Vuslatsız Ayrılık

100

Az ileride rayları sarsarak var gücüyle ilerleyen bir kara tren… Koşsam, yetişsem yol sana çıkar mı? İçimde sirenler, feveranlar, çığlık çığlığa amansız bir koşuşturma ve mahşer yeri… Onca hengâmede duyabildiğim tek ses ise sensizliğin sesi… Sen yoksun ve ben burada iyi değilim. Vuslatsız ayrılığın günde üç öğün yoklar yaralı yüreği. Sol yanım gibi eksik ve mahzun kalır yine pazarlar. Sala seslerine yâren olan adın bir kor olur dilimin ucunda… Kabuk tutmaz, nasır bağlamaz ılık ılık acın taşar gönül kubbesinden. Gözlerim yorgunluk bahçesinde mor sümbüller dökerken yokluğunda sararan, sensizliğin yaşını alan benek heyulası ellerim istemsizce, zelzeleye tutulmuşçasına titrer. Ayaklarım yerini yadırgar, terk eder tüm gerçekliği. Ve ben adımlarken bulurum senli yollarda kendimi. Her bir köşesine anıların nakşolduğu sokaklar, tüm gün bizi gözleyen vefalı köprü altından geçen deresiyle sinesini açar, her zamanki anaçlığıyla buyur eder. Sen yine oturursun koca çadırlı ceviz ağacının gölgesinde. Elin düşünceli çehrene dayanak olurken gözlerime diktiğin zeytuni gözlerin son bir gayret biraz daha görür müyüm telaşı taşır. Bilirsin uzak diyarların kapısı aralanmış, kervanın yola düşme vakti gelmiştir. Yüksekçe yerdeki kırmızı boyalı ev sabırsızca yolunu gözler ve artık ten kafesi sıkışır, dar gelir ruhuna. Yudum yudum ayrılık nefesini solurken uzun yollardan gelmiş yorgun gülüşler konar dudağının kıyısına. Sesine çöken acı ve mahkûm çaresizliği ise çok sonra anlaşılır. Geriye beyhudeliğe tutsak, vakitsiz bir anlaşılma kalır. Şimdi hasretin burnumda alev alev tüterken ben hiçbir zaman açılmayacağını bildiğim bir numarayı tuşlarken bulurum kendimi…