Dibine Su Yerine Kezzap Dökmek

95

“Hey insanlık, nedir bu kızılca kıyamet?” diye haykırasım geliyor. Birbirleriyle uğraşan, birbirine ayar veren insanlar, aslında kendilerini tükettiklerinin farkında değiller. Yaşatmak adına birbirlerine su yerine kezzap ikram ediyorlar, yaşamak adına diplerine su değil, kezzap döküyorlar.

Yeni öğrendim, fitoterapisit deniyormuş; bitkilerle tedavi yöntemlerini anlatan, kariyer sahibi biri, televizyonda konuşurken seyirciyle adeta kavga ediyor. Onu dinlerken kendimi devamlı yumruk yiyen, kendini bir türlü savunamayan boksör gibi hissettim. Adam, sanki bilgilerini bizimle paylaşmak için değil, kavga etmek için çıkmış televizyona. On dakika dinledim, ağır bir yorgunlukla televizyonu kapattım. Başka kanallarda yapılanlar farklı değil. Bir şeyi birine anlatmanın, biriyle konuşmanın yöntemini bilmiyoruz. Konuşmayı kavga etmek zannediyoruz.

Sosyal medyada da durum farklı değil: Herkes, kavgalı. Kendisini düzeltemeyenler, hayatlarında ayar tutturamayanlar;  başkasını düzeltme, ona ayar verme derdindeler. Malumatı fazla, fikirden yoksun sosyal medya teröristleri, teknoloji mabedimiz telefonların keskin nişancıları, her dakika gözümüze, kalbimize, beynimize ateş, bedenimizi tuş ediyor. Davetsiz gelen hücumlar karşısında önce direniyor, onlara cevap veriyor, sonra da pes ediyoruz. Bilgi, ahlak, irfan, ihya, ıslah, yaşama sevinci adına ortaya çıkan şey, bir hiç.

Oysa biz, bunun için yokuz. Böyle olmamalıydık, olmamalıyız. Karşılıksız üretmeye hazır, ilgiye muhtaç tabiat ana, açmış kollarını bizi bekliyor. Apartman, gökdelen yerine çiçek, ağaç dikelim, tohum ekelim ona; hem o bir işe yaramanın mutluluğunu duysun hem biz insan olduğumuzu anlayalım. Tabiatınkiyle bizim fıtratımız aynı melodiyi mırıldasın. Farkında olmasak da ilk günden beri aynı tempoyla aynı görevi yerine getiren güneşe salalım kendimizi, onun ısısından, ışığından, gıdasından doya doya faydalanalım; yaşamak buymuş, diyelim. Alalım Minnoş kedimizi kucağımıza, yumuşak tüyleriyle cildimizi ve ruhumuzu dinlendirelim; kediye o canı, bize o his ve haz güzelliğini veren Rabbimize şükredelim, onu tespih edelim. Kendimiz için değil, kendileri için birbirimize zaman ayıralım; eşimize, çocuklarımıza, büyüklerimize, dostlarımıza, komşularımıza “Ben senin için varım.” diyelim. Demekle kalmayalım, onlar için bir şeyler yapalım. Onlara değer verelim, el verelim, tebessüm edelim. Tanıdıklarımızın, hatta hiç tanımadıklarımızın yokluklarını paylaşarak sıkıntılarını, acılarını hafifletelim,  varlık ya da sevinçlerini paylaşarak mutluluklarını artıralım. Hiçbir şey yapamıyorsak birbirimize fıkra anlatarak tebessüm edelim: “Torun dedesine sorar: ‘Dede, sen babaannemle nasıl evlendin? Ondan hiç elektrik almış mıydın?’ Dede: ‘Bizim zamanımızda elektrik yoktu.’ der. Muzip torun ısrarlıdır: ‘E, o zaman nasıl evlendiniz?’ Dede: ‘Bizim zamanımızda gaz lambası vardı, gaza geldik.’ der. İşte, tecrübe, zekâ, espri örneği kinaye sanatı. Nasıl istersen öyle anla.

Gülümseme; tebessüm ruhun gıdasıdır, kendine gelmedir, yaşamak için dibine su dökmektir. Bunun tersi sürekli karamsarlık, komploculuk, zan ve şüphe içinde olmak ruhumuzun köküne dökülen kezzaptır. Kendini, yaşayan ceset haline getirmek, öldürmektir. Ölüden ancak ibret alınır, yaşama sevinci alınmaz.

Başkasına iyilik yapmak istiyorsak, işe kendimizle başlayalım. Ayarı kendimize verelim. Güne şükürle, yaşama sevinciyle başlayalım. Herkesin işi de hesabı da kendisine, biz üzerimize düşenleri hakkıyla yapabiliyor muyuz,  ona bakalım. “Her türlü kötülükler, haşerat def ola, iyilikler celp ola.” diyelim.

Çevremizde, dünyamızda yaşanan haksızlıklara, zulümlere karşı duyarsız olalım demek istemiyorum. Abartılı kötümserlikten uzak, kararlı duruşu olan, iradeli ve bilinçli bir yaşantıdır, arzuladığım hayat. Var etmenin ön şartı, var olmak, değil midir?