Felsefe; maddeyi, hayatı ve bunların çeşitli görünüşlerini, sebeplerini, ilk unsurları, başlangıç ve gaye cihetinden inceleyen fikrî çalışma ve bu çalışmaların neticelerini toplayan bilgidir.
“Felsefe tabiri; hem soyut ve teorik düşünceyi, hem de tabiat ilimlerini içine alacak biçimde geniş manasıyla kullanılmıştır. Bu umumî mânadaki kullanılış M. 17. yüzyıla kadar devam etmiştir. Bu durum İslâm dünyasında da görülmektedir. ‘Felsefe’ ve ‘Hikmet’ tabirleri hem müspet ilimleri hem de nazarî / teorik düşünceyi birlikte ifade eden tabirlerdir. İlimlerin felsefeden ayrılışı Batı’da 17. yüzyıldan itibaren başlamıştır. Genel çekim kanununu keşfeden Newton bile yazdığı fizik kitabına ‘Tabiat Felsefesi’ adını vermiştir. Zaten ‘fizik’ kelimesi, eski Yunanca olup, tabiat manasına gelir. Bu sebeple bugünkü fizik, kimya, astronomi, biyoloji, jeoloji gibi müspet ilimlerin konuları ‘tabiat felsefesi’ içinde düşünülmüştür.” (Yeni Ansiklopedi, 1. Cilt, İstanbul-1989, s.337-338.)
Sosyal hayata, ahlâka, insanın olgun ve erdemli olmasına ve san’atın ilerlemesine hizmet eden Felsefe bizimle barışıktır. Hattâ inancımıza yardımcıdır. Karşı çıkıcı değildir.
Sapıklık ve inançsızlığa ve tabiat bataklığına düşürmeye yol açan, ahlâksızlığa zemin hazırlayarak, gaflet ve yanlışlıklara insanı sürükleyen, hatta sihir gibi harikalarıyla gerçeklere karşı çıkan felsefeyi ise kabul etmemiz imkânsızdır.
Kaldı ki, “İnsanlık âleminde, Hz. Âdem zamanından bugüne kadar iki büyük akım, iki fikir silsilesi, her tarafta ve her insanlık tabakasında dal budak salmış, iki büyük ağaç hükmünde. Biri Peygamberlik silsilesi yani inanç kolu, diğeri felsefe silsilesi gelmiş gidiyor.
“Her ne vakit o iki silsile birbiriyle kaynaşmış ve birleşmişse yâni: Felsefe silsilesi, inanç silsilesine katılıp, itaat ederek hizmet etmişse, insanlık âlemi parlak bir surette bir saadet, bir sosyal hayat geçirmiştir.
“Ne zaman ayrı gitmişler ise, bütün hayır; inanç silsilesi etrafına toplanmış ve bütün kötülükler ve sapıklıklar, felsefe silsilesinin etrafına toplanmışlardır.” (Sözler, İstanbul-1985, s. 538-544.)
“Varlık sorunu, felsefe kadar eskidir. Hatta, felsefenin varlık sorunu ile başladığını söyleyebiliriz.
“Varlık sorunu ilkin doğa felsefesi ile başlamış, ama asıl felsefe sorunu olma niteliğine metafizik’te ulaşmıştır.
“Metafizik, varlığın en genel prensiplerini, evrenin yapısını, Tanrı’nın varlığını, ruhun varlığını ve ölümsüzlüğünü, insan eylemlerinin ereğini araştırır.
“Metafizik problemler çok çeşitli problemlerdir. Bunlar ontolojik, kosmolojik, ruhun varlığı ve hürlük ile ilgili problemlerdir.” (Prof. Dr. İsmail Tunalı, Felsefe, İstanbul-1990, s. 31-32.)
Yunus’un varlık anlayışına gelince:
“Ben bir kitap okıdum kalem anı yazmadı
Mürekkeb eyler-isem yitmeye yidi deniz.
62 / 7″ (Yrd. Doç. Dr. Nâmık Açıkgöz, Elif, Aşk, Mukaddes Kitaplar ve Bizim Yunus, Millî Kültür, Ocak 1991, Sayı: 80, s.33.) beytinde ifadesini bulduğu kitap, kâinat kitabıdır. Yunus, harfleri ağaçlardan; satırları dağlar, taşlardan; sayfaları gece gündüzden olan bir kitap okumuştur.
Bu, Îlahî bir kitap olduğu için, okunmakla bitmez, yorumlamakla tükenmez bir eserdir. Üstelik bu kitabın anlamını ihata etmek, kucaklamak da zor, hattâ imkânsızdır.
Öyle bir kitap ki, önümüze alamıyacak kadar büyük; boyu yetişemeyecek kadar yüksek; göz seçemeyecek kadar girift ve karışık; âdeta kitap içinde kitaptır. Tabî İlâhî bir kitap, okunması, mütalâası bitip tükenmek bilmeyen bir eser.
Kitap olur da, kâtibi olmaz mı hiç? Basiret gözüyle anlamıştır Yunus. Bunun içindir ki:
“Bu şehrin sultanı var
Kamuya ihsanı var
Sultanla bilişenler
Yoğiken vara benzer.”
(Vehbi Vakkasoğlu, Yunus Emre, İkinci Baskı, İstanbul-1983, s.79) diyerek bir iğne ustasız, bir köy muhtarsız olmaz hükmünü vurgulamıştır.