Ya evrensel değerler ya da hiç –I

68

İdeolojik refleksler hasımla beslenir. O olmadan gelişmez. Öteki olmadan bu, hayat
bulamaz. Adeta mihenk taşı gibi, o ne kadar tehditkâr ise, berikine o kadar
muhtaçsınız. İdeolojik temelli devletlerin de hep çantada bir düşman cephesi vardır. O düşmanın güçlenmesini istemez. Ama yok olup
tükenmesini de. Bazı devletlerin ideolojisi ırka dayalı ya da dine dayalı
olabilir. Mesela İsrail siyasal dinci ve aynı zamanda ırkçı bir
devlettir. Zaten ilkeleri yahudilik üzerine kurulu üstün ırk iddiasıdır. Bu
tip devletler için evrensel değerler söz konusu olmaz. Genelde ideolojik
teoriler, olmayan-müphem bir tehlikeye göre belirlenmez. Olmayan bir düşmana kılıç
sallanmaz. Bir emare olmalı ki ilkeleri ona bina edilsin. O emareler de mebzul miktardadır
ve bulmak zor değil. Birilerini potansiyel
düşman görmek ve ona göre pozisyon
almak yeterlidir. Uluslararası ilişkilerden de bilinen bir realitevar, “ne
kadar komşunuz, o kadar çok sorununuz var demektir”. Tarihte bunun yüzlerce
örnekleri görülür.


Türkiye, uzunca bir dönem ideolojik bataklığın çıkmaz
yollarında heder oldu. Kuzeyden esen
sosyalizmin sert rüzgârlarına karşı sivil
tepki de çok büyüktü. Milli
hislerimiz en yüksek frekansta titreşip duruyordu. Siyaset radikalleştikçe kaos
büyüyor her tarafı etkiliyordu. Devletin kolluk kuvvetleri ve istihbaratı, hariçten rejim ithal edenleri etkisizleştirebilirdi. Ancak
öyle olmadı, sağ blokta ülkücü gençlik, solda ise devrimci gençlik ve türevlerinin
(TKP, THKPC acilciler, Tikko v.diğ) silahlı çatışmaları için ortam
hazırlanmıştı. Polis teşkilatı bile Polder-Polbir diye ikiye bölünmüştü. Zıt
görüşteki bir polis memurunun görevini yapmada tarafsız olması beklenebilir mi?
 


Ülkenin ideolojik çalkantılı sürecinde, ABD-pentagon güdümlü
bazı generaller uzunca bir süre işi ağırdan
alarak denize düşen ve umudu tükenen halkın onlara sarılıp benimsenmesi
istendi. Öyle de yapılmıştı. İçteki parçalanmaya beş kala, 1980 -12 Eylül
ihtilali ilan edildi. Parlamento dâhil her şey askıya alındı. Halk bu ihtilale
methiyeler düzerek önemli destek verdi. Sonuç; her iki kesim için yıllarca
süren cezaevi işkenceleri, akla hayale gelmeyen hukuksuzluklar, ezik ve
sindirilmiş bir toplum. İlave olarak da kayıp yıllar.  Nitekim taammüden
ihtilal planı, yıllar sonra
ihtilalci bir cunta mensubu tarafından kamuoyuna itiraf edilecekti. Ancak burada gözden kaçmayan bir durumdan
bahsetmeden olmaz. Her iki ideolojik kesim öldüresiye bir birini kırıp geçirirken,
üçüncü bir kesim vardı ki, ortalıkta hiç görünmüyordu. Kendilerini “müslüman gençlik” olarak takdim eden bu üçüncü grup henüz sahne almak
istemiyordu. Her ne kadar kendilerini “mücahit
olarak tanımlansalar da, daha çok ortamın havasına göre yön belirledikleri
anlaşılıyordu.  Çeyrek asırdır hep “uygun bir ortam” bekleyen bu
kitle dindar muhafazakârlar olarak gündeme geldiler. Beklenilen şartlar
oluştu.  Artık daha güçlüydüler ve
seçilmiş bir iktidara sahiptiler. Önceleri “demokrasi batı hegomanyasıdır” diye
tepki gösterilse de onun sağladığı imkânları sonuna kadar kullanageldiler.


Yakın siyasi tarihimizde de ideolojik kavgalar
arasından hep sıyrılan bu kitle, sağ ve sol cenahın ideolojik boşluğunu
doldurmakla kalmayıp, siyasi bir hüviyet de kazanarak muhafazakâr İslam’dan siyasal İslam’a yönelmişlerdi. Bu geçiş uzun süre tartışmalara sebep
olmuştur, “..karar verin, siyasal mı, islam mı?” diye.  Aynı zamanda, dünya İslam birliğinin
kurulmasını sağlamak ya da onun tesisine çalışmak da önemli hedeflerindendi. O
zamanlar böyle bir umut olsa da S. Arabistan ve Mısır gibi bir dizi ülkeler-emirlikler
ABD güdümünde kaldığı sürece erişilmesi imkânsız bir hayal olacaktı. Bu oluşum
her ne kadar demokratik yolla seçilmiş bir iktidara sahip olsa da dış dünya
“ideolojik İslam“olarak tanımlanmaktaydı. Bilindiği üzere, batı dünyası bu tür muhafazakâr
oluşumlardan önce faydalanmak ister, beklentisi tükendiğinde ise karşı hedef
göstererek islamofobi der ve bunu
medyasında köpürtür.