Kirpi Yayıncılık Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi’nin Markası olan Lutka Kitap, çok az işlenen farklı pek çok meseleyi okuyucusunun dikkatine sunuyor. Okunup üzerinde döne döne düşünülmesi, tekrar okunarak ders alınması gereken meseleler…
Tarih kitaplarımızda 10.000 kişiyle 100.000 kişilik düşman ordularını perişan etmemiz, kahramanlığımız, insaniyetimiz, zaferlerimiz anlatılır. Gurur duyar, iftihar ederiz. Yusuf Has Hâcib (1017-1070) Kutadgu Bilig isimli ölümsüz eserinde; ‘İster şeker ve helva, ister darı ve arpa yemiş olsun, doyup yatan insan, sabah yine aç kalkar‘ Diyor. Evet! Vaktiyle savaş alanlarında büyük zaferler kazandık. Şimdi savaşlar er meydanlarında değil, kültür ve iktisat sahalarında yapılıyor ve biz zafer hasreti ile yaşıyoruz. Yenilerini ve daha büyüklerini kazanmak arzusunu, azmini geliştirmiyorsa, dünkü zaferlerimizin, bize hiçbir faydası yoktur.
Geçmişteki zaferlerimizi elbette okumalı ve bilmeliyiz. Bununla birlikte ve daha mühimi, yapılan hataları da bilmeliyiz ki tekrar etmeyelim. Hataları bilmek, sebeplerini araştırmak; geçmişi kötüleme ve inkâr etmek için malzeme olarak değil de geleceğimizi inşa etmek için kullanılırsa, kârlı çıkarız.
13,7 X 21 santim ölçülerinde, 383 sayfa hacimle 2016 yılında yayınlanan eserin sunuş yazısında şu bilgiler veriliyor:
Yıl 2016… Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bir dönemden geçiyoruz. Ülke içinde oynanan oyunlar, komşularımızdaki gelişmeler, değişen dünyaya ayak uydurma çabaları, içerideki ve dışarıdaki düşmanlarla amansız mücadele… Tarih, bugünleri nasıl yazacak? Bütün bu mücadelelerin sonunda neler olacak? Çocuklarımızı nasıl bir gelecek bekliyor? Bu problemlerin mutlu sonla biten cevapları, en az hatayı yapmaktan geçiyor. En az hata ile kurtulmak için de geçmişimizi, başka bir deyişle tarihimizi iyi bilmemiz ve kararlarımızı bu doğrultuda vermemiz gerekiyor.
Birlik ve beraberlik meselesi, yüzyıllardır Türklerin olduğu gibi artık Müslüman milletlerin de varlık meselesi hâline gelmiştir. Osmanlı ve Selçuklu dönemlerinde neredeyse bütün Müslümanlar, Türklerin liderliğinde bir ve beraber olmuşlar; güç ve savlet sergilemişlerdir. Türklerin güç kaybetmesi ve devletlerinin yıkılması ile Müslüman coğrafya da parçalanmış, dağılmış; (Batı’nın, özellikle İngiltere’nin başa getirdiği) kukla yönetimlerle Batı’nın oyuncağı hatta sömürgesi olmuştur. Hâl böyle olunca birlik ve beraberlikten uzak Türk ve Müslüman dünyası şimdi daha küçük parçalara ayrılıp, bir defa daha yutulmak istenmektedir. Coğrafyamızda bunlar yaşanırken, Batı dünyası tarihten derslerini çıkarmış; geçmişteki kırgınlıklarını, aralarında yaşadıkları savaşları bir kenara bırakmış, dünyayı yeniden nasıl sömürecekleri konusunda ortak bir karara varmış ve birlik olmuşlardır. Çok uzaklara gitmeden; İkinci Dünya Savaşı’nda Almanların Fransa’yı işgali, Londra’yı yakıp yıkmaları ve Avrupa’yı ezip geçmeleri sanki hiç olmamış gibi bugün bütün Avrupa, lokomotifinde Almanya’nın olduğu, uyumlu ve herkesin yerini bildiği, hızla yol alan yekvücut bir yapıya dönüşmüş ve ‘Avrupa Birliği‘ adı altında dünyaya yön verir olmuştur. Avrupa daha elli küsur sene önce kendisini yakıp yıkan Almanya ile tek vücut olurken, Fransızlar yüzyıllarca savaştıkları İngilizlerle ortak hareket edebiliyorken, biz neden geçmişe takılıp birlik olamıyoruz? Neden bugün Irak, Suriye, Libya ve Mısır kan gölüne döndü? (s: 9-10)
(Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsızlığına kavuşan Türk Cumhuriyetleriyle, mümkün olan dayanışmanın sağlanamayışı da bugün içerisinde bulunduğumuz olumsuzlukların sebepleri arasında belirtilmesi gerekirdi.)
Sunuş yazısı temennilerle sona eriyor:
Yukarıda özetlenen düşünceler doğrultusunda, yayınevimiz ile Tarih ve Düşünce Dergisi ekibi bir araya gelmiş ve tarihten ders alınması gerekliliğini ‘Türklerin Hataları‘ isimli kitapta kronolojik olarak sıralamıştır. Böyle bir çalışmayı yayımlamakla belki suya bir taş atmış olacağız. İnsanların sâdece başarıyı değil, başarısızlığı ve sebeplerini de bilmelerine, kurulan tuzakları fark etmelerine vesile olacağız inşallah.
‘Önsöz’ başlığı altındaki satırlardan seçmeler:
*Kendimizi çok övdük, kendimizle çok övündük. Yanlışlarımızı hep ‘dış düşmanlara bağladık. Bunu değiştirmenin zamanı geldi. Kendimizi eleştirmek kötü bir şey değil: aksine ölçüsünde olursa mutluluk bile verir.
Kendimizi ancak tarihin ibret aynasında seyretmek ve tarihî hâdiseler içinde takip etmekle elde edilecek bilgidir.
*Türk milleti hissî, Türk milleti saf, ama bir o kadar da zeki ve pratik…
Teşkilatçı. Başa değil, emir komuta düzenine yakın…
Fena halde devletçi…
El boyunduruğuna girmesi imkânsız…
Şartlara uyum sağlamada olağanüstü…
Kazaya belaya ve zora mütehammil, sabırlı…
Doğuştan asker, savaşçı…
Göç şartlarının tevlid ettiği göçebe kültüründen neşet eden savaşmak, didişmek, hayatta ve ayakta kalma içgüdüsünün esiri; sömürme şehvetinin değil…
Bu özellikler, ona tarih sahnesinin baş aktörlüğünü kazandırır, onu arzın efendisi yapar.
Lâkin yine aynı vasıflar ona büyük yanlışların senaryosunu da yazdırır, utancını da yaşatır.
Başa bağlılıkta ifrat, iki ucu keskin bir kılıçtır; dikkat ister.
Türkler, yâni biz, tarihi akışımız içinde bu şartlar manzumesinde belirtilen terkip dengesindeki ayarı bazen tutturamadık. Zirvelerden uçuruma yuvarlandık, kötülükte dip yaptık. Ne var ki toparlanmasını da bildik, hatta yeniden zirvelere kurulduk.
Eserin mündericatı, Mete Han ile başlıyor. Mete’nin hayat hikâyesi ‘Yapmaya değil yıkmaya güdümlü güç‘ kelimeleriyle özetleniyor.
‘Hunlara; Türk mü Moğol mu, Bulgar mı, Macar mı… Demek gerektiği tartışmasının varlığı hatırlatılıp kanaat belirtilip mesele vuzuha kavuşturuluyor. Ve ayrıca Hunların yapan değil, yıkan bir millet‘ olduğu belirtiliyor.
Ve dikkat çekici bir teşhis: Mete, Çin ordusunu mağlup edince korkuya kapıldı. Çin’e girerse, Çin kültürü ve medeniyeti içinde yok olacaktı. Onun için Mete, eşinin tavsiyesine uyarak Çin’i vergiye bağladıktan sonra çekildi. Öyle bir yok oluştansa, böyle bir geçiciliği tercih etti.
Eser; ‘Zafer benim olsun, dünya sana kalsın‘ diyen Batı Hunlarının lideri Atilla ile devam ediyor.
Sırada Avarlar var. Onlara uygun görülen sıfat: ‘Kiralık Kılıç‘tır.
Yazar; ‘tarihçiler arasında Avarlara Türk denilip denilemeyeceğinin çok tartışıldığını‘ belirtiyor, bir karara varamıyor.
Bir şahsiyetin veya insanlar topluluğunun hangi millete mensup olduğu hususunda genel geçer kaide şudur: Kesin hakikat belgelere dayalı olarak tespit edilememişse, bütün iddialar ve ihtimaller okuyucuya sunulduktan sonra, ‘Şu millete mensup olması ağırlıklı ihtimaldir‘ denilir. Bazı ülkelerdeki resmî görüşler, en küçük bir bağlantının bulunması hâlinde bile, kendileriyle aynı soydan geldikleri tezinin üzerine oturtulur. Böylece; köklü, kalabalık ve güçlü oldukları görüntüsü verilir. Bizde ise maalesef tamamen tersidir. Bir şahsın veya kavmin Türk olduğuna dair deliller göz ardı edilir, Türk olmadığına dair en zayıf işaret, en kuvvetli delil sayılır. Mâtüridî, Serahsî, Genceli Nizâmî, Mevlânâ gibi büyük değerleri, batılı dostlarını (?!) hayıflandırmamak için Türk olmadıklarını söyleyen çok bilmişlerimiz vardır. Onlar; ‘Sümerler Ankara’ya gelip Sümerbank’ı kurdular ve sonra geldikleri Mezopotamya’ya döndüler‘ diyerek alay etmekten büyük zevk alırlar.
Eserin 5. Bölümü, Göktürkler ve Bilge Kağan (683-734) ile alakalıdır. Alt başlıktan anlaşıldığına göre Bilge Kağan, ‘İslam’ı ıskalamakla suçlanıyor. Peygamberimiz (sav) Efendimizin (570-632), Türkleri İslam’a dâvet eden bir mektup yazdığı bilinmekte ise de, bu mektubun muhatabının Bilge Kağan olması, tarih açısından mümkün değildir. İslâm orduları, 642 yılında Nihavent Savaşı’nda Sâsânîleri yendikten sonra Türklerle sınır komşusu oldular. Bir grup asker, Ceyhun Irmağı’nın doğu kıyısındaki Türkler arasına girdi. Bunlar, Oğuzların kırıntıları ile Kalaçlardan küçük bir gruptu. Durumdan haberdar olan İslam Halifesi Hz. Ömer’in (581-644), sınırı geçen ordu komutanını; ‘Baban, cenazeni görmesin… Orada ne işin var?’ diyerek azarladığı söylenir. Türkistan içlerinde ilerleyen Kuteybe bin Müslim’in Türkistan valiliği döneminde (705-716) Göktürklerle ve Bilge Kağan (684-734) ile irtibat kurduğuna dair tarih kitaplarında herhangi bir kayıt bulunmuyor. O halde, Bilge Kağan’ı ‘İslam’ı ıskalamakla suçlamak hakkaniyete uygun düşmez. Bilge Kağan’ın Budizm’i kabul etmek istemesi, veziri Tonyukuk tarafından vazgeçirilmesi keyfiyeti ise, konumuzla alakalı değildir.
Hazar, Uygur Türkleri, Karahanlılar, Gazneliler’le devam eden eserin ‘Selçuklular’ başlıklı bölümünde ihtiraslı Terken Hâtun macerası, teferruatlı olarak anlatılıyor. Terken Hâtun, Türk tarihindeki ilk harem vakasıdır. Osmanlı döneminde Hürrem Sultan ve Kösem Sultan’ın, Cumhuriyet döneminde ise bazı hanımların ve hanımefendilerin rol modeli olmuştur. Onların hataları, (isabetli bir görüşle) kitap dışında bırakılmış.
11. Bölümü teşkil eden Harezmşahlar, Türk tarihinin az bilinen bölümüdür. Nâmık Kemal yazmasaydı, Celâlettin Harzemşah’ı ancak Orta Çağı tarihi meraklıları bileceklerdi.
12. ve 13. Bölümlerdeki Altın Orda, Toktamış Han ve Timurlular ile Emir Timur, Türk tarihinin en büyük hatalarının başrol oyuncularıdır. Rus Çarlığının ve devamı olan Sovyetler Birliği’nin kuruluşu, bu hatanın acı meyveleridir. 13. Bölümün ikinci bahsinde 28 Temmuz 1402 tarihindeki, Türk tarihinin en trajik hatası irdeleniyor. Hüküm bölümünde Hatanın sebebi olarak Yıldırım Bayezid’ın, ‘belâya davetiye çıkarması‘ gösteriliyor. Özbek ve Timur’u seven Doğu Türkleri soydaşlarımız lehine büyük bir centilmenlik… Bu husus, ‘kitabın noksanı mı hatası mı?’ diye sorulduğunda, cevap vermek zordur.
Tarih ilminin, ‘geçmişteki olayların kronolojik hikâyesi‘ olarak değerlendirilmesinin yanlış olduğunu söyleyenler, olayların yorumunu ön plana çıkarırlar. Yanlış yorum yapmaktansa, kronoloji ile yetinmek ehven-i şer olsa gerek.
Yıldırım’ın zaaflarının büyük iki kalıcı hasarından birincisi: Doğu Türklüğü ile batı Türklüğünün enerjilerini biribirlerini yok etme uğruna heba etmesidir, İkincisi ise Osmanlı’da Fâtih Kanunnamesine bile girecek kadar devlet ve millet bekasını tehdit eden, insanî olarak dramatik neticeler tevlit eden şehzâde kavgalarına ve kardeş katline zemin hazırlamış olmasıdır. Her ne kadar Türklerde şehzâde konumundaki kardeş kavgaları çok daha önceleri başlamış ise de teşhis doğrudur. Ancak iki büyük hasar daha vardır ki o, sözü edilen iki hasardan daha mühimdir: Ankara Meydan Savaşı yaşanmasaydı, İstanbul 50 yıl önce fethedilecekti. Ayrıca; Türkler Avrupa’da daha fazla söz ve toprak sâhibi olacaklardı, Timur Doğuda, Rusya’nın önünde set olacak, Batı ve Doğu Türklerinden milyonlarca insan, 150 yıl boyunca kızıl Komünistlerce katledilmeyecekti.
Fiske: Bayezid-ı Veli babası Fatih Sultan Mehmed Han gibi, ‘Avni‘ mahlası ile şiir yazdı mı? Belki yazmıştır. Hatâ, bizi bilgilendirmeyenlerde…
Bayezid-i Veli’nin ve Kanuni Sultan Süleyman’ın diz boyunu aşan, göğüs hizasına yaklaşan hataları 148-157. Sayfalara zor sığdırılabilmiş.
Tarihî hâdiseler, bugünün mantığı ve şartları içerisinde değil, yaşandığı günün şartları içerisinde değerlendirilirse, acaba hangi neticelere, hükümlere ulaşılırdı?
Kanûnî’nin Osmanlı Sarayı’na dâhil ettiği Yozef Nassi’nin mâcerâları ile Türklerin Hataları isimli kitap, entrikalar romanı hâline dönüşmektedir: Hareketli, meraklı, sürükleyici ve kendini okutan, okuyucuyu, sayfalar arasına çeken…
Sultan Birinci Mustafa Han ile kitaba alaka daha da artar. (s: 163-168) Sonra Genç Osman’ın trajik hayatı ile heyecan doruğa çıkıyor. (s: 169-173) Sultan 4. Murad Han’ı tarihimizle mesafeli olanlar bile bilirler. Heyecan devam ediyor. Kaba softa ham yobazlar sahnede… Sultan Dördüncü (Avcı) Mehmed Han ve Sabetayizmin Osmanlı sarayında taht kurması… Artık hatalar değil, yüzlerce metre uzunluğunda hatalar zinciri boyunca sayfalar devam ediyor. Köprülü Mehmet Paşa ve oğlu Fâzıl Ahmet Paşa dönemi, aynı aileden gelen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın Viyana bozgununa kadar devam eden aydınlık ve parlak bir zaman dilimidir. (s:181-188)
Sonra, çorap söküğü gibi devam eden toprak kayıpları… Hatalar zinciri uzadıkça uzuyor. İsyanlarla mâcera romanı hâline dönüşen okumakta olduğumuz kitap, okuyucusuna uykuyu unutturacaktır. Islahat, Tanzimat, padişah katli derken Sultan İkinci Abdülhâmid Han… Yıkılmak üzere olan Osmanlı Cihan Devleti’nin sonunu 33 yıl geciktiren dehâ… Ve son padişah: Altıncı Mehmet (Vahidüddin) Han… Perde!
240. sayfada ‘Lozan Antlaşması‘ başlığı ile Cumhuriyet dönemi başlıyor.
Osmanlı döneminde 1699 yılında Karlofça Antlaşması ile başlayan türlü çeşitli sebeplerle devam eden toprak kayıplarına; Batı Trakya’nın Yunanistan’a, Batum’un Rusya’ya, Musul ve Kerkük’ün İngiltere’ye, Arabistan’ın Suud ailesine, Suriye’nin Fransızlara, kaptırılması, Kıbrıs ve 12 Adalara sâhip çıkılamaması ile Lozan etiketli hatalar belirtiliyor. ‘Lozan her ne kadar bir bağımsızlık sağlamışsa da Türkiye Cumhuriyeti’nin sonu gelmez dertlerinin de kaynağını oluşturdu‘ cümlesi dikkat çekiyor. Sonra iç çekişmeler: Ali Şükrü Bey cinayeti, Hilâfet tartışmaları ve Hilâfetin kaldırılması, İstiklal Mahkemeleri, şapka ve harf inkılabı, Menemen hâdisesi, Üniversite Reformu, ‘Yeni Ulus‘ Oluşturma Projesi, Ayasofya, Kürt Meselesi, Doğu’da isyanlar ile devam eden eser, İsmet İnönü, Adnan Menderes, 1960 askerî darbesi, 12 Mart 1971 Muhtırası, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Dilde ‘Uydurukça‘ Devrimi, 12 Eylül 1980 Darbesi, Turgut Özal, DYP-SHP Koalisyonu, 28 Şubat 1997 tarihindeki Post-Modern Darbe başlıklı bölümlerle, herkesin okuması gereken müthiş kitap sona eriyor.
Kitap; M.Ö. 220 yılından 28 Şubat 1997 tarihine kadar 2200 yıllık Türk tarihindeki hataları, bazı ufak tefek hatalar yaparak başarı ile özetliyor.
Türkçe dil hatalarını ise ulaştığı başarı sebebiyle hoş görmek… hatâ olsa bile, hem kitabın hem de bu satırların yazarı… Her ikisi de hoş karşılanmalı…
Hiç kimse hatadan münezzeh değildir. Ekip çalışmasıyla hatalar en aza indirilebilir.
Elde edilen bilgiye göre kitabın mevcudu kalmamıştır. Bir heyet tarafından gözden geçirilip eksiklerin giderilmesi, hataların düzeltilmesinden sonra yeniden basılması hâlinde, tarih severlere mükemmel bir armağan sunulmuş olacaktır.
LUTKA KİTAP:
Oruç reis Mahallesi, Tekstil Kent Caddesi, Tekstilkent Ticâret Merkezi, A 16 Blok Nu: 18
Esenler – İSTANBUL Telefon: 0.212-438 70 80 Belgegeçer: 0.212-438 70 93