Türk Dili Sevdâlıs Dr. Yesevîzâde Şâkir Alparslan Yasa ile Türkçe hakkında konuştuk.

76

Oğuz Çetinolu: Türk dilbilgisi kaidelerine aykırı olarak üretilmiş veya
âmiyâne tâbirle ‘uydurulmuş
kelimelerle ilgili görüşlerinizi lütfeder misiniz?

 

Dr. Yesevîzâde Şâkir Alparslan Yasa: Muhakkak ki her dilin yeni mefhûmlar
için yeni kelimeler türetmeye ihtiyâcı vardır. Fakat her biri müstakil, kapalı
bir sistem teşkîl eden diller bunu kendi mantıklarına, kendi kaidelerine göre
yaparlar. Bu kaidelere göre teşkîl edilmiyen kelimeler -lisâniyatta- “Uydurma”
veyâ “Barbarca” (Fransızcadaki “barbarisme” tâbirini bu sûretle
Türkçeleştiriyoruz) kabûl edilirler. Her dilin bekçileri mesâbesinde olan
dilciler, edîpler veyâ o dilin her bir konuşanı bu çeşit kelimelere karşı
müteyakkızdır ve onların yaygınlaşmaması için karârlılıkla mücâdele ederler.
Zîrâ bunlar, dilin mantığını, bünyesini bozar ve onu keşmekeşe, binâenaleyh
tereddîye sürüklerler. Bâzan böyle kaide hârici bir kelime, muhtelif sebeplerle
yaygınlaşır ve “galat-ı meşhûr lûgat-i fasîhden evlâdır” kaidesince umûmî kabûl
görür. Şu var ki bu ameliye isimsiz bir şekilde bütün bir halkın eseridir ve bu
çeşit kelimeler istisnâî kalırlar veyâ hiç olmazsa nâdirattandırlar.

 

Hâlbuki Türkiye’de, 1930’lardan
îtibâren, iktidâr gaasıbı bir zümre, kasd-ı mahsûsa ile Uydurma veyâ Barbarca
kelime îmâline yönelmiş ve bu yolla yeni bir Resmî Dil ihdâs etmiştir. İşte
Milletimiz için tahammül edilmez olan, onun dili üzerinde bu şekilde sû-i niyetle
ve cebren tasarruf edilmesidir. Dilimize bu gayr-i meşrû müdâhalenin başlıca
gayesi de, kimisi için hâinâne sâiklerle, kimisi için de anlaşılmaz bir eziklik
hâlet-i rûhiyesiyle, Türkçeyi Fransızcalaştırmak, yâni hem türetme kaideleri,
hem kelime hazînesi, hem zevki, hem de cümle kuruluşu bakımından olabildiğince
Fransızcaya benzetmektir. Hâinâne sâiklerle hareket edenleri tesbît, teşhîs ve
kendileriyle -meşrû vâsıtalarla- mücâdele lâzımdır. Eziklik hâlet-i rûhiyesiyle
davrananları ise îkaz ve şuûrlandırmak iktizâ eder. Onlara hitâben bizim
ezcümle söyliyeceğimiz şudur: Hem medeniyet, hem insanlık bakımından târihe şân
veren ve insanlığın bin küsur senedir gidişâtı üzerinde müessir olan Türkler
gibi büyük bir millete mensûb olan bir ferdden, asırlardır dünyâya kan kusturan
şu Avrupalılar karşısında eziklik hissine kapılmak şöyle dursun kibirli olmak
beklenir ve buna rağmen, bir Türk, dîğer insanlara karşı mütekebbir
davranmıyorsa, bunun sebebi, ancak Müslüman fazîletine sâhib olmasıdır.

 

Çetinoğlu: Bu kelimeler nasıl oluyor da kısa zamanda ayrık otu gibi
Türkçemizi sarıyor?

 

Dr. Yasa: Barbarca kelimelerin “ayrık otu gibi sür’atle Türkçeyi
sarmasının” esâs sebebi, 1930’lardan îtibâren cebren ve hîleyle ve (maâriften
matbûata, kanûn diline kadar) her çeşit vâsıtaya mürâcaat ederek bu kelimelerin
halkımıza dayatılması, ana mektebi sıralarından başlıyarak Milletçe hepimizin
Resmî Temessül İdeolojisi (RESTİ) tarafından bir beyin yıkama ameliyesine tâbi
tutularak bu kelimelerin ve daha umûmî olarak “Yoztürkçe” diyebileceğimiz
uydurma Resmî Dilin bize zoraki benimsetilmesidir.

 

Dikkat edilirse, Târihî
Türkçemizin asıl kırılma noktasının 27 Mayıs Balyoz Darbesi olduğu görülür.
Yeni Esâs Kanûn “Yoztürkçe”yi Devlet Dili yapmış, 12 Eylûl Balyoz Darbesi de
aynı vetîreyi daha ileri bir merhaleye ulaştırmıştır. Meş’ûm 12 Eylûl Darbesine
kadar memleketimizde hâlâ uydurmacaya şuûrla mukavemet eden geniş bir
milliyetçi zümre mevcûddu; hayfâ ki İhtilâl sonrasında bu zümre küçük bir
ekalliyet hâline gelmiştir!

Çetinoğlu: Dilin, kültürün teşekkül etmesi, kültürün de insan
topluluklarını millet hâline getirmesindeki rolü nedir? [Bu çerçevede] bu
kelimelerin kültürümüz üzerindeki zararları hakkında neler söylemek istersiniz?

 

Dr. Yasa: İçtimâiyatçıların umûmiyetle kabûl ettikleri ve UNESCO
öncülüğünde imzâ edilen mukavelelerde de têyid edildiği vechiyle, “kültür”ü,
biz de, bir beşerî topluluğun nesilden nesle aktarılan muayyen düşünüş ve
davranış şekilleriyle bunların maddî tezâhürleri şeklinde târif ediyoruz. Bu
düşünüş ve davranış şekillerinin başlıca iki unsuru dil ve dîndir. Dil, zâten
dîğer kültür unsurları için de cârî olduğu üzere, hem -uzun bir târihî süreç
içinde- bir topluluğun eseri olarak ortaya çıkar, hem de o topluluk üzerinde
müessir olur. O, kendisine vücûd veren ve şekillendiren topluluğun aynasıdır.
Bir dili tedkîk ederek, onu yoğuran topluluğun zihniyetini ve târihî mâcerasına
-büyük ölçüde- anlamak mümkündür. Aynı şekilde, millet de bir kültür
topluluğundan ibârettir. Onda ırkın, soy-sopun, sülâlenin, akrabâlığın rolü,
bunların kültürü nesilden nesle aktarmak için en tabiî vâsıta olmasından
ibârettir; yoksa millî râbıta ile ırkî râbıta aynı şey değildir. Bu ilmî
hakîkati, rahmetli Ziyâ Gökalp de çok isâbetle tesbît etmiş ve Türkçülüğün Esâsları’nda, Türk
köylüsünün de, “dili dilime uyan, dîni dînime uyan” düstûruyla ilmî bir
milliyet anlayışını dile getirdiğini kaydetmiştir.

 

Binâenalyeh millet, milliyet
zâten kültürden ibârettir ve kültürün de başlıca iki unsurundan biri dildir.
Nasıl ki bir topluluğun dînî anlayışı bozulduğunda milliyet şuûru da bozulursa,
aynı şekilde dili bozulduğunda milliyeti de çözülmeye başlar.

Bir milletin dili, onun sâdece
yaşıyan nesillerine değil, bunlarla berâber geçmiş ve gelecek nesillere de
âiddir. Öyleyse hiçbir neslin dil üzerinde kendi başına istediği gibi tasarruf
hakkı yoktur. Her nesil ecdâdından devraldığı dili hassâsiyetle korumak ve
sâdece yeni ihtiyâçlara, yeni gelişmelere binâen onu daha da inkişâf ettirerek
müstakbel nesillere devretmekle mükelleftir. Aksi takdîrde nesiller arasındaki
râbıta kopar ve yeni nesiller artık atalarının mensûb olduğu millete mensûb
olamazlar.

Tek kelimeyle, dil üzerinde keyfî
tasarruf, dille oynama, onu yoğuran milletin canına kasdetmektir.

 

Çetinoğlu: Türk Dil Kurumu, Türkçenin yozlaşmasını önlemede tesirli
olabiliyor mu? Nasıl veya Neden?

Dr. Yasa: Dil Kurumu’nun esâs kuruluş maksadı, Târihî Türkçenin
-büyük bir kısmı İslâm medeniyeti kaynaklı olan- kelimeleri yerine, onu
Fransızcaya benzetecek şekilde yeni kelimeler îmâl etmekti. Yâni Târihî Türkçenin
yerine Fransızcaya benzer yeni, sun’î bir dil ikame etmek… Dil İnkılâbı denilen
şey bundan ibârettir. Nasıl ki Târihî Yazımız yerine Latin Yazısı ikame edilip
buna Harf İnkılâbı denmiştir… Yine aynen kıyâfet inkılâbı, hukuk inkılâbı gibi…
Dahası, tam bir şahsıyetsizlik, tam bir maymun tavrı içinde Avrupa’nın her şeyi
kopya edilip mürâice bunların “Türk yazısı”, “Türk kıyâfeti”, “Türk hukuku”,
“Türk mûsıkîsi”, ilh… olduğu iddiâ edildiği gibi, Fransızcaya benzer bu uydurma
resmî dil de “Öztürkçe” olarak kabûl ettirilmiye çalışılmıştır. Yâni Eski
Anadolu Türkçesinin asırlar boyunca tekâmülüyle teşekkül eden o cânım İstanbul
Türkçesi hâlis Türkçe değilmiş de, bunların uydurma, sun’î, Frenk mukallidi
dili “Öztürkçe” imiş! İşte Türkçeye yönelik bu korkunç tahrîb faâliyetinde Dil
Kurumu’nun rolü birinci derecededir.

Mâmâfih, Dil Kurumu, bu tahrîbkâr
faâliyeti yanında Türk diline ve Türk edebiyâtına âid yüzlerce pek kıymetli
eser neşrederek Millî Kültürümüze büyük hizmetlerde de bulunmuştur. Ayrıca, son
senelerde, Uydurmacılığın öncüsü olma rolünü terk ettiği müşâhede edilmektedir.
(Şu var ki şimdilerde, sârî, yaygın bir hastalık hâlinde, başta akademisyenler,
yazarlar, mütercimler olmak üzere herkes kelime uydurmaktadır…) Hâl-i hâzırdaki
Dil Kurumu Başkanı gayet şuûrlu bir Türkçeci olarak bilinmektedir. Lâkin bütün
Devlet imkânlarını arkasına alarak pek kuvvetli bir cereyân hâlinde sürüp giden
“Öztürkçecilik”le başa çıkabilmek için her kesimden milliyetçilerin (yâni Türk
milleti, Türk kültürü âşıklarının) seferber olarak aksi istikamette daha
kuvvetli bir cereyân meydana getirmelerine ihtiyâç vardır.

 

Çetinoğlu: Türk Dil Kurumu’nun
neşrettiği lügatleri nasıl buluyorsunuz?

Dr. Yasa: “Türkçe Sözlük” ve ihtisâs lûgatleriyle (“biyoloji”,
“matematik”, “ekonomi sözlükleri” gibi) “Yoztürkçe”ye hizmete devâm ettiği
gözlenmektedir. Bu lûgatler, baştan sona Uydurmaca kelimelerle doludur. Hâlbuki
bu lûgatlerde hiçbir uydurma kelimeye yer verilmemesi, aksine bunların bir
“Barbarca-Türkçe Lûgat” veyâ her lûgatte bu başlık altında bir bölümle Türkçe
mukabilleri gösterilerek teşhîr edilmesi, kara listeye alınması ve
vatandaşlarımızın bunları kullanmaktan caydırılmaya çalışılması iktizâ ederdi.

Ayrıca, Dil Kurumu’nun “Türkçe
Lûgat”i, lûgat tekniği bakımından da pek kötüdür, hatâlarla mâlûldür. İki misâl
vereyim: “Tercüme” ne demektir diye lûgate mürâcaat ettiğinizde, “harfiyen
tercüme” anlayışı üzerine kurulu tipik “Öztürkçeci” zihniyetiyle “çeviri”
kelimesine yönlendirilmektesiniz; pekâlâ bâri bu yanlış kelimeye bakarak tercüme
vâkıasını anlamaya çalışalım diyerek o kelimenin îzâhatını okuduğunuzda, bu
sefer de “tercüme” kelimesine yönlendirilmektesiniz! Hâlbuki bir lûgatte bir
kelime, karşısına gûyâ anamdaşı olan bir başka kelime konularak îzâh edilemez;
o kelimenin, alâkalı mütehassıs tarafından yapılacak “efrâdını câmî, ağyârını
mânî” bir târifinin o maddede yer alması ve örnek cümlelerle de onun nasıl
kullanılacağının gösterilmesi lâzımdır. Bu bakımdan, Fransızların Le Petit Robert’i dört dörtlük bir
lûgattir ve biz eskiden beri lûgatçilerimize onu kendilerine nümûne-i imtisâl
almalarını tavsıye edegelmişizdir.

Dîğer bir misâl de, “mübâdele”
kelimesinin “Türkçe Sözlük”teki gûyâ îzâhıdır. Bu lûgat, bu mefhûmu, “değişim,
takas, trampa, değiş-tokuş” mefhûmlarıyle karıştırarak tamâmen mânâsız hâle
getirmiştir. Uzun uzadıya îzâhatına girmeden Fransızcayla mukayese ederek şu
kadarını söylemiş olalım: “Mübâdele”, “échange” karşılığıdır. İktisâddaki
“échange en nature” “aynî mübâdele”, “échange monétaire” “nakdî mübâdele”dir.
Bunlardan birincisi Fransızcada ayrıca “troc”, Türkçede “takas veyâ trampa”
tâbir edilir ve çocuk diline âid olan “değiş-tokuş” da ilmî bir ıstılâh olamaz.
“Değişim”e gelince, o (sayacaklarımızın tıpatıp hiçbirisi olmaksızın)
“tahavvül”, “tebeddül”, “istihâle”, “inkılâb” gibi mefhûmlarla alâkalıdır ve
Fransızcada daha ziyâde “changement” kelimesinin karşılığıdır. Bu arada şu
husûsa da dikkat çekmiş olalım ki bütün bu kelimelerden her birinin de birçok
farklı mânâsı ve kullanılışı vardır. Binâenaleyh bu kelimelerden her birinin
karşısına bir uydurma kelime koyarak onu ifâde etmiş olmazsınız ve ayrıca, bunu
yaptığınız zaman, her kelimenin, târihî seyir içinde kazandığı derin mânâları,
çağrıştırımları (“connotation”lar) ve onlarla berâber Milletin târihî hâfızasını
da yok etmiş, Millî Kültürü fecî şekilde budamış olursunuz. Meselâ Târihî
Türkçenin “hayât” kelimesine mukabil uydurulan “yaşantı” ve “yaşam”ın hayâtla
ne alâkası vardır? Birincisi, fiilden isim yapan -tı eki kelimeye küçüklük mânâsı veyâ değer düşürücü bir mânâ
kazandırdığı için ancak kötü bir hayâtı ifâde edebilir: “Şu bizimkisi hayât
değil, yaşantı be birâder!” gibi. Yine fiilden isim türeten –m ekiyle teşkîl edilmiş ikincisi ise, doğum, ölüm, yudum misâllerinde
görüldüğü üzere, bir hamlede yapılan bir işi veyâ onun netîcesini ifâde ettiği
için, aslâ “hayât” kelimesinin karşılığı olamaz. Hele bir de “hayât”
kelimesinin târihî süreç içinde kazandığı farklı mânâlar ve onunla yapılmış
tâbirler, atasözleri düşünülürse… “O, hayâtına girince, hayâtının seyri değişti
ve hayâtı başka bir mânâ kazandı.” “Hayâtının baharında ölümcül bir hastalığa
yakalandı.” “Ben ilmî araştırmalarımla hayât buluyorum.” “Hayâta gözlerini
yummak”, “hayât pahalılığı”, “sâat beşte kampüste hayât durmak”, “hayât felç olmak”,
“hayât-memât mes’elesi”, “Hayâtım!”, ilh…

 

Çetinoğlu: Neden Böyle oluyor?

 

Dr. Yasa: Dil Kurumu’nun, artık Uydurmacılığın öncülüğü rolünü terk
etmiş olsa dahi, lûgatlerinde -maatteessüf- Barbarca kelimelere yer vererek
onları resmî dil planında meşrûlaştırmasının ve bu sûretle daha da
yaygınlaşmalarına âlet olmasının başlıca sebebi, Kültür Bakanlığı’nın 1.  Türk Dili Kurultayı’nda resmen benimsenen şu
sakîm anlayıştır: “Yapıca ve anlamca
bozuk olan terimlerden tutunmuş, benimsenmiş ve dilde yer etmiş olanları birer
galat örnek sayarak bunlara dokunmamak”… (Hamza Zülfikâr, Terim Sorunları,
1991: 18) Hâlbuki bunlar ne halkın galatlarıdır, ne de dilde her nasılsa
yaygınlaşmış tek tük örneklerdir. Bunlar, resmî kültür jenosidi siyâsetinin bir
tezâhürü olarak cebren ve hîleyle yaygınlaştırılmış ve Türkçenin irsiyetini
(“génétique”), bünyesini bozan, Türkçeyi tabiî inkişâf  mecrâından çıkarıp tereddî ettiren
kelimelerdir. Binâenaleyh ne kadar şüyû bulmuş olurlarsa olsunlar, kat’iyen
meşrû kabûl edilemezler! Bunlar, Türkçenin ayrık otlarıdır ve onları tek tek
ayıklıyarak Türkçeye resmî dil planında da tekrâr hayât vermek lâzımdır.
(“Yaşam” vermek değil!)

 

Çetinoğlu: Batı dillerinden gelen yabancı kelimeler baş tâcı
edilirken, Farsça ve Arapça kelimelerin Türkçeden kovulması hakkında neler
söylemek istersiniz?

 

Dr. Yasa: Bu
tavır, tamâmen ideolojiktir ve yerine göre taassub, cehâlet, sû-i niyet veyâ
marazî bir rûh hâlinin mahsûlüdür.

 

İdeolojik kasıd, husûsen
1930’larda ortaya çıkmıştır. Esâs mayası, Türkçe ve Türk târihi kadar
Müslümanlık olan Milletimizin hayâtından İslâm bütünüyle kovulmak ve yerine
tamâmen materyalizm, şahısperestlik ve Frenk kültürü ikame edilmek istenmiştir.
Yâni bahis mevzûu olan topyekûn bir kültür jenosidir. Dikkat edilirse, ısrarârla
ve istikrârlı bir şekilde hep İslâm Medeniyeti kaynaklı kelimeler Resmî Dilden
tasfiye edilmeye ve yerlerine, ya Frenkçeleri, ya da onlara benzer
Uydurmacaları ikame edilmeye çalışılmaktadır. Bu bir Devlet projesidir ve
proje, 1930’lardan beri (1950-1960 devresi bir dereceye kadar istisnâ edilirse)
aksamadan yürütülmektedir. Bu husûsları hem Türkçenin
Istılâh Mes’elesi
’nde, hem de Milletimize
Revâ Görülen Kültür Jenosidi
’nde bütün delîlleri ve tafsîlâtıyla îzâh
ettiğimiz için üzerinde daha fazla durmayı zâid addediyoruz.

Bâzıları da bütünüyle dilimizin
malı olmuş, dilimize zenginlik ve güzellik katmış, gönüllü ve hazmedilmiş bütün
bu kelimeleri dilden ayıklamayı milliyetçilik îcâbı zannetmektedir. Hâlbuki
İslâmsız bir Türklük düşünülemiyeceği gibi İslâm Medeniyeti kaynaklı
kelimelerden ayıklanmış bir Türkçe de düşünülemez. Zîrâ böyle bir sun’î dil,
ecdâdımızla aramızdaki râbıtayı koparır ve bizi köksüz, şekilsiz, şahsıyetsiz,
kolayca Avrupa’ya temessül edecek bir kitle, âdeta bir sürü hâline getirir.
Nitekim, Milletimizin büyük bir kesiminin bu hâinâne siyâset netîcesinde
Avrupa’ya temessül ettiğini esefle müşâhede ediyoruz. Bu resmî, bu Avrupacı
siyâset sâyesinde, içimizden, aynen İsmet İnönü’nün ifâde ve temennî ettiği
gibi, Avrupalılardan hiçbir farkı kalmamış geniş bir kesim çıkarmışlardır.
Yanlış bir milliyetçilik anlayışıyla hareket eden kesim şu hakîkati idrâk
etmeli ki bugün dîğer Türk topluluklarıyla da aramızdaki dil bağı, Eski
Türkçeye dayanan kelimelerden ziyâde İslâm Medeniyeti kaynaklı kelimelerle
kurulmaktadır.

 

Çetinoğlu: Yapılanlar sizce ne
mânâ ifâde ediyor?

 

Dr. Yasa: Sû-i niyet ise, bilhassa Sabataî, Mason, Avrupaperest ve
Şahısperest zümre için bahis mevzûudur. Bunlar sırf Türk milletini benliğinden
koparıp laik ve emperyalist Avrupa’nın kuyruğuna takmak için bile bile böyle
bir proje geliştirmişler, böyle bir harekât planlamışlardır. Bu zümre için
sayısız isim arasından sâdece Tekinalp, mâhut adam ve İbrahim Necmi Dilmen’i
hatırlatmakla iktifâ ediyoruz.

 

Çetinoğlu: Sebep nedir?

 

Dr. Yasa: Marazî bir rûh hâli… Ne kendi milletini ve Millî
Kültürünü, ne de Avrupa’yı ve Dünyâ târihini lâyıkıyle tanımıyan bir zümrenin
Avrupa karşısında kapıldığı aşağılık kompleksi, eziklik hissiyle ortaya
çıkmaktadır. Hâlbuki maddiyat ağırlıklı Avrupa Medeniyetinin üstünlüğü, hem
kısmî, hem de muvakkattir. Kısmîdir, zîrâ mânevî derinlikten mahrûmdur ve bu
bakımdan insanoğlunu sığ bir mahlûk hâline getirmektedir. (Buna mukabil İslâm Medeniyeti,
madde-mânâ, dünyâ-âhiret muvâzenesi üzerinde yükselir ve bu haseple insanı daha
fazla mes’ûd etmeye kabiliyetlidir.) Muvakkattir, zîrâ Avrupa’yı bize üstün
kılan ilmî zihniyet ve usûlün, müsbet ilimlerin kaynağı İslâm Medeniyetidir ve
biz bu planda da aslımıza rücû ettiğimiz zamân sür’atle Avrupa’yla maddeten de
yarışabilecek hâlâ geleceğiz.

 

Çetinoğlu: Teşekkür ederim
Alparslan Bey, Cevaplandırmanızı isteyeceğim pek çok soru var. Başka bir
röportajda inşallah…
  

Önceki İçerikSlava Ukrayini!
Sonraki İçerikKabulünün 101. Yılında İstiklâl Marşı Nasıl Doğdu?
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.