arasında Ülkü-Bir Cezmi Eserleri Garplılaşmadan Ne Anlıyoruz?, Milliyetçi |
KUŞBAKIŞI:
BİRİNCİ
DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİ OSMANLI DEVLETİ’NİN ADALARDA HÂKİMİYET MÜCADELESİ
Akdeniz’in bir parçası olan ve Türkiye
ile Yunanistan kıyılarıyla çevrili Ege Denizi’nde temel problem, Yunanistan’ın
elindeki Adaların Anadolu’ya çok yakın olması ve bütün Ege Denizi’ni kontrol
edebilecek bir konumda bulunmasıdır.
Adalar meselesinin kökeninde, Balkan
Savaşları sırasında Yunanistan tarafından işgal edilen Adaların Türkiye’ye geri
verilmemesinden kaynaklanan hususlar vardır. Türkiye, Birinci Balkan Savaşı
sonunda imzalanan Londra Antlaşması ile meselenin çözümünü Büyük Devletlere
bırakırken, endişelerini ve hassasiyetlerini de ortaya koymuş ve o günkü
şartlar gereği, hakkaniyete uygun neticeye ulaşacağı ümidini taşıyarak bu işi
büyük devletlere havâle etmeye razı olmuştur. Büyük devletler ise, Gökçeada,
Bozcaada ve Meis dışındaki Ege Adalarının Yunanistan’a bırakılmasına karar
verdiklerini bildirmişlerse de bu karar Osmanlı Hükümeti tarafından kabul
edilmemiş, Gökçeada, Bozcaada ve Meis’in kendisine bırakılmasını senet sayan
Bab-ı Ali, haklı ve meşru isteklerini kabul ettirmek için çaba harcayacağını
beyan etmiştir. Koskoca Balkanlardan vazgeçebilen Türkiye, Adalardan
vazgeçmemiş ve Adaları etle tırnak gibi, Anadolu’nun bölünmez parçaları olarak
görmüş, ister Yunanistan’la yapılacak ikili görüşmeler yoluyla, isterse
savaşla, bu Adalardan hiç olmazsa kendi güvenliği açısından elzem olan Sakız ve
Midilli’yi geri almaya çalışmıştır.
Bu araştırmada, günümüzdeki Türk-Yunan
ilişkileri göz önüne alındığında iki taraf arasındaki anlaşmazlıklardan belki
de en önemlisi olan ve etkileri günümüze kadar uzanan Adalar meselesinin
Birinci Dünya Savaşı’na kadar olan dönemi, büyük devletlerin bu konuda vermiş
oldukları karar çerçevesinde, özellikle dönemin basınına göre aydınlatılmaya ve
değerlendirilmeye çalışılmıştır.
Doç. Dr. Mustafa Bostancı’nın
eseri, 14 X 21 santim ölçülerinde, 279 sayfa olarak Ağustos 2020’de yayımlandı.
BERİKAN YAYINEVİ:
Kültür
Mahallesi, Kızılırmak Caddesi Nu: 61 Gonca Apartmanı Dâire: 6 Kızılay, Çankaya,
Ankara.
Telefon:
0.312-232 62 18 Belgegeçer: 0.312-232 14 99 e-posta: berikan@berikanyayinevi.com www.berikanyayinevi.com
DOĞU AVRUPA TÜRK TÂRİHİ…
Türk târihini başka milletlerin
târihinden ayıran en büyük özellik, Türklerin târih sahnesine çıkışlarında bu
yana dünyanın muhtelif bölgelerinde devletler kurmak suretiyle, birçok halkla
yakın temasta bulunmuş olmalarıdır. Çin’den Doğu Avrupa’ya, Sibirya’dan
Hindistan’a, İran’dan Kuzey Afrika’ya kadar uzanan muazzam bir coğrafyada
yerleşik düzende yaşayan çeşitli Türk topluluklarının mukadderatı da tabîi
olarak farklı şekillerde tecelli etmiştir. Eski Türk Yazıtları’nda açıkça ifâde
edilen yüksek bir hâkimiyet iddiasıyla girişilen siyâsî ve askerî teşebbüsler
neticesinde belirtilen bölgelerde pek çok devletler kurulmuş ve bu durum Türk
târihinin kaynaklarına inanılmaz bir çeşitlilik kazandırmıştır.
Editörlüğünü Osman Karatay ile Serkan
Acar’ın üstlendiği 13,5 X 23,5 santim ölçülerinde 816 sayfalık eserin
tamamı alanının en önemli uzmanı olan târihçilerimizin katkılarıyla meydana
gelmiştir. İskit ve Sarmat çağından başlayarak, Hunlar, Bulgarlar, Oğurlar,
Avarlar, Hazarlar, Macarlar, Peçenekler, Oğuzlar, Kumanlar, Tatarlar ve
Nogaylar gibi toplulukların târihlerini ihtiva etmektedir. Çok zengin bir
kaynakçaya sâhip olan kitap Ağustos 2020’de yayımlandı.
KRONİK KİTAP:
Şakayıklı Sokağı Nu: 8, Levent, Beşiktaş – İstanbul.
Telefon: 0.212-243 13 23
Belgegeçer: 0.212-243 13 28 e-posta: kronik@kronikkitap.com // www.kronikkitap.com
SİYAH
GÖZLER
Tıp doktoru Cemil Süleyman (1886-1940); ‘İnhizam’1
isimli romanını 1909, Siyah Gözler’i
ise 1910 yılında yazdı. Romanda, evliliğinde umduklarını bulamamış 30’unu
geçkin bir kadınla, 22 yaşındaki genç bir Osmanlı erkeğinin hayatından kesitler
sunuyor.
Kadın tutkulu ve saplantılıdır. Yazar, onun
duygularını ön planda tutar. Erkek, geri plândadır. Böylece yazar, çağının
ötesine geçmiş oluyor. Sosyal baskıların
gölgesinde yaşanan bu ilişkide arzudan şüpheye, kıskançlığa uzanan hummalı ve
marazî aşk, okuyucusunu romana bağlayacak şekilde başarı ile anlatılıyor.
Romandan birkaç cümle: ‘Anlıyor musun, kıskanıyorum. Bir deli gibi,
bir çılgın gibi kıskanıyorum. Bu gözleri, beni deli eden, çıldırtan bu güzel
gözleri, bu siyah gözleri kıskanıyorum… Onlarda bir başka hissin, bir başka
hayalin gölgelerini görmek istemem. Onlarda yalnız ben yaşamak, yalnız ben
ölmek isterim…’
12,5 X 20,5 santim ölçülerinde ve 80
sayfalık eser, Eylül 2020’de, Nuri
Akbayar tarafından günümüz Türkçesine çevrilerek okuyucuya sunulmuştur.