Kayıptım sofalarında tavanı çatlak hanların
Krallığında betonun, dumanın ve asfaltın
Kan döken şafağında kambur lambaların
Arasına sıkışıp kabuk tutmuş duvarların
Gömülürken kızıl kubbeye ölü şiirin gölgesi
Güldüler bana hep şu İzmit’in sağır direkleri
Günahların ateş camdan, buz kumdan çölleri
Kurudu renklerim demir kuraklıkta günler griydi
Sonra, sonra bilmem ne olduysa o geldi, o chiqutita!
Koparken tırnaklar etten, çürürken düşler çarşaflarda
Diz çökmüşken zihnim dipsiz karanlıklara çığlık çığlığa
Belki de hiç bilmeden geldi, uyup o kırkikindinin aklına
Akıl sır erdiremedi topal gözlerim ilkin, yalnız uyuşup kamaştı
Mandalina kokuyordu avuçları, turuncuydu parmaklarının uçları
Koşuşuyordu sincaplar vadilerinde kaşlarının, hele o ceviz ağaçları!
Cennetin ışıklı avlusunda çiniydi kirpikleri, eliyle işlemişti sanki tanrı…
Periler karınlarını öperler aşık kelebeklerin, gülüşürler gökkuşağının çatı katında
Masal söylerler yanağına yorgansız çocukların, pamuk helva saklarlar çantalarına
Sabahları bağdaş kurup başucunda güneşin, mandolin çalarlar gagası yanık kuşlara
Gece koyarlar başlarını bulutlara, zamanı öğütürler yüce bir değirmen gibi uykularında
Düşe kalka açılabilince gözlerim, bildim ben serçe parmağına düşmüş tunç akşamüstlerinden
Bildim ben ayaklarına tırmanışından karıncaların, bildim ben selam duruşundan ulu çağıltıların
Bildim ben âlemlerin titremesinden işitince sesini, bildim belinde dönüp durmasından Venüs’ün
Ellerini geçirip kaburgalarımın içinden yüreğimi söküp mabedinden can üflemesinden bildim ben…