Oğuz Çetinoğlu: Nasıl bir öğretmene ihtiyacımız var?
Prof. Süleyman Hayri Bolay: Mehmed Âkif Ersoy (d. 1873-ö. 1936) üstün vasıflı öğretmeni şöyle vasfediyor:
Muallimim diyen olmak gerektir imanlı,
Edepli, sonra liyakatli, sonra vicdanlı.
Öğretmenin vasıflı ve iyi yetiştirilmesine çok itina gösterilmesi lâzımdır. Ona gereken değer verilmedikçe eğitimin problemlerinin halledilmesi muhaldir. Bugün test imtihanlarının fırlatıp eğitim fakültelerine veya üniversitelere attığı gençlerin ne kadarı baştan beri öğretmen olmayı tasarlıyordu? Her eğitim fakültesini veya herhangi bir fakülteyi bitiren kimse öğretmen olabilir mi? Öğretmenlik kolayca yapılabilecek bir meslek gibi görülmeye başlandı. Bir kimsenin öğretmenliğe özel bir kabiliyeti, hevesi, temayülü, arzusu, tasavvuru yoksa o kişiden verimli öğretmenlik beklemek boşunadır. Öğretmen yapılacak kimselerin bu özelliklerine dikkat etmek gerekir. Kişilerin olduğu kadar toplumların da geleceğini tâyin eden, ona anlam katan ve kimliğini kazandıracak olan öğretmen adaylarının çok iyi seçilip çok iyi yetiştirilmesi icap eder.
Çetinoğlu: ‘Bilgiden önce öğretmenlik vasfı aranmalı‘ diyorsunuz… O vasıflar hakkında konuşabilir miyiz?
Prof. Bolay: Öğretmen samimî olacak, öğrencileri kendi çocukları veya kardeşleri gibi görecek, öğrencileri ve eğitim için fedakârlıktan çekinmeyecek. Öğrencilere, öğretmenlere ve herkese bilgisiyle, tevazuuyla, hatt-ı harekâtıyla, sabırlı, vicdanlı davranışıyla, liyakatiyle, nezaketiyle, saygısıyla, tahammülüyle, hoşgörülü tutumuyla, felsefî ve ilmî tavırlarıyla örnek olacak. Öğrencileri küçük veya hor görmeyecek, onlar arasında her hangi şekilde ayırım yapmayacak. Öğretmen sahasında bilgili, birikimli olacak, diğer sahalara dair yeterince kültüre sahip olacak. Kültürsüz öğretmen öğrencilerine bazı bilgileri aktarmaktan başka bir şey yapamaz. Okulun bulunduğu yerde öğrenciler için kültürel bir muhit olması lazım ki o muhitten derslerin dışında faydalanabilsinler. Öğretmen kitap okumalı ve okumayı sevdirmelidir.
Bu bağlamda benim şahsî tecrübelerime dayanarak şunu da söylemek isterim: Çünkü benim okul öncesi için yaşanmış tecrübelerim var. Çünkü 4 çocuğumuzu, 6 torunumuzu yetiştirdim. Kardeşlerimin 20 den fazla çocuklarının doğdukları günden itibaren yetişmelerinde büyük payım oldu. Diyebilirim ki hepsi omuzumda ve sırtımda büyüdüler. Onlarla her çeşit oyunu oynadım. Sevgiyi verince onlara her şeyi kazandırabilirsiniz.
Öğretmen, her şeyden evvel çok samimi olacak. Öğrencileri kendi çocukları ve kardeşleri gibi görecek. Öğrenciler için fedakârlıktan çekinmeyecek. Sevgisini sergileyemeyen öğretmen hiçbir şey elde edemez. Sevgisini bilgiyle süsleyecek, çok okuyacak ki okuma zevkini aşılayabilsin.
Öğrenciye öğrenme ve araştırma azmini ve iradesini kazandıracak olan öğretmendir. Kendisinde bu azim ve irade gelişmemiş olan öğretmen belli bilgileri aktarmaktan başka bir şey yapamaz.
Çetinoğlu: Örnek verebilir misiniz?
Prof Bolay: Vereyim. İbn-i Sina (d. 980-ö. 1037) gençliğinde her şeyi yapmış, ama geometriyi bir türlü öğrenememiş. ‘Ben bunu yapamam‘ diye bir ilim merkezine giden bir kervana katılmış. Bağdat’a doğru gidiyor. Bir kuyu başında kervanbaşı mola vermiş, kuyudan su çekme vazifesini de en genç olan İbn-i Sina’ya vermiş. İbn-i Sina kovayı kuyudan çekerken kuyunun başındaki taşı ipin oyduğunu görmüş. Demiş ki şu mermeri bu ip oyar da ben niye geometri yapamayayım? Kovayı ve kervanı bırakmış memleketine dönmüş. İşte ilim böyle bir şey. Bir başka örnek ise şudur: Meşhur âlim, mütefekkir ve şeyhülislâm İbni Kemal (d. 1468-ö. 1536) medrese tahsilini en parlak şekilde bitiriyor, orduya katılıyor. Orduyla Arnavutluk seferine çıkıyor. Seferden dönüşte sadrazam Sofya’da çadırını kurduruyor. Rütbesine göre herkes çadırdaki yerini alıyor. Sadrazamın hemen yanında da meşhur akıncı beyi, Evrenosoğlu Ali bey yer alıyor. İbn-i Kemal’de girişte kapıya yakın bir yerde oturuyor. Derken bir kişi destursuz en başa sadrazamın hemen yanına, akıncı beyinden de öne oturuyor. Bu işe şaşıran İbn-i Kemal bu adamın kim olduğunu soruyor: Cevap: Bu meşhur âlim Molla Lütfi’dir.
Kafası dank ediyor. Hemen dışarıya çıkıp askerlikten istifa ediyor. ‘Askerlikte ben yükselsem bir Ali Bey kadar olamam. Ama ilimde ilerlersem bir Molla Lütfi olabilirim, Evrenos oğlu Ali Beyi de geçerim.’ deyip Edirne’ye gidiyor ve medreseyi bitirmiş olduğu halde tekrardan Molla Lütfi’nin medresesine yazılıyor orayı parlak bir şekilde bitiriyor. Ondan sonra işte yüksek mertebelere geliyor, Şeyhülislam ve büyük bir ilim adamı oluyor. İşte ilim adamı olmak böyle heves, irade ve bitmez tükenmez gayret ister.
Öğretmenlerimizin ilmi sevdirmeleri için önce kendileri ilmi sevmeleri ve sonra öğrencilere sevdirmeleri lâzımdır. Bunun için önce kendisinin okuması, bilmesi, öğrenmesi ve gelişmeleri takip ederek kendini hayat boyu yetiştirmesi gerekir.
Ben 1950 de Konya’ya geldiğimde büyük amcamın evine gittim. O’nun evden ayrı, ‘hariciye’ denilen müstakil bir odası vardı. Orada isteyenlere dersler verirdi. O büyük odaya girdim. Kütüphanenin üstünde sim ile işlenmiş bir levha gözüme çarptı. Eski harfli olan ve güzel bir hat ile yazılan bu levhadaki beyti okudum ve ezberledim. Altmışaltı senedir bu beyti derslerde ve konferanslarda kullanırım. Beyit şöyledir:
Âlimin her bir kelamı lâ’l ü mercan incidir,
Câhilin her bir kelamı günde bin can incitir.
Bu beyit benim ilim hayatına yönelmeme tesir eden âmillerden biridir. Bu bakımdan ilim hayatını benimseyenler veya sevenler ancak gençleri ona tevcih edebilirler.
Fert, Mehmet Kaplan’ın (d. 1915-ö. 1986) dediği gibi, Allah’ın yarattığı düz insandır, onun toplumla kaynaşması örnek insan tipini meydana getirir. Bu ikisinin birleşmesi şahsiyettir. Yunus Emre’nin ve Şeyh Eşref’in tâbiriyle Er kişidir yahut melektir. Başta öğretmen olmak üzere onların yetiştirdiği kişiler de şahsiyet özelliklerine sâhip olmalıdır.
Çetinoğlu: Osmanlı Cihan Devleti dönemindeki eğitimden da konuşalım mı?
Prof. Bolay: İlim ve eğitim hayatının yeniden tanzim edilmesi hususunda Sultan Abdülmecid Han’ın 1837 de babası tarafından kurulan Meclis-i Vâlâ‘yı** ziyaretinde okunan ‘hatt-ı şerîf“inde*** tanzim işini iki ana esasa bağladığı bilinmektedir: Birincisi, eğitimde “levâzım-i insaniye“ esası: Yani her hangi bir kişinin önce gerekli dinî inanç esaslarını öğrenmesi, daha sonra başkalarına muhtaç olmayacak kadar “tahsil-i kabiliyet“ eylemesidir. İkincisi, eğitimde “icab-ı akl ve’l-hikmet” esası: Bundan maksat, bir kişinin ilim ve fen/sanat tahsil etmesi, âdâb/terbiye ve edeb kazanması, elinden geldiğince bilgi edinmesidir ki, bu da aklın ve hikmetin icabıdır. Sultan Abdülmecid’in işaret ettiği hususlar, yeni eğitim sisteminin ana hatlarını da ortaya koymaktadır.
Çetinoğlu: O dönemde ‘icâzetnâme sistemi‘ vardı. Nasıl bir şeydi?
Prof. Bolay: 1901 yılında, Ordu’nun Aybastı ilçesinden Mehmet oğlu Mustafa Asım Efendinin, Arapkirli Hüseyin Avni Efendi hocadan aldığı icazetnamede belirtilen ilkelere bir göz atalım. Bu ilkeler Osmanlının yetiştirdiği insan modelini gösterdiği gibi bize bugün de ışık tutacak mâhiyettedir. Yalnız şunu da belirtmeden geçmeyelim: İcazetnâme bir âlim tarafından verilir ve o icazetnâmede Hz. Peygambere kadar o hocanın ilim tahsil ettiği âlimler silsilesi yazılıdır. Bu demektir ki o hocanın bilgileri güvenilir âlimlerden edinilerek sağlam kaynaklar olarak sonuncuya kadar ulaşmıştır. İcazetnâme sisteminde bugünkü müesseseler ve idarecileri tarafından verilen diplomaların aksine bilgiyi kontrol etmek imkânı da mevcuttur.
Çetinoğlu: Tatbik edilen kıstaslar nelerdi?
Prof. Bolay: İlk ilke: Örnek insan, önceki ileri gelen ilim adamlarının yolundan gitmelidir. Burada kültürel süreklilik ve geleneğin devamı söz konusudur.
İkinci ilke: Örnek insan, gizli açık her yerde Tanrı’dan sakınmalı, takva sahibi olmalı, kötülüklerden kaçınmalı ve her eylemindeki niyetinin Tanrı’nın murakabesi altında olduğunu bilmelidir.
Üçüncü ilke: Aklın ve kalbin hâtıralarını koru. Dünyada başarılarınla yetin, kaybettiklerine üzülme ve unut. Tavsiyesinden ibarettir Bu ilkeyle herhâlde geçmiş ile gelecek arasında bağ kurulması, böylece tarih bilincine sahip olunması, hayata müspet ve iyimser bakarak ve sıkıntıdan kurtularak ruh sağlığının korunması isteniyor.
Dördüncü ilke: Örnek insan, güzel ahlâklı, cömert olmalı ve insanlarla en iyi ilişkiler içinde bulunmalıdır. İyi işlerin kaynağı, temiz kalpli ve çok çalışkan, kemal sahibi ve olgun olmalı, gözü başkalarının işlerinde kalmamalı, gevezelik etmemeli, sözünün sınırlarını ve meramının kurgusunu iyi belirlemelidir. Bunlar, sahibini dünyada ve ahirette yücelten değerli erdemlerdir.
Beşinci ilke: Örnek insanın en önemli işlevi, bilgi neşri olmalıdır. İcazete göre, bilgi neşri sürekli ve etkileşimli bir ibadettir. Buna toplumla etkileşimli ‘sürekli eğitim’ diyebiliriz. Örnek insan yahut bilgin, toplumun içinde olacak, onu anlayacak ve aydınlatacaktır. Bu konuda üstad talebesine şöyle diyor: Nefsini kardeşlerinin öğrenimine ada ki, akranların arasında müstesna bir yerin olsun. Erdemli insanların arkadaşı olmaya çalış ki, karar günü şanın yücelsin.
Altıncı ilke: Örnek insan faaliyetlerinde önceliği inceleme ve öğrenime, onun da en önemlisine vermelidir. Araştırmada ilk gözlemle yetinmemeli; ilk yorumlarla sınırlı kalmamalı; meseleyi anlamak için derinliğine tahlil etmeli ve üzerinde düşünmelidir. Yöntem açısından icazetteki şu paragraf oldukça dikkat çekicidir: İlimlerde sınırlar ve usuller hakkında şüphe, maksatların yani hedeflerin şartlarına bağlıdır. Sözde-tasarılarla ve doğru sanılanlarla tatmin olma ki, bilinmeyenler bilinir hâle gelsin. Araştırmalarla ve incelemelerle meşgul ol ve yasaklananlardan ve şüphelerden kaçın. Bu çağda, araştırma ve inceleme belli yollardır; yasak ve şüphe ise kuruntuların ürünüdür.
Yedinci ilke: Örnek insan, birçok konuda gözünün açılması için biyografi okumalı, nihaî hedef olan Kur’an’ı anlayıp yorumlayabilmesi için de âlet ilimleriyle yani dil ve yöntem bilimleriyle yakinen ilgilenmelidir. Taklit çukurundan kurtulmak için Tevhidin hedeflerini tahkik etmeli, yani derinliğine inceleyerek doğrulamalıdır.
Sekizinci ilke: Örnek insan, her gün gereği gibi iş işlemelidir. Hayatın idamesi için çalışmalıdır. Bu tespitlerden sonra insanların her zaman Allah’ı zikretmeleri gerektiği hatırlatılmakta ve Allah’ı unutma ki unutulmayasın uyarısı yapılmaktadır
Dokuzuncu ilke: Örnek insan, belki, muhtemeldir ki gibi sözlerle oyalanmamalı, vakit gibi keskin yani kararlı olmalıdır. Çünkü kararsızlık en tehlikeli hastalıktır.
Onuncu ilke: Örnek insan, halkla güzel ilişkiler içinde olmalı; bu ilişkiler, rahmete, yumuşak huyluluğa, sevgiyle yardımlaşmaya ve iyi geçinmeye dayanmalıdır. Gücü nispetinde insanların ihtiyaçlarını gidermeli ve onlara tatlılık ile öfkelenmeksizin ihsanda bulunmalıdır.
On birinci ilke: Örnek insan işleri hakkında karar verirken akıllı kişilerin görüşlerine başvurmalı; nasihat edenleri dinlemeli, sürekli doğru yolu aramalı ve yardım istemekten çekinmemelidir.
On ikinci ilke: Örnek insan, insanlarla düşmanlık içine girmemeli ve ömrünü kavga ve gürültü içinde geçirmekten olabildiğince sakınmalıdır. Tanrı’yı ve ölüm’ü sürekli hatırlamalı, ancak başkasına yaptığı iyiliği ve kendisine yapılan kötülüğü unutmalıdır. Bir Hadis’te erdemlerin en iyisi olarak tanımlandığı üzere, kendisine gelmeyene gitmeli, kendisine vermeyene vermeli ve kendisine kötülük edene iyilik etmelidir.
Bu insan tipi, geçen asrın başında Osmanlı medresesinde nasıl bir insan yetiştirilmek istendiğini ve hayatı boyunca ondan ne beklendiğini açıkça göstermektedir.
Çetinoğlu: İcazet sâhipleri bu tavsiyelere uymuşlar mıdır?
Prof. Bolay: Uyduklarını, zaman onların hayatlarıyla ortaya koymuştur. Bizde var mı böyle ilimle ve diğer değerlerle mücehhez bir insan modeli ve insan tasavvuru? Bir de şunu ilave edelim. Osmanlı öğretim sisteminde öğrenci hocayı seçebiliyordu. İcazetini o hocadan alıyordu. Hoca icazetnamede kendisinin ilmi kimlerden öğrendiğini, peygamber devrine kadar silsile halinde belirtmek mecburiyetindedir. Yetiştirdiği talebenin bütün sorumluluğu kendi üzerindedir. Öğrenci iyi yetişmemişse o hoca sorumludur. Şimdi kurumların verdiği diplomalarda olsa olsa kurumlar sorumlu olabilir.
Çetinoğlu: Çok teşekkür ederim.
*siyantist: İlimci, ilimle uğraşan insan, ilim adamı
**Meclis-i vâlâ: Islahat hareketlerinin gerektirdiği yeni nizamnameleri hazırlamak, memurların muhakemesiyle meşgul olmak, lüzum görülen devlet işlerinde oy vermek üzere 1837 yılında kurulan meclisin adıdır. Bir müddet sonra bu meclis ‘Divan-ı Ahkam-ı Adliye‘ ve ‘Şura-yı Devlet‘ olmak üzere iki kısma ayrılmıştır.
***Hat-ı şerif: Pâdişahın imzasını taşıyan yazı.
SÜLEYMAN HAYRİ BOLAY 1937 yılında, o dönemde Konya’nın, günümüzde ise Karaman’ın ilçesi olan Ermenek’te doğdu. İlkokulu Konya’nın Taşkent ilçesine bağlı Bolay kasabasında, ortaokulu ve liseyi Konya’da, üniversiteyi Ankara’da okudu. Türkiye’de felsefe ilminin gelişimine önemli katkılar sağlamış isimlerden birisidir. Bugüne kadar çok sayıda eser sunan ve eserleri ile önemli çalışmalara imza atan Süleyman Hayri Bolay, dini konulara da farklı bir yaklaşım açısı ile bakmıştır. Başta İslam Felsefesi olmak üzere Batı Felsefesi, Osmanlı Düşünce Hayatı gibi konular üzerinde önemli eserler yazdı. 1961 – 1969 yılları arasında öğretmenlik yaptı. Askerlik vazifesini ifa ettikten sonra 1971’de Ankara Üniversitesi Felsefe Târihi bölümünde asistan oldu. 1975’te doktor, 1980’de doçent unvanlarını aldı. Sorbon Üniversitesi’nde araştırma yaptı. 1982 yılında Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 1984 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekan yardımcılığına tâyin edildi. 1987’de Hacettepe Üniversitesi’nde Felsefe Târihi profesörlüğünü getirildi. 1996 yılında Gazi Üniversitesi’nde bölüm başkanlığı yaptı. Felsefeye Giriş, Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücâdelesi, Felsefe Dünyasında Gezintiler, Felsefî Doktrinler Sözlüğü, Kur’an’da İman ve Siyasi, Ekonomik ve Kültürel Boyutlarıyla Küreselleşme, Tanzimat’tan Günümüze Türk Düşünürleri isimli eserleri yayımlandı. |