Ya Evrensel Değerler Ya Da Hiç –II

64

Demokrasi yolunda birçok tehlikeli dönemeçler geçirse
de bugün Türkiye’nin artık sağ(cı)lık-sol(cu)luk adıyla bir ideolojik kavgası kalmamıştır.
Böyle kalsa bir anlamda ‘iyi olmuştur’ denilir. Görünen, gürültü kabilinden göstermelik
kuru-sıkı atışmalar”dır, dipteki eski
tortulardır. Bu kavramların içi zaten çoktan boşalmıştır. Var(mış) gibi
görünmek isteniyor. Siyasi sataşmalara malzeme dışında kayda değer bir anlamı
yok. Çünkü yapının çökmemesi lazım. Öyle olmasaydı yarım yüzyıl öncesindeki
hadiselere bugün durmadan atıf yapılır mıydı.  Malum, iflas eden yahudi tüccarlar eski
defterleri karıştırırmış. Aradan yarım asır geçmiş dünya değişmiş, şartlar
değişmiş onlar daha eski plakları çalıyorsa bu handikaptır. Hayatta olan
68’liler kuşağının bir kesimi bu anlamda vebal altındadırlar. Gerçekle
yüzleşmeleri gerekir. O dönem siyasi unsurların Anadolu gençliğine ideolojik pozisyon seçmek yerine, önce “nasıl
adam olunur”u öğretmedikleri için sorumludurlar. Ayrıca hiçbir yer “kurtarılmış bölge” olmadı; Fatsa da,
Maraş da, Malatya da, Sivas-Erzurum-Kars da. Onlarca yıl sonra hayırsever
birkaç müteahhitler hasır betonlu binalarla bunları kurtarmış oldu. Ülke gençliğini kaybetti, kaynaklarını kaybetti.
Toparlanması onlarca yıl sürdü. Elde var ağır bir ideolojik fatura.   

Siyasal ideoloji temelindeki sivil oluşumların ve daha
çok bu temeldeki siyasi partiler, toplumun sosyal refahına ya da yaşam
kalitesine kattığı kayda değer bir şey olmamıştır. Ya hamaset söylemleri ya da birkaç kallavi sloganlar. Hepsi bu. Geriye
dönüp baktığımızda iki kuşak ömrü bu gürültülerle geçti. Bir ülkenin bu kadar zamanını ve gücünü çalmak gelecek için nasıl bir kayıptı, yaşayarak buna tanık olduk.
Batıda beyin dalgalarıyla denetlenen ileri protez teknoloji üretilirken, burada
gündem elini kalbin üzerine koyarak tesbih çekmenin faziletini tartışmak oldu. (Tesbihin
de uzakdoğu’nun 102’lik boncuktan geldiğini söyleyen de olmamıştı). Navigasyon
ve robotik teknoloji piyasaya sürüldüğü yıllarda tarihçi diye lanse edilen bazı
zevat, ütopik hedeflerle “üç kıtaya yeniden hakim olunacak” müjdesini veriyordu.
Nasıl olacaktı? Bu pek sorulamazdı. Allah nasip etse elbette olurdu, yoksa bir
şüphe mi var, denilirdi. Haçlıları “ Varna’da, Mohaçta, Niğbolu’da, Kosova’da
biz bozguna uğrattık” gibi kahramanla gurur duymak akıncı ruhu verse de etkisi
kısa sürerdi. Asıl hedef neydi, bütün Avrupa’yı feth etmek mi?. Hatta hızını
alamayıp bütün kıta Amerika’sını da mı?. Hedef İlâyı kelimetullah mı?(yani
Allah’ın hükümlerini yaymak ve yüceltmek). Yoksa kızıl elma mı? Nasıl olacaktı
bu. Sorgulanmayan bir yapı söz konusuydu. Milli hedefler net değildi,
tanımlamalar çok karmaşık ya da ideolojikti. Teknolojiyi satın alan ve
tüketmeye bayılan bir kitle (yani hedef kitle) çoktan oluşmuştu.  Ancak milli hedefler olmasa da bireysel hedefler
kısa ve netti: Bir iş sahibi olmak, 3+1 daire ve bir araba sahibi olmak. İleriki
yaşlarda da, çocuklara birer daire bırakmak. Hepsi bu.

Yüzleşmek lazım. Boşa akıp giden onca yıllarda “Biz
bugün neredeyiz?” sorusu neden hiç sorulmadı ve gerçeklerle yüzleşmek
istenmedi. Neden hiç bir teknolojik markamız, dünya piyasasında olan yerli
arabamız yok?..diye tartışılmadı. Neden 1930’lu yıllarda o kurucu irade, devasa
zorluklar ve yokluğa rağmen yerli uçak üretti ve pazar buldu. Fabrikalar kurdu,
tarımda çığır açtı. Madenciliği millileştirdi. Bunları kuran aynı milletti.
Neden hedef seçilmedi. Türk ekonomisinin büyümede en yüksek değere ulaştığı
yıllar neden model alınmadı?  Kırk yıl bu
tip narkozalama etkisi yapan hamasî söylemlerle geçti. Çağın teknolojik gelişimini
bilmeden dünyaya ayar vermek nasıl olacaktı, bilen yoktu. Yani; “bana borç para
ver, sana hükmedeceğim” gibi bir çelişki ile mi?.  Geçelim.

Günümüz teknolojisi baş döndürücü bir hızla ilerliyor.
Deniz aşırı bir yerden, binlerce km uzakta fabrikasındaki imalatı denetlemekten,
adrese teslim füzelerden,  akıllı
sistemlere, otomatik pilot sisteminden nano teknolojiye, yapay zekâya, ürün
istifleyen robotlara kadar. Hiç birinde imzamız yok. Satın alıyoruz ve
bağımlıyız, kullanıcıyız. Demetlerce para ödüyoruz erişebilmek için. Yani eli
mahkûm bir tüketici modunda. Yani tonlarca alın teri bir avuç entegre için. Bu
hiç adil değil.

Nedendir bilinmez, bilgi
çağının bilgi teknolojisinin kas gücünü aştığı gerçeği o yıllarda
önemsenmiyordu.

Ne kadar idealist olursanız olun, sermayenin gücü
karşısında diz çökmek gibi bir gerçekle yüz yüzeyiz. Nitekim bütün insanlığa
kablosuz bedava enerji nakli için çırpınan Nikola Tesla bile, Edison kartelinin
insafsız kıskacında borçlu bir idealist mucit olarak can vermiştir.

Kabul etmek gerekir
ki, kapitalizm bütün beşeri akımlara diz çöktürmüştür. Dev gibi sarsılmaz
görülen sosyalist bloklar, sermayenin azgın dişlileri arasında pes etmiştir.
Sovyetler birliği, mecburen açıklık ve yeniden yapılanma (Glastnost, Perestroyka)
yoluna gitmiştir. Çin faşizan kapitalizmi hedefleyerek dünyanın yeni baş belası olma yolunda.  Diğer bir-iki diktatörlükler de dış dünya
iletişimini baskılayarak gerçekleri
kapatmak istiyor. Nereye kadar?

İdeolojileri tamamen gömmek insaf ölçüsüne sığmaz elbette. Onun toplumla bütünleştiği
reddedilemez. Daha çok siyasi görünümlü olsa da alt yapısında hukukî, ilmi,
felsefi manevi ve estetik düşünceleri barındırdığı gerçeği var.
Ancak söylemek istenilen şudur; Global Dünyada olduğu
gibi, ideolojiler bizde de çökmüştür.
Kapitalizm azgınlaşmıştır. Öyle olmasa dünyayı adeta bir hedef kitle gibi
görüp mütevazı soframıza kadar hükmedebilir miydi? Bazen atarlanıp kola
boykotuyla sakinleşsek de ticaretin-arz ve talep gerçeğini kabullenip
diyetimizi bozuyoruz. Çünkü dış dünyada ihracat hacminiz kadar bir önceliğiniz
olur. Paranızın satın alma gücü kadar etkilisiniz. Gerisi ayrıntıdır.