İnsan
kalabalıklarını bir araya toplayan, onları millet hâline getiren kültürdür.
Kültür, bir milleti diğer milletlerden ayıran
özelliklerdir. Kültürün belli başlı unsurlarından biri dildir. Dil, milleti oluşturan insanlar arasında
iletişimi sağlar. Sevinçlerin ve acıların paylaşılmasında kullanılan en
önemli araçtır. O araç bozulursa,
insanlar arasında anlaşma zorlaşır. Kültürel çöküntü başlar ve sonunda
millet denilen topluluk dağılır.
Türk milletinin dili Türkçedir.
Türkçe, dünyanın en zengin, en mükemmel dillerinden biridir. Doğrusunu
söylemek gerekirse, Türkçe, güzelliğini ve zenginliğini kaybetme
eğilimindedir. Dil konusunda hassas olanlar, Türkçemiz için çalan alarm
zillerinden rahatsızdırlar. Bu kötüye gidişin durdurulması için gayret
göstermektedirler.
Dil, canlı ve dinamik bir
yapıya sâhiptir. Bu yapıyı geliştirecek olanlar; yazarlar, televizyon
ekranlarında ve sinemanın beyaz perdesinde ve de tiyatro sahnelerinde görev
üstlenen sanatkârlardır. Dilin güzellikleri, onlar aracılığı ile geniş
kütlelere ulaştırılabilir. Bu gelişme,
dilin kendi kuralları içerisinde kolaya, bayağılığa ve bozulmalara yol
açmadan sağlanmalıdır. Günlük konuşmalarımızda uydurma kelimeler ve hatta
sesler kullanılması, önce güzel Türkçe’mizi, sonra kültürümüzü en sonunda da
millet olma özelliğimizi tehlikeye sokar.
Hız, özellikle gençlerimiz için
vazgeçilmez bir tutku. Hız tutkusu, otomobil kullanımında olduğu gibi
berâberinde tehlikeler getirmiyorsa,
insanları; dikkatsiz, pratik ve rahat olmaya yönlendiriyor. Güzelim ‘evet’
yerine ‘hı hı’, ‘hayır’ yerine ‘ııh’, hayret ifâde eden ‘Allah – Allah’, ve ‘Demeyin, veya ‘Ne
diyorsunuz ?’ gibi kelimeler yerine ‘vaavv’
gibi sesler çıkarmak, ‘dondum kaldım’, veya ‘hayret ettim’ demek yerine ‘çüş
oldum kafadan’, ‘resmen oha oldum’ kelimelerini kullanmak… dilimizin son
zamanlarda karşı karşıya bulunduğu felâketlerdir.
Bu
çirkinliklerin bir kısmı kasıtlı olarak sergileniyor olsa bile büyük kısmı
tamamen bir özentiden ibârettir. Özentiler, işin nereye varacağını, nelere
sebebiyet vereceğini düşünmeyenlerin tercih ettiği zararlı bir rahata
yöneliştir. Bir kısım gençlerimiz de bu davranışlarla, ‘entel’ olunduğunu düşünmektedir. Entel kelimesi
Fransızca’daki entelektüel kelimesinin
rahatlık, kolaylık olsun diye kısaltılmış şeklidir. Entelektüel; iyi tahsil yapmış, fikrî meselelere ilgi
duyan,bilgili, kültürlü,
olaylardan ve gelişmelerden haberdar insan anlamında bir kelimedir.
Kullandığı kelime sayısını çoğaltmak yerine azaltan, hatta kelime kullanmak
yerine; kedi gibi, kuş gibi bir takım sesler çıkaranlar
entelektüel de, entel de olamazlar.
Toplumda
lider olmuş insanlara bir bakınız: Onlar; kelime hazinesi zengin, düzgün ve
güzel konuşan kişilerdir. İnsanın düşünme derinliği ve düşüncelerini
karşısındakine anlatabilme yeteneği, kelime hazinesi ile genişler. Kelimeler
yalnızca isteklerimizi ileten araçlar değil, aynı zamanda
duygularımızı-düşüncelerimizi geniş ufuklara ulaştıran kanatlarımızdır. Kullanmadığımız her kelime, güzel Türkçemizden
atılmış, kaybedilmiş hazinelerimizdir. ‘Allahaısmarladık’,
‘hoşça kal, veya ‘güle-güle’
ve benzeri güzel, kulağa hoş gelen, insanın içini ısıtan kelime ve deyimler
yerine; ‘bay-bay’ ve hatta onu da
uzun bularak ‘bay’ demekle, ne çok kelimeyi ve deyimi sözlükten
attığımızı, Türkçemizi fakirleştirdiğimizi ve aynı zamanda
yabancılaştırdığımızı bilmeliyiz. Bu kötülüğün, bu dil cinâyetinin
sorumluluğunu üstlenmemeliyiz. Olabildiğince hürriyet ve ulaşılabildiğince
zenginlik isteyenlerin, kelimeleri lügatlere hapsedip kilit altına almaları,
kelime hazinemizi fakirleştirmeleri anlaşılması güç bir çelişkidir.
Sevindiricidir: Ülkemizde okuma
yazma bilenlerin oranı yükselmiştir. Üzücüdür: Okuyan ve yazanların sayısında
azalma var. Konuşmayı tercih eden ve seven bir millet olduğumuz söylenir. Bu
konuda da üzülmeyi gerektiren olumsuzluklar yaşıyoruz: Çok ve fakat az kelime
ile ve de yanlış kullanılan, söylenen kelimelerle konuşuyoruz.
Dilimizin zenginliğini;
yalnızca yazılı eserlere, hikâye, şiir
ve roman gibi edebî metinlere hapsederek koruyamayız. Günlük konuşmalarımıza
aktarmalıyız. Olabildiğince çok kelime ile, güzel ve doğru konuşarak…
Argodan, yabancı ve uydurma kelimelerden arındırılmış temiz ve yaşayan bir
Türkçe ile konuşmanın zor olmadığını, üstelik çok da zevkli ve üstünlük
kazandıran bir özellik olduğunu bilirsek ve bildiklerimizi uygularsak;
hayatımız ve çevremizdeki insanlarla ilişkilerimiz daha da güzelleşecektir.
OĞUZ ÇETİNOĞLU
‘Türk Dili, Farsçadan da Arapçadan da Üstün ve Zengindir.’
Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Metin Karaörs;
‘Yerleşmiş
ve herkesin bilip kullandığı bir kelimenin yerine
yeniden
başka bir kelime uydurulup konulması zararlıdır.’ Diyor.
Oğuz Çetinoğlu:Türkçenin zenginliğini ve üstünlüğünü
vurgulayan ilk kişinin Kaşgarlı Mahmud olduğu biliniyor. Kaşgarlı’yı
destekleyenlerden söz eder misiniz? Ne tür katkılarda bulunuldu?
Prof. Dr. Metin Karaörs:
Türkçenin zenginliğini ve Farsçadan üstünlüğünü anlatan bir şairimiz de 15 asrın
2 yarısı ve 16 asrın başında Herat’ta, bugünkü Özbekistan’da yaşamış olan Ali
Şir Nevayi’dir.
Divanları ve Hamsesi şairin kudret ve hizmetini anlatmaya
yeterlidir. Bunun farkında olan Ali Şîr, şöyle seslenmektedir:
‘Cihanda Türk edebiyatı bayrağını kaldırmak suretiyle Türkleri tek bir
millet haline soktum. Hiç ordum olmadığı halde her tarafa yalnız divanlarımın
nüshalarını göndermek suretiyle Çin hududundan Tebriz’e kadar bütün Türk ve
Türkmen illerini fethettim. Sen kılıçsız yalnız kalemin ile Türk ülkelerini,
Türk milletinin kalbini fethedeceksin, onları tek bir millet yapacaksın. Türk
iklimleri sana aittir. Sen bu milletin sahip-kıranısın.’
Nevâyi ‘Muhâkemetü’l-Lugateyn’
adlı eserinin baş kısmında ‘İnsanın söz ve dil şerefiyle bütün yaratıklardan
üstün olduğunu belirttikten sonra Arapçanın zengin bir dil olduğunu ve Kur’an
ve hadis dili olarak saygı gösterilmesinin gerektiğini söylemiş, Acem dilini
ise Türkçe ile karşılaştırmıştır.
“Ancak mazlûm bolur ki
Türk Sârt’dın tîz-fehmrak ve bülend-idrâkrek ve hilkati sâfrak ve pâkrek mahluk
boluptur.” (Öyle bilinir ki Türk, Sart’tan daha keskin zekâlı, daha üstün
anlayışlı, daha saf ve temiz yaratılışlıdır. “Ve Sart Türk’din te’akkül ve ‘ilmde dakîkrak ve kemâl ü fazl fikretide
‘amîkrak zuhûr kıluptur.” (Sart ise zihin yorarak anlamada ve ilimde
Türk’ten daha ince, fazl, kemal ve tefekkürde daha derin
görünür.) “Ve bu hal Türkler’ning sıdk u
safâ ve tüz niyyetidin, ve Sartlar’nıng ilm ü fünûn ve hikmetidin zâhir durur:”
(Bu hal Türklerin doğru, temiz ve dürüst niyetinden, Sartlar’ın ilminden,
fenninden, hikmetinden bellidir. Lakin her ikisinin dillerinde kusursuzluk ve
noksanlık bakımından farklar vardır.) “Elfâz u ibâret vâz kılurda Türk Sârt’ka
fâyık kiliptür.” (Söz ve ibâre
vaazında Türk Sart’tan üstündür.)
Nevâyi; “Küçüğünden
büyüğüne kadar bütün Türklerin Farsçayı bildiğini, Fars dili ile şiirler yazdığını,
Farsların ise Türkçeyi bilmediğini, bilenlerinin de dillerinden Acem
olduklarının hemen anlaşıldığını” belirtip, 100 tane fiil sayarak bunların
hiçbirisinin Farsçada olmadığına dikkat
çeker.
Türkçeyi lugat serveti bakımından Farsça ile karşılaştırarak
birçok kelime ve deyimlerin Farsçada olmadığını, Türkçeden alındığını
örneklerle belirtir. Münazara-mükâleme tarzı Farsçada yoktur. Faktitif
eklerinin ifade ettiği oldurma ve yaptırma şekilleri, ortaklaşa ekinin
fonksiyonları, Farsçada yoktur.-çı,-çi meslek yapma, -gaç,-geç ekleriyle
yapılan kelimeler, dik (gibi) edatının ifade şekilleri Farsçada yoktur.
“Türkçede böyle
incelikler ve yükseklikler çoktur.” “Ve
hünersiz Türkning sitem-zarîf yigitleri âsânlıkka bola Fârssi elfâz bile nazm
ayturga meşgul bolupturla.r” (Türk’ün bilgisiz ve zavallı gençleri güzel
sanarak Farsça şiir söylemeye özeniyorlar…Türk dilinin zenginliği bunca delillerle sabit olunca kendi öz dilleri dururken
başka dillerle şiir
söylememelidirler.)
Türkçenin derinliklerine
dalınca gözlerime on sekiz bin âlemden daha yüksek bir âlem göründü. Bu âlemin
süsler, ziynetler içerisinde enginleşen göğü, dokuz gökten daha yüksekti. Bu
hazinenin incileri, yıldızların mücevherlerinden daha parlaktı.
“Bu âlemin gül
bahçelerine girdim. Gülleri, feleğin güneşinden daha parlaktı. Her yanında göz
görmedik, el değmedik daha neler neler vardı.”
Türkçe sevgisinin
fışkırdığı bu sözlerinden sonra Türkçenin ihmal edilişini şu cümlelerle
hayıflanarak anlatmaktadır:
“Ama bu mahzenin
yılanı kan dökücü ve güllerinin dikeni sayısızdı. Bunları görünce düşündüm ve
dedim ki: Demek bizim Türk şairleri bu korkulu ve dikenli yollardan
çekindikleri için Türkçeyi bırakıp gitmişler.”
“Bu yol yüksek himmet
istiyordu. Ben bu yoldan vazgeçmedim. Onun seyrine doyamadım. Bu yolda yürümekten
korkmadım ve yılmadım.Türkçenin fezâsında tabiatımın atını koşturdum. Heyâlimin
kuşunu kanatlandırdım.Vicdanım bu hazineden nihayetsiz kıyetli taşlar, la’ller,
inciler aldı.Gönlüm bu gül bahçesinin türlü çiçeklerinden uçsuz bucaksız güzel
kokular kokladı.”
Nevâyi, divanlarının ve bazı eserlerinin yukarıda tarif
edildiği şekilde Türkçenin güzelliklerini aksettirecek şekilde olduğunu
belirterek her divanının yazılış sebebi ve konusunu anlatarak, Türkçe
sevgisinin Farsçayı bilmeyişinden ileri gelmediğini şu şekilde belirtir:
“Zannedilmesin ki
benim Türkçeyi övüşüm Türk olduğumdan ve tabiatımın Türkçe sözlere alışmasından
ve Farsça bilmeyişimdendir. Aslında Fârisi’yi öğrenmekle hiç kimse benim kadar
gayret sarf etmemiş, bu dilin doğrusunu, yanlışını benim kadar öğrenmemiştir.”
“Türk ve Sart dillerinin keyfiyet ve hakikatlerini bu risalede toplayıp
yazdım ve ona Muhâkemetü’l-Lugateyn adını koydum. Öyle sanıyorum ki Türk
milletinin şâirlerine büyük haz kazandırdım. Kendi öz dillerinin nasıl bir dil
olduğunu öğrendiler. Acemce söyleyenlerin Türkçeyi küçümseyen sözlerinden
kurtuldular. Türk şâirleri benim bu gizli hakikati ortaya koymaktaki gayretimi
öğrenirlerse umarım ki beni hayır dua ile anacak ve ruhumu şâd edeceklerdir.”
NİHAT SÂMİ
BANARLI DİYOR Kİ…
Sâhasının
mümtaz ve ehliyetli ismi, 14 Ağustos 1974 târihinde ebedî âleme
uğurladığımız Nihad Sâmi Banarlı,
milletinin hizmetinde kalemini kılıç parıltısı ile câhilliğin Türk dilini
bozmaya-yozlaştırmaya çabalayanların üstüne-üstüne çalmış müstesna bir dil
uzmanımızdır.
O’nun, ‘Türkçenin
Sırları’ isimli kitabından alınan aşağıdaki makalesi, bugün yazılmış gibi
tâzedir. Zevkle okuyacağınıza inanıyorum.
O.Ç.
Yanlış
ve sapıtmış bir dil anlayışı içinde Türkçemizi baltalayanların göremedikleri
veya görmek istemedikleri büyük gerçek şudur ki, Türk milletinin hâkim millet
olduğu İslâm medeniyeti asırlarında o üstün duruma ulaşırken fethettiği
topraklar gibi, fethettiği kelimeler de vardır. Türklük, bu kelimeleri, tıpkı
yeni vatan toprakları gibi, kendi zevki, sanatı ve dehâsıyla işleyerek Türk
ve Türkçe yapmıştır. Yunus Emre, Türkçemizin çok sayıda kelimesini böylesine
millîleştiren bir lisan fâtihidir.
Meselâ,
Anadolu Türkçesi’nde türlü mânâ kazanıp Türkçeleşmiş bir garîb kelimesi
vardır. Bu kelime, Anadolu’daki zengin ve büyük hayâtına Yûnus’un şiiriyle
başlamıştır. İlk fetih asırlarında yeni vatana gelen Türkler, bir yerde vatan
tutup yerleşinceye kadar, türlü gurbet sızıları duyarlardı. Buna tasavvuf
felsefesinin ilâhî varlıktan gurbette oluş fikri de katılınca gerek gurbet
gerek garîb sözleri, daha birçok nüanslanyle Türkçede büyük hayat kazandılar.
Doğdukları veya vatan tuttukları yerlerden tam bir Allah aşkıyle ayrılıp
diyar diyar dolaşan ve her gittikleri yerde halka, Allah’a varma yolları
gösteren gezici dervişler ve abdallar da yeni yurdun garibleriydi. Yûnus
Emre’nin:
Aceb
şu yerde var m-ola
Şöyle
garîb bencileyin
Bağrı
başlu gözi yaşlu
Şöyle
garib bencileyin .
dörtlüğüyle
başlayan şiirinde garibin çeşitli mânâ zenginlikleri vardır. Böylelikle
Türk’ün irfan ve gönül gücüyle fethedilmiş kelimelerden biri de bu garib’dir.
Türkçe’de: Gurbette kalmış, kimsesiz, zavallı, fakir, değişik, tuhaf,
yabancı, içe dokunan, tesirli, anlaşılmaz, Allah âşkı, derviş, meczub, v.b.
gibi mânâlar kazanmış bu garîb sözü, ayrıca garîblik, garibsemek, akşam
garipliği v.b. gibi kullanışlarla da Türkçeleşmiştir. Meşhur bir ilâhîsinde:
Taşdın
yine deli gönül
Sular
gibi çağlar mısın
Akdın
yine kanlı yaşım
Yollarımı
bağlar mısın
Nidem
elim ermez yâre
Bulunmaz
derdime çâre
Oldum
il’imden âvâre
Beni
bunda eğler misin
gibi
dörtüklerle, Türkçeye kuş dilini söyleten Yûnus Emre, Anadolu Türkçesi’nde
yeni yeni başlayan uzun hecelerin de hemen ilk şâiridir. Her dile çok sesli
mûsikîlerin büyük imkânlarını veren bu uzun heceyi dilde duymaya başlamak,
Türkçeye herşeyden çok Akdeniz ikliminin kazandırdığı üstün bir estetiktir.
Yukarıdaki mısrâların yâre, çâre, âvâre gibi kelimelerini hemen hemen bugünkü
sesleriyle kullandığı, Yûnus Emre’nin bilhassa aruzla seslendirilmiş
şiirlerinden bellidir. Bu seslendirişte Anadolu’da yine Yûnus’la başlayan
‘Türkçenin aruz’la anlaşması’ duyulur. Bu hâdise, Türkçenin, müzikal
tekâmülünde nota vazifesi görmüş bir vezinle büyük bir ses güzelilğine doğru
ilerlemesi târihinin de başlangıcı sayılabilir.
Yûnus
Emre Türkçesi, burada gösterilemeyecek kadar zengin, millî yüksek inanış ve
düşünüş çizgileriyle süslü ve güzel sesli varlığıyle, onu okuyan her Türk’te
büyük gurur uyandırır. Bu Türkçe, hâlis Türkçe hattâ beyaz Türkçe’dir. Fakat
aynı Türkçenin kuruluş ve yükselişi, hiçbir övünüşe, hiçbir gösterişe
tenezzül edilmeden, herhangi bir Türkçecilik propagandasına başvurulmadan,
büyük bir şâirin kendi Türk dili kültürüyle ve Türkçenin içinde oluşuyla
gerçekleşmiştir.