Eğer benliğin; hakîkî, gerçek ve doğru olan mahiyeti bilinse; özelliği anlaşılsa, yaratılış sırrı kavransa; kendisi yani benlik açıldığı gibi kâinat dahi açılır. Hem benliğin kendisi, hem de kâinat anlaşılmış olur. Her ikisi de bilinmezlik ve meçhuliyet karanlığından kurtulur.
Çünkü Allah her şeyi bir amaca, bir hedefe bir faydaya yönelik olarak; kısaca hikmetle yaratmıştır.
Yüce Allah yaratırken aynı zamanda varlıklar üstünde sanatını da icra etmiş. Yaratıkları üstünde, san’atını da tecellî ettirmiş. San’atını da varlıklar üstünde sergilemiştir.
İşte böyle hem hikmetle, hem de san’atla yaratan Yüce Allah; insanın eline emanet olarak; geri almak üzere, bir benlik vermiştir.
Verdiği bu benlikle, istemiştir ki Yüce Allah:
Kul; Allahın Rububiyetini, Rablığını; kendi şahsında görsün, anlasın ve bilsin.
Allahın her bir varlığa; yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri nasıl verdiğinin bilincine ersin.
Allahın; yaratıklarını nasıl terbiye edip, idaresi altına aldığını kavrasın. Onları egemenliği altında nasıl tuttuğunun şuurunda olsun.
Kula; Allahın yüce sıfatlarının içyüzleri mâlûm olsun.
Kula; Allahın; sıfat ve isimlerini, varlıklarda nasıl tecellî ettirdiği görünür hâle gelsin.
Kul; Allahın zâtına ait kutsal özelliklerin ve niteliklerin hakikatlerini görsün.
Kul; Yüce Allahı ancak zâtiyle değil, isim ve sıfatlarının tecellileriyle bilmesi gerektiğini anlasın.
İşte kuldan, bütün bu durumları kavraması istenmektedir.
İşte bütün bunlar için; kula benlik verilmiştir.
O verilen benlikte; Allahın sıfatlarını ve onları görünmeye sevk eden içyüzlerinin, hakikatlerini gösterecek, işaretler vardır.
O verilen benlikte; Allahın işlerinin ve onları görünmeye sevk eden özellik ve niteliklerinin gerçeklerini tanıttıracak örnekler mevcuttur.
Ta ki o benlik; ölçü birimi olsun. Ölçek olsun. Bununla Rablık vasıf ve nitelikleri bilinsin. Bununla ilâhlığının kutsal özellikleri anlaşılsın. Fakat “vahîd-i kıyasî” denen ölçü biriminin, ölçeğin gerçek bir varlığı olması lâzım değil. Gerçekte var olması şart değil.
Bu ölçü birimini, bu ölçeği geometrideki farazî, hayalî, yok ama var sayılan hatlar gibi düşünebiliriz. Nasıl ki geometrideki hatlar, çizgiler farz edilir. Var sayılır. Varsayımla varlığı kabul edilir. Varlığı vehmîdir. Varlığı sanıştan öteye gitmez. Varlığı sanıştan ibarettir.
İşte, öyle bir şeydir benlik dediğimiz. Bu bakımdan ilim ve tahakkukla hakikî / gerçek varlığı lâzım değildir.
Tıpkı yeryüzünde enlem ve boylamları var saydığımız gibi. Çünkü var saydığımız bu yoklar sayesinde, gemiler denizlerde yolunu bulur.
Uçaklar, havada nasıl bir rota takip etmesi gerektiğini bilir.
Böylece farazî; düşüncemizdeki varlıklarından yararlanır. Yolculukları kolaylaştırırız.
İşte eneyi, benliği de böyle bir varsayımla kabul etmeli. Artık gerçek varlığının olmayışıyla değil; geçici olarak varlığını kabul edişin hikmetine kafamızı yormamız gerektiğinin bilincine varmalıyız.
Gerçek varlığının, var oluş inanç ve kabulünün çıkmaz bir yol olduğunu bilmeliyiz. Böyle sanışın bizi mânen düşüşe götüreceğini de iyice anlamalıyız.
Unutmayalım ki ene; bazı gerçekleri idrâke götüren; sanal bir köprü hükmündedir.
Köprüyü her geçişte, onu yok bilmeli. Varlığı varmış gibi bir yanlışa düşmemeli.
Konuyu, şimdilik Hacı Bektaş Veli Hazretleri’nin; insanın ene, ben ve benliğine işaret eden; şu özlü ve güzel sözleriyle noktalıyalım:
“Okunacak en büyük kitap insandır.
“Her ne arar isen, kendinde ara. (Kendinde bul.)”