Emrühüm Şura Beynehüm (4)

73

“İşleri kendi aralarında şura (istişare, danışma, meşveret) ile olanlar(dır).”

Müminler; bir işe koyuldukları zaman, kendi aralarında danışırlar. İslâm dininin temellerinden biri şûrâ’dır. Yani bir işe karar verilmeden önce, ehil ve ilgili kimselerle gerekli danışmanın yapılması, fikir ve kanaatlerinin alınması, böylelikle karar alınıp uygulamaya konulmasıdır. Bu ayet Mekke’de indirilmişken, şura; Hz. Peygamber’in devlet başkanı olduğu Medine’de de emredilmiştir. (Şura için bkz. 3 / Âl-i İmran 159. ayetin açıklaması). Ebu Hureyre şöyle demiştir: “Arkadaşlarıyla Hz. Muhammed’den daha çok danışan kimse görmedim.” (Tirmizî; Cihad, 35)

Kurtubî Hz. Peygamber’in savaş ve benzerî konularda ashabıyla danıştığını, fakat ahkâm konusunu; danışmanın dışında tuttuğunu söyler. Bu demektir ki, yasama meclisleri veya liderlerin danışman olarak seçtiği kişiler bir araya gelip de, ilahî hükümlere aykırı kararlar alamazlar, yasalar yapamazlar. Ancak ana hükümlerin, muhkemlerin hayatta nasıl tatbik edileceklerine, bunlarla ilgili geçici yasa, yönetmelik veya tüzük çıkarıp çıkarmama konularında danışırlar, ortak kararlar alırlar. Kısaca Şura Meclisleri veya Parlâmentolar harâmı helâl, helâli harâm kılacak kararlar alamazlar.

Bu böyledir. Zira farz, mendup, mekruh, mübah ve harâm gibi konular; Yüce Allah tarafından belirlenmiştir. İnsanların kendi arzularına, indî (şahsî) muhakeme (hüküm) ve kanaatlerine göre bu konular üzerinde tasarrufta bulunmaya hak ve yetkileri yoktur. Bu tahmin edilenin ötesinde hayatî derecede önemli bir konudur. Zira yasama; en temel erk / kuvvettir. Bunu birilerinin eline verdiğinizde; devlet ve kamuya ait güçlerin tamamını eline geçirmiş olur ki, kim bu gücü ele geçirirse; diğerlerine haksızlık yapar, kendini imtiyazlarla donatır!

Bu kadarla da değil; Yüce Allah’ın kendilerine verdiği rızıktan, mal ve servetten yoksullara, ihtiyacı olanlara infak eden kimseler de, bu kategori içinde ele alınmıştır. Diğer bir özellikleri; kendi aralarında dayanışma içinde olmalarıdır.  Birbirlerini kardeş bilirler, bir duvarın taşları gibi birbirlerini desteklerler. Onlara topluca veya bir fertlerine saldırı olduğunda bir araya gelirler, hak ve hukuklarını savunurlar, tehlikeyi savmak için birlik olurlar. İbn-i Cerir’in aktardığına göre Süddî, bu ayete şu anlamı vermiştir: Kendilerine haksızlık edenlere, aşırıya kaçmadan ve bilinen sınırları aşmadan karşı koymak üzere yardımlaşırlar (bkz. 26 / Şuara, 227). (Kur’an Dersleri, Dirasatü’l-Kur’an, Meal-Tefsir, Cilt: 6, 42 / Şura / 38)

X

Şura / Danışma Toplantısı: “İşlerini aralarında danışma ile / tartışarak çözerler.”

Kur’an’ın, insanlık için en önemli yol göstermelerinden biri, bu ayette işaret buyrulduğu üzere, “insanların aralarındaki işleri danışma yoluyla halletmeleri” öğüdüdür. İslâm doğuşundan beri evrenselliğe (cihanşümûl olmaya / tüm insanlığı kucaklamaya) adanmış ve etnik köken, aşiret, kabilecilik, ırk, mezhep veya uygarlık ayrımı gözetilmeden, tüm insanlığa önerilmiş bir dindir. Fakat Arapların İslâm öncesi kabilecilik ve aşiretçilik ile idare edilmeleri, o toplumsal yapıya ait gelenekleri ve düşünceleri, süregelen Kur’an ve Peygamber düşmanlıkları, Hz. Peygamber’in vefatından kısa süre sonra tekrar hortlatıldı, ilerleyen yüzyıllarda. kavgalar sürdü ve Araplar, ne İslâm’ın bu “danışma” öğüdünü, ne de tüm milletlere uygulanabilir ve uyarlanabilir evrensel kurallara bağlı bir çoğulculuğu kavrayamadılar. İslâm’ı kendi örf ve âdetlerine, geleneklerine uyarladılar, kutsallaştırdılar, kurumsallaştırdılar ve kendi şeyhlik, aşiretçilik ve krallık yönetimlerine İslâmî bir kisve giydirip. bunu Arap olmayan milletlere, “İslâm Sistemi”, “İslâm Şeriatı” diye sundular. Kendileri de krallık ve şeyhlik yönetimlerine devam ettiler. (Evrensel Çağrı, KUR’AN Meali, Mustafa Sağ, Şura: 38)

X

“Onlar öyle kimseler ki, Rablerinin davetine icabet ederler ve namazı kılarlar. (Namazı cemaat hâlinde kıldıkları gibi) işlerini (yaparken de akıllarını cemaat -yani şahsı manevî- haline getirir ve mümkün olduğu kadar işlerini) istişare ile yürütürler. (Onlar aklı ve ilmi de) kendilerine (verilen birer manevî rızık olarak görür ve bu anlayışla) verdiğimiz (maddî-manevi her) rızıktan (onları veren Allah yolunda) harcarlar.” (KUR’AN Bana Ne Diyor? Veli Tahir Erdoğan, Şura: 38)

 

 

Önceki İçerikTürk’ün Demokrasiyle İmtihanı
Sonraki İçerikEmrühüm Şûrâ Beynehüm (5)
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.