“AKP’den
önce de siyasi partiler kendilerine yakın olanları kayırır, belirli kurumlarda
ve STK’larda güçlü olmaya çalışırlardı.
Ancak
iktidarda olan partiler yasama + yürütme + yargı + medya güçlerinin
tamamında aynı güçte olmadıkları gibi kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşları, sendikalar, STK’lar gibi bütün kurum ve kuruluşlarda hâkimiyet
sağlamış değildi. İktidarda olanlar da,
muhalefette olanlar da iktidar gücünü farklı oranlarda da olsa kullandıkları
alanlara sahipti. Bu yüzden toplumun bir kesimi kendisini “öz vatanında
parya” gibi görmezdi.
Ama 18
yıllık iktidarında bütün bu alanların tamamına yakınında Ak Parti ezici bir hâkimiyet
sağladı. Devlet imkânlarını sadece yandaşlara kullandırdı. “Kendilerinden
olmayanları” ötekileştirdi, yasal haklarını dahi kullanamaz hale
getirdi.
AKP’nin
siyaset alanlarının tamamını ele geçirme hırsı ve iştiyakı hiç
eksilmedi. Muhalif olmak başlı başına bir risk haline geldi. AKP’li
olmayanların nefes alabileceği bir siyaset alanı bırakılmadı. Muhalif
olmak demek “öz vatanında garip, öz vatanında parya olmaktır” duygusunu
yaşatır hale geldi.
Kediyi bile bu kadar duvara
sıkıştırırsanız üzerinize atlar, bir yerlerinizi tırmalar.”
Geçtiğimiz
yıllarda AKP’nin eski milletvekillerinden bir arkadaşıma bu uyarılarda
bulunmuştum.
Hatta
dedim ki, “iktidardan uzaklaştığınız zaman bu ötekileştirdiğiniz kesimlerin
biriktirdiği kin ve nefret yüzünden sokağa çıkamaz hale gelebilirsiniz.
Lütfen toplumun huzuru ve milletin birliği için muhalif insanların
nefes alabileceği alanlar bırakın.”
O eski
milletvekili arkadaşım beni haklı bulmuş ve hatta şöyle bir örnek vermişti:
“Bazen bir mahalle futbol takımının yöneticiliğine soyunan AKP’li bir vatandaş,
çeşitli kanallardan Tayyip Bey’e ulaşabiliyor ve yardımını isteyebiliyor.
Tayyip Bey de hemşerilik, tanışıklık veya referansların hatırına ‘bu arkadaşa
yardımcı olun’ talimatını veriyor. Oysaki mahalle futbol takımının yöneticisi
Ak Partili olsa ne olur, olmasa ne olur?” demişti.
Otoriterlik görüntüsü veren bu tür güç kullanımlarının, bazı önemsiz yerlerde bile, devreye
girmesinde esas saikin güç kullanma hazzı veya muktedirliğin verdiği kibir
olduğunu düşünmüştüm.
*******************************
Çoklu Baro Akıl ve
Vicdana Aykırıdır
Ak Parti’nin bütün kurumları ve
kuruluşları ele geçirme hırsına rağmen
etkili olamadığı nadir kurumlardan biri barolardır. Barolar avukatların
üye olduğu, kamu kurumu niteliğinde, tüzel kişiliği haiz meslek kuruluşlarıdır.
Türkiye’deki bütün baroların katılımıyla üst meslek kuruluşu Türkiye Barolar
Birliği oluşur.
Baro
başkan ve yöneticileri seçimlerle gelirler. Ancak şimdiye kadar AKP birçok ilin
baro seçimlerinde yandaş adaylar çıkararak müdahil olmuşsa da başarılı
olamamış, barolar iktidara yandaş birer kuruluş haline gelmemiştir.
Muktedir
olmanın gurur ve kibrini yaşayamadığı bu nadir alanın da ele geçirilmesi
tutkusu ile iktidar yeni bir kanun hazırlığına girişti.
İktidarın Avukatlık Kanununu
değiştirerek büyükşehirlerdeki Baroları bölmek, kendi taraftarlarının daha
etkin olabileceği bir “çoklu baro sistemi” getirmek istediği ortaya çıktı.
Taslağa
karşı çıkan baro başkanlarının Ankara’ya yürüyüşleri polis barikatları
kurularak engellendi.
Anayasa’nın
“Madde 34 -Herkes, önceden
izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme
hakkına sahiptir” hükmü çiğnendi.
Polis
kuşatması altında tutulan avukatlara yağan yağmurda ıslanmamaları için
getirilen şemsiyelere bile izin verilmedi. 27 saatlik eziyetten sonra polis
engellemesi kaldırıldı.
Türkiye’nin
çok ağır bir ekonomik kriz, dış sorunlar ve koronavirüs salgını ile mücadele
ettiği bir dönemde Avukatlar Kanunu, Siyasi Partiler ve Seçim Kanunlarını
değiştirmeye çalışmasının zamanlamasını anlamak güçtür.
Zamanlamasını
anlamakta güçlük çeksek de Avukatlar Kanunu, Siyasi Partiler ve Seçim
Kanunlarını değiştirmeye çalışılmasının sebebinin iktidarın gücünü yaymak ve
tahkim etmek olduğuna kuşku yoktur.
Bu
kanunlarda değişmesi gereken bölümler yok mudur? Elbette demokratik ilkelere
aykırılıklar, uygulamada görülen aksaklık ve yanlışlıklar ilgili tarafların
görüşleri alınarak, ortak akılla ve uzlaşmayla yeniden düzenlenebilir.
Ancak amaç
kurumları, kuruluşları ele geçirmek ve iktidarın gücünü tahkim etmek
olmamalı.
Çoklu
baro sistemi 12 Eylül 1980 öncesi poliste, emniyette, eğitimde, sağlıkta
siyasi görüşlerine göre kamplaşmanın yaşattığına benzer sıkıntılar yaşatır.
Yargılama
süreçlerinde hâkim ve savcıların önüne gelen dosyalarda görevli avukatların
iktidara yakın baro üyesi olanlar ve olmayanlar kriterine göre karar
vermeyeceğini kimse garanti edemez. Böyle uygulamalarla adalete güven
iyice sıfırlanır. Devletin temeli olan adalet dinamitlenmiş olur.
Türkiye’deki
baroların tamamı bu yüzden çoklu baro sistemine karşıdır. Muhalefetteki
bütün partiler de çoklu baro sistemine karşıdır.
Böylesine
ağır sonuçları olabilecek bir düzenleme için iktidarın ortak akıl ve
toplumsal vicdanın gereğini yerine getirmesini diliyorum.