Arap Sabunu:
Günümüzün Türkiye’sinde yarım asır geriye gittiğimizde, bugünlerde yoğun bir şekilde kullanılan çeşit, çeşit deterjanların yerine; temizlik işlerinde Arap sabunu, ya da beyaz kalın sabunlar kullanılırdı.
Ayı Oynatıcılar:
Bu manzara benim yaşamım boyunca unutamadığım bir insanlık ayıbıydı! Doğal yaşamına müdahale ederek, türlü işkencelerle bazı hareketleri öğrettiğimiz, burnuna geçirilen halkayla da güya insanlara gösteri adı altında bazı garip hareketleri yapan ayılarla; bir elinde tef, diğerinde uzun bir sopanın ucunda ayının burnuna bağlı bir zincir ve kavruk bir Çingene’den oluşan bu ikili; daha çok turistik yerler ve sokak aralarında gösteri yapardı. Elindeki tefi; dokuz-sekizlik bir ritimle çalarak, şarkı söyleyen çingenenin, arada bir elindeki sopayla ayıyı dürtmesiyle ayının sopaya tutunarak, iki ayağının üzerine kalması, bazen yere yatarak bayılma numarası yapması ilginç bir şovu ortaya koyardı.
En çok tutulan gösteri ise: “Kocaoğlan, hamamda karılar nasıl bayılır? “sorusunun ardından, ayının sırt üstü yere yatarak bayılma numarası yapmasıydı. Gösteri sonrasında Çingene başından çıkardığı kasketi ile seyircilerden para toplardı.
1980 sonrasında ayı oynatmak kesinlikle yasaklandı. Hayvanlar toplanarak, Uludağ’da oluşturulan ‘ayı yetiştirme ve iyileştirme merkezine’ götürüldüler. İnsanların doğal yaşama, doğal yaşamın canlılarına nasıl zarar verdiğinin en belirgin yansımasından sadece bir tanesiydi…
Boncuklu Kasap Kapıları:
O dönemde çocuk yıllarımın içinde kalan ve hep ilgimi çeken ama biraz da çocuksu oyunlarımın içinde yer alan ‘boncuklu kasap kapılarını’ hiç unutamam. Özellikle yaz aylarında; kocaman boncukların sıra, sıra dizildiği upuzun iplerle kapalı kasap kapılarından içeri girerken, o bocukların çıkardığı şıkırtılı sesleri çok hoşuma giderdi. Yaz sıcağının o boğucu atmosferinde; İstanbul’daki kasapların pek çoğunun kapıları, içeriye sineklerin üşüşmesini önlemek için bu boncuklu siperliklerle örtülü olurdu…
Dalyanlar:
60’lı yıllarda ülkemizi çevreleyen denizler, bugünkü gibi balık çeşitlerinden yoksul halde değildi! Marmara denizinin o kirletilmemiş tertemiz sularında tutulan balıklarının tadı; boğazın eşiz güzelliğine tat katar, yerli ve yabancı herkesimden insanın ‘Boğazda ki, rakı balık keyfi’ hayatlarına büyük bir lezzet verirdi.
İşte o dönemin özellikle uskumru, palamut, torik, lüfer ve kalkan balığı mevsiminde; kıyıya yakın sığca kesimlerle, denizin dibine ağaç kazıklar çakılarak, bunların arasına geniş ve hacimli ağlar gerilirdi. Balık sürüleri bu bölgeden geçerken, bir ucu torba gibi açık olan dalyan ağlarından içeri girerler, bir süre sonra da dalyanın ağzı kapatılarak içindeki balıklar kıyıya çekilirdi. Dalyan tahtalarının birinde dalyan gözcüsü sürekli nöbet tutardı. Görevi; ağa balık sürüsü girince, tuzağın ağzını kapatmaktı. En meşhur dalyanlar, Boğaz’da akıntının yoğun olduğu noktalarda kurulu olan Kavaklar, Sarıyer, Beykoz, Çubuklu ve Salacak ile Marmara kıyılarında Yenikapı ve Bakırköy dalyanlarıydı…
El Radyoları:
60 yıl önce o günlerde, avuç içi kadar büyüklükte, yassı pille çalışan radyolar çok rağbet görürdü. Bilhassa Pazar günleri TRT’nin canlı yayınla yayınladığı lig maçları, kulaklara sıkıca yapıştırılan bu el radyolarını genelde erkekler kullanırdı. Yine o dönemde radyosu olmayan otomobillerde ve diğer araçlarda da torpidonun üzerinde yerlerini alırlar ve yol boyunca açık olurlardı. Benim de kullandığım bu radyoların parazitini en aza indirmek için, dinlediğim zaman sık, sık yönünü değiştirmek zorunda kaldığımı, daha dün gibi hatırlıyorum…
Mandolin:
60’lı yıllarda, ilkokul çocuklarına çalmaları için adeta zorla dayatılan ama nedense çocuklar tarafından hiç sevilmeyen adına ‘Mandolin’ denen bir İtalyan çalgısı pek modaydı! Bu çalgı öylesine moda olmuştu ki, neredeyse tüm okullarda öğretici kurslar açılır, bütün kırtasiyecilerde mandolin metot kitapları satılırdı…
Leblebi Tozu:
Çocukluğumuzu yaşadığımız 60’lı yıllarda vazgeçemediğimiz muzurlukların başında gelen, ağzımıza doldurduğumuz ‘şekerli leblebi tozunu’ karşımızdakinin suratına püskürttüğümüz o günleri unutmak mümkün müdür? Mahalle bakkallarında satılan, işaret parmağı uzunluğundaki şeffaf torbalara doldurulan bu ‘muzurluk cephanesi!’, eğer ağızda fazla tutulursa, boğaza fena halde kaçar ve uzun süre öksürtürdü. Boğulmak üzere olan çocuğunu fark eden ebeveynler tarafından çocuk güzelce dövülür, leblebi tozunun geri kalan kısmı aceleyle çöpe atılırdı…
Mızıkalar:
İlk mızıka sesini duyduğumda, ‘Heybeli Ada da’ ilkyaz tatilindeydim.. Elinde garip bir aleti üfleyen bir çocuk, bu aletten, ‘kovboy filmlerini’ izlerken duyduğumuz bir ses çıkıyordu! Bu aletin adının ‘mızıka’ olduğunu öğrendim. Dudaklar arasında hızla sağa, sola çekilirken üflenen bu aletten çıkan çok değişik sesler, işitenlerin oldukça ilgisini çekmişti. Daha son pompalısının da kullanım alanımıza girdiği bu ince uzun, dikdörtgenler prizması şeklindeki müzik aleti, 60’lı yıllarda çocuklara alınan hediyelerin başında geliyordu…
Kabinli Motosikletler:
O dönemde motosikleti olanların yarısından çoğunun motorunun yanında bir de kabini olurdu! Motorun sağ tarafına takılı, bağlanıp çıkarılabilen bu kabinler kapısız ve tek koltukluydu. Sadece sağ tarafında tekerlekleri olurdu. Önlerinde rüzgârı kesen bombeli bir camı, kabinin arkasında da, küçük bir bagajı vardı. İstanbul’da genel olarak bu tür motorları kullananlar; motor kabinin içerisinde eşlerini ve çocuklarını taşırlardı…
Misafir Odası Sarmaşıkları:
Rahmetli annemin evi çiçek bahçesi gibiydi!
Hatırlarım; hele, hele misafir odamızı çepeçevre saran ‘sarmaşık devetabanı’, boyu bir metreyi bulduğunda ev sahibi olunacağına inanılan ‘paşa kılıcı’, ‘mum çiçeği’, ‘salkım begonya’, ‘aşkmerdiveni’ gibi saksı çiçekleri; o dönemde neredeyse İstanbul’da her ailenin misafir odalarını süsleyen, üzerlerine belli aralıklarla nazar boncukları asılan süs bitkileriydi…
Çatanalar:
Haliç’teki yük indirme-bindirme iskelelerine ve tersanelere malzeme götüren basık ve tek katlı, arkalarına yük taşımları için ardı ardına mavnalar bağlanmış, tren katarı gibi ilerleyen ilginç bir taşıma sistemi vardı. Mavnaları çeken bu ufak gemiye ‘Çatana’ denirdi.
İnce ve uzun bacaları olan bu çatanalar, Unkapanı ve Galata Köprülerinin altından geçerlerken, bacaları tam ortalarından çelik bir tel vasıtasıyla çekilir ve baca yaklaşık 75 derece kadar kırılarak arkaya yatardı. Köprünün altından geçtikten sonra makara gevşetilir ve baca yerine otururdu…
Muşamba:
Halıfleks, ya da yer karolarının yaygınlaşmadığı o dönemde; evlerin odalarının, mutfaklarının ve hatta tuvaletlerinin zemini muşamba ile kaplanırdı! Çoğunlukla, kahverengi, ya da gri renklerin hâkim olduğu bu yer kaplama materyallerinin üzerinde birbirini tekrarlayan grafik desenler olurdu. En çok tutulan desen ise potükare adı verilen iki rengin çaprazlamasına uygulandığı küçük kare şekillerdi.
Muşambalar odaların zeminleri tahta olduğu için, bir süre sonra tahtaların deformasyonuna ayak uydurur ve altındaki tahtanın girintili, çıkıntılı halini almaya başlardı. Üst kısımları oldukça kaygan olan muşambalar, üzerleri silinip parlatıldığı zaman, üzerinde çorapla basılmasını asla affetmezlerdi! Yıpranan, ya da yırtılan kısımlarına, daha önceden yedeklenen muşamba parçalarıyla uygun şekilde yama yapılırdı…
At Arabalı Zerzevatçılar (sebze, meyve ve yeşillik satıcıları):
Benim de çocukluk anılarımın arasında önemli bir yer tutan bu satıcıların, mevsimine göre satmış oldukları çeşit, çeşit sebze; meyve ve yeşillikten ziyade ben satıcıların kullanmış oldukları arabaları çeken atları seyrederdim. Kışın soğuğunda, yazın sıcağında onca ağır yükün altına giren atlara çok üzülür; bizim mahalleye gelen arabalı satıcıların atlarına meyve, şeker parçaları vererek, sanki onların gönlünü alırdım.
Çocukluk işte ama bunun yanı sıra arabalar dolusu meyve ve sebzelerin o taptaze görüntüsü de beni hep cezbeder; yalvarışlarımı kıramayan anneciğimin, her meyve çeşidinden alışını heyecanla ve iştahla beklerdim…
Ay – Yıldızlı Direkler:
Ana caddeleri aydınlatmak için kullanılan siyah metal elektrik direklerinin tepelerinde, uçları yukarı doğru dönük bir hilalin içine oturtulmuş tek bir yıldızdan oluşan âlemler vardı. Şehrin değişmez mobilyaları olan bu direkler, 1980’lerde teker, teker kaldırılarak yerlerine beton düz direkler dikildi…
Bagajı Üzerinde Otobüsler:
Şehirlerarası çalışan o dönemin otobüslerinde, şimdikilerde olduğu gibi karoserleri hizasında derin bagajları yoktu. Taşınacak eşya ve bavullar, otobüslerin üzerinde sabitlenmiş metal iskeletli yüklüklere konularak sıkıca bağlanırdı. Yolculuk arasında inecek olan yolcuların eşyalarının otobüsün üzerinden alınması epeyce zaman alırdı…
Bonmarşeler:
60’lı yıllarda İstanbul’un alışveriş merkezleri olan Sirkeci, Sultanhamam, Karaköy, Beyoğlu ve Şişlide yaygın olarak bulunan ve adına Bonmarşe denilen mağazalar çok revaçtaydı. Bu mağazalar, birkaç katlı binanın tümünü kaplar ve her katında; Giyim-kuşam, hediyelik eşya, ev eşyaları gibi farklı ürünler satılırdı.
Mesela 1965 yılında taşındığımız Bakırköy’de ki, ‘Bakırköy Bonmarşe’yi’ çok iyi hatırlıyorum. Her katında farklı, farklı ürünler satılan önemli bir alışveriş merkeziydi…
(Şimdilerde neredeyse adım başı rastladığımız ‘AVM’leriyle’, o dönemin ‘Bonmarşelerini’ mukayese ettiğimizde; yarım asır öncesinin bu alışveriş merkezlerinde satışa sunulan eşya markaları; bu gün olduğu gibi henüz yabancı markaların, eşyaların, giysilerin ve hatta yiyeceklerin istilasına uğramamıştı, genelde tamamına yakını yerli malıydı. Çünkü o yıllarda ülkemiz kendi ayakları üzerinde durabilmeyi milli sanayi üretiminde görüyordu…)