‘Ahmet
Kabaklı Hoca, Bir Mektep Adamdı’ – 2
Oğuz
Çetinoğlu: Ahmet Kabaklı Hocamızın, Nurullah Ataç tarafından
beğenilen şiirini konuşuyorduk. Şiirin tam metni size varsa lütfeder misiniz?
Dr. Sâkin Öner: Ataç’a
‘Ahmet Kabaklı iyi bir şâirdir’
dedirten ‘Kadın Sesi’ şiiri şöyle:
Şu gelen kadın sesidir…
Aklın donuklaşır serinlikte,
İçinde
ihtilal olur.
Anan
sütü gibidir delilik, helal olur.
İnce
esişine kul olduğumun.
‘Hey gidinin efesi!’
Dolaşı
dolaşı hal olduğumun!
Adam kahrından ölesi…
Şu gelen kadın sesidir…
Bir yetişkin kız olacak, ince etekli,
Endam
emekli emekli
Gül yanaklar, sarı saçlar,
Fistan
benekli benekli .
Hülasa
ballı petekli…
Gezin firaklı firaklı
Şu gelen kadın sesidir…
Uy anam kadın sesidir!
Dayan Allah’ını seversen.
Sanki
şeytan dürtmesidir,
Şu
gelen kadın sesidir
Kabaklı Hoca’ya göre ‘şiir; dilin ve nazmın şahsî, üstün bir zevkle kullanılmasından meydana
gelen sanat eseridir.’ Ahmet Kabaklı, sâde ve etkileyici şiirlerinin yanında
millî romantik duyuşa sâhip mısralara da imza atmaktayken şiiri bırakmıştır.
Oysa nefis ve berrak bir Türkçeyle yazdığı bu şiirlerin sâhibi, Ataç’ın da
söylediği gibi, iyi bir şâirdi. Fakat fikir sâhasına yönelince şiir mecrâsını
bırakmıştır. Bu da Türk şiiri için büyük bir kayıp olmuştur.
Çetinoğlu:
Kabaklı Hocamızın milliyetçilik anlayışı
hakkında neler söylemek istersiniz?
Dr.
Öner: Kabaklı Hocamızın en
mümeyyiz vasıflarından biri de su katılmamış bir Türk milliyetçisi olmasıydı. O’nun
milletini ve milletin değerlerini sevmekten ve bunlar uğruna mücâdele vermekten
başka bir derdi yoktu. Bir ömür boyu hep millet dedi, dil dedi, din dedi,
kültür dedi. Tanzimat’tan sonra aydınlarımızın Avrupa kültürlerine aşağılık
duygusuyla yaklaşmalarının yabancılaşmaya, kültür alanında sömürgeleşmeye ve
bir kültür ikiliğine yol açtığını söyledi. Bu yüzden yazılarında sürekli millî
kültürü ve manevî değerleri savunarak Anadolu insanının sesi oldu. Her milliyetçi
Türk aydını gibi, millî kültür alanındaki kıyımın acısını yüreğinde duydu ve
sürekli bu yıkımla savaştı. Ona göre İslâmiyet ve Türklük târihte benzerine az
rastlanır bir terkip vücuda getirmiştir. Türkler çeşitli kültürlerle temas
ederek bugüne kadar gelmiş, fakat kendi kültürlerini koruyup Türk kalmayı
başarmışlardır.
Ahmet Kabaklı’nın milliyetçilik anlayışında
Ziya Gökalp -Yahya Kemal – Atsız terkibi esastır. Bu milliyetçiliğin mânevî
tarafını Mevlânâ, Yunus Emre ve Mehmet Âkif kanalıyla gelen dîni ve tasavvufi
perspektif tamamlar. O da Yahya Kemal gibi Selçuklu – Osmanlı – Türkiye
Cumhuriyeti sürecinin, Türk târihinde Batı Türklüğü çizgisini ve organik
bütünlüğü teşkil ettiğini düşünür. O,
Türk târihine Atsız Hoca gibi bakıyor, târihte
ve kültürde devamlılık fikrini savunuyordu. Hânedanlar ve rejimler değişse de
devletimizin tek olduğu, ‘devlet-i
ebed-müddet’ idealinin bütün Türk devletlerini içine aldığı düşüncesindedir. Kabaklı, Türklüğün sâdece ırk meselesi değil,
aynı zamanda inanç meselesi olduğunu düşünüyordu. Ahmet Kabaklı, tam anlamıyla
bir kültür milliyetçisiydi.
Çetinoğlu:
Ahmet Kabaklı’nın kurduğu Türk Edebiyatı
Vakfı’nın ve yayın hayatımıza armağan ettiği, 50. Yılını idrâk eden Türk
Edebiyatı Dergisi’nin kültür hayatımıza kazandırdıkları konusundaki
düşüncelerinizi lütfeder misiniz?
Dr.
Öner: Ahmet Kabaklı Hoca
1960’lı yılların başından itibâren milliyetçi-muhafazakâr kesim üzerinde gazete
yazıları ve konferansları ile etkili oldu. Edebiyat alanında yazdığı kitapları
ile edebiyat eğitimi alanında, fikir
kitapları ile eğitim çağındaki milliyetçi gençlik, aydınlar ve halk üzerinde
kalıcı etkiler yaptı. Kabaklı Hoca, kurulduğu günlerde Aydınlar Ocağı’nda
yaptığı bir konuşmada, mevcut edebiyat dergilerinin mâlum mahfillerin
sözcülüğünü yaptığını, oysa asıl ve gerçek edebiyatımızı yansıtan bir dergiye
ihtiyaç duyulduğunu ifâde etmiştir. Hocamız arkadaşları ile kurduğu Edebiyat Cemiyeti adına 1972 yılı Ocak
ayından itibaren Türk Edebiyatı Dergisi’ni
yayımlamaya başladı. 1978 yılı Mayıs ayında etrafındaki edebiyat, sanat, fikir
ve ilim insanları ve bâzı politikacılar ile Türk
Edebiyatı Vakfı’nı kurdu. Türk Edebiyatı Dergisi’ni bu vakfın yayın organı
olarak yayınlamaya devam etti. Türk Edebiyatı Dergisi yoluyla, milliyetçi-muhafazakâr
kalemlere edebiyat dünyâsında alan açtı. ‘İyi
bir muhteva ve iddiasız bir kılıkla’ yayın hayatına başlayan Türk Edebiyatı, yıllar içinde bir okula
dönüştü, pek çok yeni şâir, yazar,
hikâyeci ve romancının yetişmesine imkân sağladı. Ayrıca vakıf, edebiyatımızın
yüzlerce önemli eserini ve yeni yetişen şâir ve yazarların kitaplarını
neşretti. Türk Edebiyatı Dergisi yayın hayatına başladığı günden itibâren elli
seneden beri Türkçeye ve millî kültüre hizmet etmektedir. Türk Edebiyatı
Vakfı, kurulduğu andan itibâren
düzenlediği Çarşamba Sohbetleri ile
millî kültürü kuşatıcı toplantılarda milliyetçi aydınlar ve sanatkârlarla gençliğimizi
ve halkımızı buluşturmaktadır. Vakıf, bu özelliğiyle bir kültür merkezi işlevi
yerine getirmektedir.
Çetinoğlu:
Sorularla sınırlı kaldığınız için Hocamız hakkında söylemek isteyip de
söyleyemediğiniz veya vermek istediğiniz mesajlar için, buyurunuz söz sizin.
Dr.
Öner: Ahmet Kabaklı
Hocamızla tanışmamız, 1960’lı yılların başından itibâren Tercüman gazetesindeki
‘Gün Işığında’ başlıklı köşesindeki
günlük yazıları vasıtasıyla gıyabî oldu. 1965 yılında İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi öğrencisi ve aynı zamanda Babıâlide Sabah Gazetesi muhabiri
olmamla birlikte, İstanbul’da ilk tanıdığım milliyetçi şahsiyetlerden biri
Kabaklı Hoca oldu. O târihten vefatına kadar münâsebetimiz devam etti. Bütün
konferanslarına katıldım. Türk Edebiyatı Vakfı’nı kurduktan ve Türk Edebiyatı Dergisi’ni
yayımladıktan sonra münâsebetimiz daha çok arttı. Vakıf’taki “Çarşamba Sohbetleri”nin hem dinleyicisi
hem de konuşmacısı oldum. Hocam, konuşmacısı olduğum bütün toplantılara bizzat
katılmış ve sonunda mutlaka taltif edici sözler söylemiş ve ödüllendirmiştir.
Hakkında açılan dâvâlara rağmen yazmaktan asla vazgeçmeyen Kabaklı Hoca, yazılarında
millî kültürü ve mânevî değerleri savunarak Anadolu insanının sesi oldu. Dünyâ
görüşünün temelinde insan, âile, vatan, millet, bayrak ve dil sevgisi bulunan Kabaklı
Hoca, ömrü boyunca fikrî eserleriyle gençliğe yol göstermek için çalıştı. Ahmet
Kabaklı Hocamız bir ‘Vakıf insan’ ve
bir ‘Mektep adam’dı. O, ‘gönül coğrafyamızın’, ‘kültür
ve medeniyet coğrafyamızın’ bir gönül ehli, bir âlim
ve ârif insanıydı. ‘Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ bırakarak’
aramızdan ayrıldı. Benim
ve bizim neslimizin yetişmesinde çok büyük katkısı olmuştur. Eserleriyle
gelecek nesillerin yetişmesine de katkı yapmaya devam edecektir.
Çetinoğlu:
Alâka ve zahmetleriniz için teşekkür ederim.
Dr.
Öner: Ahmet Kabaklı Hocamızı
bir defa daha anma ve anlama fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ederim.
Hocamızın üzerimizde çok hakkı var, kendisini rahmet ve minnetle anıyorum. Ruhu
şad, mekânı cennet olsun.
(BİTTİ)
Dr. SÂKİN ÖNER
915
AHMET Teşkilâtlnarak devlet hâline Bu emperyalizm târihin ilk ‘Kültür Emperyalizmi’ kavramını, Marksistlerden tamamen başka bir |
103
AHMET
KABAKLI’DAN BİR MAKALE
İslâm’dan önce
Türkler, yine ‘semâvî’ bir inanç
içinde idiler. Putperest değildi. İslâm’a ve O’nun mâbedine intibakları bu
yüzden kolay oldu. Onlar sanki ezelden beri Hak dinini bekliyorlardı. Eskiden
mâbetleri yoktu. Yalnız Altay, Ural, Tanrı vs. dağlarının en yüksek tepelerini
kudsî sayarlardı. Kurbanlar oralarda kesilir, namlı yiğitler, beyler, şâmanlar
oralara gömülürlerdi.
İslâm’ı bir
soy dini gibi hemen benimseyen ecdadımız, dolaştıkları, hüküm sürdükleri ve
yerleştikleri her yerde bu yeşil inancın mâbetlerini meydana getirdiler.
Türkistan, Afganistan, İran, Mısır ve sâireden sonra Anadolu adım adım
Türk-İslâm câmileriyle donatıldı. Anadolu’muzun Doğu’sundan Batı’sına doğru bu
İslâmlaşma – Millîleşme hareketi İstanbul’un fethinden sonra Rumeli ve Afrika
topraklarında devam etti. Malazgirt, Erzurum, Sivas, Konya, Bursa, Edirne…
şehirlerinde yükselen her biri yeni üslûpta mâbetler din ile milleti İlâhî
kubbeleri altında topladılar. Ezanlar, Türk milletinin hem savaş sadâsı hem
barış ilâhisi hem de İstiklâl Marşı oldular.
Yeni alınan
şehirleri büyütmek için önce boş tepelere bir cami yapılıyor, etrafına
medreseler, imâretler, muvakkithâneler kuruluyor, bu tepeler, çok zaman
geçmeden birer mahalle oluyordu.
Câmi, şehrin
ruhu, canı gibi bir varlıktı. Günlük hayat, maddî mânevî olaylar hep burada
cereyan ediyordu. İlimler, ahlâklar gibi muaşeret dersleri, savaş ilânları hep
câmilerin millî hayata açtığı pencerelerdi. Bursa, İstanbul, Edirne gibi
şehirlerimizde hâlâ bir câmi dolayında kurulmuş mahallerin izleri, mâbetlerde
geçmiş târih vakalarının belirtileri görülmektedir.
İstiklâl
Savaşı’mız önce câmi kürsülerinden saçılan İslâmî millî vaazlar, heyecanlı
hutbelerle başlamış, şuurlanmış sonra cephelerde birer zafer olmuştur. Mütârekede
İstanbul, düşmanların karşısına Ayasofya, Sultanahmet, Süleymaniye gibi hem
imân kalesi, hem mimarî şaheser hem de Millî Ruh’un tecelligâhı olan mâbetlerle
dikilmiştir. Maraş kalesini zapteden de bir câmidir.
Minârelerde
ezanlar, yüzyıllar boyu Türk İslâm hâkimiyet ve istiklâlini haykıran İlâhî
marşlar oldular. Nitekim Osmanlı Devleti’nin yıkımı üzerine eski yurtlarımıza
el koyan köle kavimler, oralarda ezan seslerini susturmağa koyuldular. Mâbedi
Türk’ün öyle bir timsali biliyorlardı ki, intikam almak için minârelerin
boynunu vurup çökerttiler. Abdesti, namazı bile yasakladılar.
Cengiz
Dağcı’nın romanlarını, İva Andriç’in ‘Drina
Köprüsü’nü, Emine Işınsu’nun ‘Azap
Toprakları’nı okuyanlar, Kırım’da, Sırbistan’da, Batı Trakya’da esir kalan
Müslüman Türklüğün, nasıl bir ezan, Kur’ân sesine, câmi, namaz, Ramazan
görünüşlerine hasret kaldıklarını anlayacaklardır. Balkanlı ve Batı Trakyalı
Türklerin, Anadolu’ya göç sebepleri arasında bir ‘ezan sesi’ işitme tutkunluğunun büyük payını sezeceklerdir.
Bugün Türkiye’de
mâbet gerçeğini inkâra kalkışan ‘ezan sesinden’ rahatsız olduklarını pervasızca
söyleyebilen kimseler, bu hareketin bizzat millî varlığa, bağımsızlığa karşı
bir cinâyet olduğunu düşünebilmek için, kendilerini sınırlar dışındaki esir
soydaşlarımızın yerine koymaya çalışmalıdırlar. Onların, her Türk köyüne bir
kilise inşa etmelerindeki kasıtlı davranışı kavramalıdırlar. Milletin de
mâbetle birlikte silineceğini iyi bilen bir davranıştır bu.
Yunanlılar, o
meş’um saldırıları ile İzmir, Aydın ve Bursa’yı aldıkları zaman, ilk iş olarak
ezanı susturmaya çalışmışlardır. Birçok câmileri canlı hedefler gibi topa
tutmuş, minâreleri yıkmış, mâbetleri ateşe vermişlerdir. Çünkü Türk-Müslüman
ruhunun oralarda filizlendiğini iyi bilmektedirler.
Mâbetle-milletin
iç içe ve mukaddes birliğini en iyi anlatan şâirimiz Mehmet Âkif olmuştur.
Kurtuluş günlerinin bu yegâne, bu büyük imanlı şâiri, Yunan canavarlığı
karşısında milletimizin gönül feryatları olan İstiklâl Marşı’nın bir kıt’asmda:
Rûhumun senden İlâhi, şudur ancak emeli
Değmesin
mâbedimin göğsüne nâmahrem eli
Bu
ezânlar ki şahâdetleri dînin temeli
Ebedî
yurdumun üstünde benim inlemeli.
diye büyük
Allah’a yalvarır.
Bin şükür,
mâbetlerimizin göğsüne dokunmak ve ezanları susturmak isteyen Yunan sürüleri,
millî îmânın hareket haline getirdiği ordularımızın gücü ile püskürtülüp denize
dökülmüşlerdir. Şimdi sıra, manevî işgalleri, çirkin tecâvüzleri, kültür
emperyalizminin tutulmuş veya gafil uydularını Mâbet’te billurlaşan millî şuura
ulaştırmaya gelmiştir. Bugünkü cihadımız, geriliği, sahteliği, duygusuzluğu,
saygısızlığı, câhilliği denize dökmektir.
Şimdi mâbetle
milletin arasını açmak için hesapsız miktarda, Musevî, Mason, Komünist,
Katolik, Ortodoks paraları akıtıldığını bilmenin millî-İslâmî birliğe sımsıkı
sarılmanın günüdür. Mahfımızı isteyen her türlü ihânetle birlikte ‘cahâlet-gaflet, bölücülük’
emperyalizmine de karşı koymak zamanıdır. Millî üslûbun mâbetleri etrafında, Kur’ân
rahmetinin şelâlesinde gelecek çağlara hükmeden güçlü bir millet meydana
getirmek, Türk ve İslâm âlemine yeniden kurtarıcı, koruyucu rehber olmak,
Allah’ın milletimize bahşettiği alın yazısıdır.
***
1071’den sonra
Anadolu’da yeşeren Türk kültürünün de, câmi, mescit ve dergâhlar çevresinde boy
attığını kimse inkâr edemez. İslâmiyet’in Doğu ve Batı’da savunucusu, iki cihanda
mutlu imanlısı ve ‘Allah’ın Türk adlı
ordusu’ olan bizler, O’nun mâbetlerini, yüksek tepelere ve yüksek gönüller
üzre inşa etmişiz.
Sanat
dehâmızın paha biçilmez verimleri ‘bir kûh-u tecellî’ gibi camiler olmuştur.
Çifte Minâre’lerden Ulu Cami’e, Süleymaniye, Selimiye serhaddine kadar vatan
yüzü mâbetlerle donanmıştır. Türk dehası, ancak İslâm inancına ve cami âhengine
kavuştuktan sonra kıvamını bulmuştur.
İstanbul’dan
câmileri çıkarınız… Şeddadî ve hantal binalar yığını altında ezilir gibi
olacaksınız. ‘Mâbetsiz Şehir’ olmak
iddiası ile kurulmuş olan sözde modern Ankara, yalnız İslâm gönüllerine değil,
ecnebî bakışlarına bile hüzün verici bir apartman mezbelesi olmaktan ancak o
şanlı kalesi ve tepeler üstüne inşa edilen yeni mâbetleri sâyesinde
kurtulmuştur. Uzak ovalardaki toprak yığını köylerimiz bile, ancak mâvilikler
arasında hilâl oklarıyla dalan beyaz minâreler görünüşü ile göz ve gönül
doldururlar.
Câmi, eski ve
yeni Türk’ün hayatında mihrak noktasıdır. Süs, nakış ve yeşillik, mâneviyat,
huzur ve temizlik bu şerefeler gölgesine yaraşır. Kubbeler gövdesinde metânet,
şadırvanlar çevresinde bereket, son cemaat yerlerinde sükûnet hissi vardır.
Eski medeniyetimizi hâlâ aksettiren Bursa gibi şehirlerin câmiler etrafında
kurulduğu belli olmaktadır. Nitekim: Emir Sultan, Yıldırım, Murâdiye, Çekirge
ve Yeşil, vaktiyle tamamen bir câmi kuruluşuyla gelişmiş mahallelerdir.
Hayat,
medeniyet ve harsımızın en büyük kozu olan mâbetlerimize gerekli saygının binde
biri gösteriliyor mu acaba? Heyhat! Yalnız idârenin değil, halkımızın da bu
işteki günah ve lâübalilik payı anlatılmaz ölçüdedir.
En azından,
çocuklarımıza ve gençlerimize, mâbet sevgi ve saygısını öğretmiyoruz. Allah
korkusu, ecdat ve sanat duygusu bilmeden yetişen nesiller, bu eşsiz anıtların
karşısında ürpermek şöyle dursun, ona, âdi bir taş muâmelesi ediyorlar. Şimdi,
İstanbul’un büyük câmileri avluları, hattâ son cemaat yerlerinde, mahalle
gençleri, takım takım futbol maçlarındadır. İhtişamlı kapı aralarında danalar
dolaşmakta ve serseriler, hayırsızlar sürüsü, mermer merdivenler üstünde üç
kâğıt oynamaktalar. Mezar taşları ardında ve çit duvarlarının düzlüğü üstünde,
işsizler uyku çekmekte, şadırvan yalaklarına dünyanın en iğrenç maddeleri
karışmaktadır.
Dostlar! Söyleyin hangi tecelliye
ağlasak…
Ahmet Kabaklı: Mâbet ve Millet. Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, s: 23-26 İstanbul 2007