Sezai Karakoç= İnsan ve Medeniyet

91

Bizim nesilde nasibi olan bir mütefekkirdir Sezai Karakoç. Hedef kitlesi de İslam coğrafyasıdır. Ata dedelerimizden kalan mirasların yanında adeta yeni bir medeniyet inşa ve ihyası için çalışan bir düşün emekçisidir üstad. Yüce Diriliş Partisi’nin Genel Başkanı olmasına karşılık umumi politikaların fevkinde bağımsız bir ustadır; düşünce ve siyaset hayatımız için, bugünümüz ve yarınımız için.

İstanbul’da MTTB’nin 90.yıl programı sonrası kendisini ziyaret için toplantıdan ayrıldığımda böylesi bir damardan beslenmiş içlerinde milletvekili, belediye başkanı, işadamı, bürokrat ve akademisyen bir grup arkadaşım da benimle gelmek istediklerini söyledi. Diriliş’in Nuruosmaniye Caddesi 8/1 Cağaloğlu-İstanbul adresinde birlikte olduk. Bu müessese her zaman bir Diriliş mektebi gibidir. Herkes nasibi nispetinde ruh dünyasına yeni bir şeyler ekler. Sohbet başladı, ardından koyulaştı, çaylar ve fikirler yudumlandı birbiri peşinden.

Eğer inancınızla birlikte bağımsız bir entelektüel çıtaya sahip değil, mevcudu korumak, imkanı savunmak biçiminde algılarsanız muhabbeti, bittabi bu değerlendirmelerden rahatsız olacaksınız. Nitekim öyle de gerçekleşti. Bardağın boş tarafını görmeye tahammül olmayınca heyetimizin tümü “randevu”ları olduğu gerekçesiyle beni Sezai Karakoç üstad ile başbaşa bıraktılar. Vedalaşıp ayrıldılar. Birlikte bir fotoğraf çekilmesine Üsdat da müsade etmedi. Resimle böyle bir vesikanın tescil edilmemesi sanırım dünyevi bir mutluluk oluşturdu heyetimizdeki arkadaşlarıma!. 

SOHBET MECLİSLERİ İNSANA YATIRIMDIR 

Bizim kültürümüzde sohbet aynı zamanda insana olan bir yatırımdır. İslam’ın ilk emri olan “oku” herhalde insanı okumakla başlar tetebbuya. Kahvehanelerin bir zamanlar ki adının kıraathane olması da bundan kaynaklanır. Yine bizim nesil İstanbul’daki okuma ve sohbet meclislerinden nasiplenmiştir. Bir Necip Fazıl, bir Peyami Safa, bir Ali Fuat Başgil, bir Nurettin Topçu, bir Mahir İz, bir Semiha Ayverdi, bir Ahmet Kabaklı, bir Muzaffer Ozak, sonra kanaat önderlerimiz hemen akla gelen isimlerdir. Marmara ve Küllük Kıraathaneleri sohbetlerinin de lezzeti en az bu kadardı.

Üstad Sezai Karakoç da yaşayan bir sanatçı olarak bu açıdan bir şanstır insanımız için. Hele her gün saat 16.00’dan sonra ofisindeki, Cumartesi akşamları ise Yusufpaşa’daki değinmeleri ufuktaki çizgilere ulaşmakla eş anlamlıdır. Yeni nesiller hem okumaya mesafeli, hem böylesi sohbet ve muhabbetlerden yana şanssızlar maalesef. İnsan endeksli politika üretilmez ise diplomalar başarı ve barış için kafi gelmiyor artık uygulamada.

Sezai Karakoç’u eserleriyle tanıdım. Yazılarının tiryakisiydim. Hemşehrisi aziz dostum Suat Yıldırım (Prof.Dr) bir vesileyle hemen sorardı “Sezai Beyi bugün  mutlaka okumalısın!” diye. Bir Büyük Doğucu olarak Sezai Karakoç imzası benim için önemliydi. Sonra Diriliş dergisiyle sahifeleri açıverdim. Babıali’de Sabah’ta işe başladığımda (Yıl 1967) Sütun isimli köşenin yazarı Sezai Karakoç’du. Benim için bir ayrıcalık ve güzellikti. Fatih Yayınevi Sahibi Hilmi Kurtulmuş Sütun’u iki cilt olarak basacaklarını söyleyince o gün sevincim tarifsizdi. Hemen edindim.

DEMOKLESİN KILICI

Milliyet Gazetesi sevinçle verdiği “İslamın Dirilişi Toplatıldı” haberi yayınlandığında ben zaten hem İslamın Dirilişi’ne, hem İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü’ne sahiptim. Varsın toplatsınlar. Ötüken Yayınevi çok hayır dua aldı hacmi ve boyu küçük, toplumun oluşmasına katkısı büyük bu iki eser için. Sarı kapaklı Körfez, kırmızı kapaklı Hızırla Kırk Saat de üniversite günlerimde çantamdan hiç eksilmeyen eserlerdi. Bu eserlerdeki görüşler adeta vücudumuzu çepeçevre sarmalamıştı.

Üstad Sezai Karakoç’un gerek yazıları, gerek dergileri, gerek kitaplarıyla alakalı çok sayıda dava açılmıştı. Kendisi Ankara’ya dönmüş Maliye Bakanlığı’nda çalışmaya başlamıştı. Ancak davaları devam ediyordu. Bir hayırsever işadamı Sabri Özpala davalarla ilgilenmeye başladı. “Haydi Başkent’te yolculuk var.”dedi. Benim de nikah arabam olan Sabri Özpala’nın 34 NS 336 plakalı aracıyla defalarca Ankara’ya gittik. Koltuklarımızda dava dosyaları var. Ulus’taki bakanlık binasında Sezai Karakoç ile görüştük. Bilgiler verdik gelişmeler hakkında. Üstadın morali yüksekti, hiç bir dava açılmamış gibi çalışmalarını sürdürdü. İşte bu yıllarda TCK 163 ve 6187 sayılı kanunlar inanan düşünen insanların başında “demoklesin kılıcı “gibi asılı dururdu. Daha başını kaldırmadan indirirlerdi kılıçları. Benim “yüzaltmışüç” isimli çalışmam da böyle bir ızdıraptan mülhem bu dönemde yayınlandı.

YIL 1947; OKULDA NAMAZ YASAK

Sezai Karakoç SBF ve Maliye’den arkadaşı Mudurnulu İhsan Babalı ile birlikte bakanlıktan istifa ederek İstanbul’a yerleştiler. Daha önce Malatya’ya birlikte bir de teftişe gitmişlerdi bakanlığı temsilen. İhsan Babalı İstanbul’da mali müşavirlik yaptı ve Cağaloğlu Yayınevi’ni kurarak başta Muhammed Kutup’un “İslam’da Sosyal Adalet” gibi önemli konularda onlarca yayın gerçekleştirdi. Ancak cenazesinde kimse yokmuş Sezai Bey’in anlattığı kadarıyla. Üzülmekle iktifa ettik.

Üstad Sezai Karakoç’u zaman zaman yazıhanesinde ziyaret ederek, sohbetlerinden istifade ederim. Düşünce Tarihimize not düşer anlattıklarıyla. Mutlu olurum. İşte birkaç anektod zaman zaman ziyaretimdeki notlarımdan; -Kilisli Şair Seyfettin Başçıllar ile Gaziantep Lisesi’nde birlikte okuduk. O yıllarda orta mektebi bitirdiğim Maraş’ta Lise yoktu. Mecburan Gaziantep’e yatılı geldim. Yıl 1947-1950. Birlikte namaz kılardık. Namaz kılmak ise lisede yasaktı. Hep ihbar edilmekten endişe ederdik. Boşnak bir müdürümüz vardı. Öğrencilere horonto, primitif ve Madagaskarlı diye hitap eder, hakarete yakın konuşmalar yapardı. Not vermezdi , herkes ikmale kalırdı Coğrafya dersinden. Bir gün okulumuza Cumhurbaşkanı İnönü geldi. Müdürümüz yine aynı biçimde konuşma yaptı. Ancak İsmet Paşa’nın kulağı duymaz, ağır işitirdi. O gün de yaptığı konuşmaları duymadı sanırım. Sonra İsmet İnönü müdürümüzün kulağına eğilerek “Ben seni ziyarete geldim” dediğini arkadaşlar duymuşlar. Anladık ki müdürümüz yönetimin has adamı. Sonra Elazığ’a gitti. Aynı şeyleri orada da sürdürünce şikayetler artmış, kendisini öğretmen olarak Mersin’e sürmüşler.

DERGİ OKUMAK DA FİŞLENİYOR

-Siz daha talebe iken duvar gazetesinde yazılar yazıyormuşsunuz?
-Evet..duvar gazetesinde yazıyordum. Kompozisyon dersi de edebiyatın içinde idi. Hep iyi not alırdım.
-Necip Fazıl’a mektuplar yazıyormuşsunuz?
-Doğru, Büyük Doğu’nun iyi bir okuyucusuydum. Gizli gizli okurdum. Bir arkadaşımda da Büyük Doğu ciltleri varmış. Getirmesini istedim. Onları da okudum. Ancak müdür yardımcımız “bu dergi yasak” diye el koydu. Arkadaşıma mahcup olmuştum. Israrla geri istedim ve alarak arkadaşıma Büyük Doğu ciltlerini teslim ettim.

-İlk röportajınızı “Ölümün Altın Çağı” Şairi arkadaşınız Seyfettin Başcıllar yapmış sizinle? Başka da röportajınız yok zaten!
-Kilis’te yayınlanan Kent gazetesinde çıktı. Yıl 1964. Seyfettin Başçıllar sordu, ben cevap verdim. Seyfettin Bey iyi bir arkadaştı. Veterinerdi. Sonra Amerika’ya göç etti. Oraya yerleşti. Türkiye’ye geldiğinde bana uğrardı. Ancak solcu arkadaşlarına daha fazla giderdi; hemşehrileri Ülkü Tamer ve Onat Kutlar, Muzaffer Erdost, Orhan Duru gibi.. Amerika’da bir İslam Cemiyeti’nin başkanlığını yapmaya başladı. Vefat edince de oraya defnedildi.

İKİ NECİP FAZIL

-Necip Fazıl ile tanışmanız?
-Talebe iken mektup yazıyordum. Şiirlerimi göndermiştim. Cevap veriyordu.
Hatta Büyük Doğu Cemiyeti’ne beni üye yapmışlardı. Referans gereği iki imza da Necip Fazıl Kısakürek ve başkan yardımcısı kürt asıllı Abdurrahim Zapsu’nun idi.
-Büyük Doğu’da yazdınız? Hiç telif ödedi mi üstad.
-Ödedi..50 TL almıştım.
-Büyük Doğu Cemiyeti’nin biraz anlatır mısınız? Cevat Rıfat Atilhan da öteki başkan yardımcıydı galiba?
-Evet.. Cevap Rıfat Atilhan, şair Semih Rıfat Horozcu ile zıt görüşleri olan amca çocuklarıydı. Cevat Rıfat Macar asıllıydı ve Büyük Doğu’da da yazardı. Büyük Doğu Cemiyeti Anadolu da hızla büyüyor ve şubeler açıyordu. Bu gelişmeden hükümet rahatsız oldu ve korktu. Üstadın Moda’daki evine bir gün Diyarbakır şubesinden bir heyet gelmiş. Sohbet ederken eşi Neslihan Hanım çay getirmiş.
Üstad bunu fark edince çayı kendisi servis yapıyor. Zeki bir adam üstad, sonra da durumu kurtarmak için “İki Necip Fazıl var, biri gördüğünüz Necip Fazıl, ötekisi de yazılarını okuduğunuz Necip Fazıl” diyor.

Bu gelişme Büyük Doğu Cemiyeti’nde çözülmeyle neticelendi. İstifalar başladı. Üstad’a bağlı Tavşanlı Şubesi ise bir telgraf çekerek “Üstad, Abdurrahim Zapsu ve Cevat Rıfat Atilhan size komplo kuruyorlar” diyor ve gereğinin yapılmasını istiyorlar. Üstad da her ikisini ihraç ederek, Büyük Doğu Dergisinde cemiyeti feshettiklerini açıklıyor.

ANKARA BÜYÜK DOĞU’DAN ÇEKİNİYOR

-Sonrasında nelere oluyor, böyle bir küskünlük hayra alamet değil?
-Üstada hep destek olan Hacı Nafiz Çelebi Süleymaniye’deki konağına Necip Fazıl’ı davet ediyor. Üstad daha içerdi girer girmez karşıda oturan Cevat Rıfat Atilhan’ı görünce o edebi üslubu içinde yaylım ateşine tutuyor. Barışmıyor.
-Konu buralara gelmişken Malatya olayları’nda Hüseyin Üzmez’e Ahmet Emin Yalman’ı vurması için Necip Fazıl’ın tabanca verdiği iddiası var!

-Tabanca kim, üstad kim? Hiç alakası yok. Yalan, iftira! Büyük oyunun bir parçası hepsi. Ancak Malatya’da birlikte yargılandılar. Üstad berat etti. Büyük Doğu Cemiyeti çok güçleniyordu. Dolayısıyla Başbakan Adnan Menderes’e değişik ihbarlar gidiyordu. Necip Fazıl da politikaya girecekti. DP Hükümeti Milliyetçiler Derneği’ni de kapattı.
-Siz Milli Gazete’de de yazdınız. Hatta anons bile edildiniz o yıllarda!
-Hasan Aksay Milli Gazete’nin sahibiydi. Üstad Necip Fazıl da gazetede yazıyor.
Baktım benim adım da anons ediliyor. Böyle bir durumda hemen ayrılmak olmazdı. Bir müddet yazdıktan sonra ayrılarak Diriliş’i çıkardım.
-Siz gelişmelerle alakalı medyaya açıklamalar yapmıyorsunuz? Neden?
-Medya açıklamalarımı değiştiriyor. Olduğu gibi yayınlamıyor. Kendi internet sitemizde görüşlerimizi açıklıyoruz. İsteyen oraya bakabilir.

“EN ARI, DURU, EĞİLMEZ, BÜKÜLMEZ, DEĞİŞMEZ, DÖNÜŞMEZ”

Suriye’de iç, Afganistan ve Mali’de ise işgalcilere karşı savaş var. Üçü de islam ülkesi. Üstad Karakoç “İslam bakımından toprak için, mal için, fayda için, dünya için savaş yok, sadece Allah için, hak ve hakikat için, gerçek insanlık için savaş vardır.” diyor ve “Hakkı, adaleti, insanın gerçek dini bulma imkanını yok eden zorbaları ortadan kaldırarak, insanları gerçek hürriyetlerine kavuşturmak ve onlarla tam bir hürriyet içinde ilgi kurmak, kendi mesajlarını ona ulaştırabilmek için savaşı zaruri görür İslam. En hayati bir haberi, ilgilisine ulaştırmak için yollarda karşısına çıkan, her engeli söken, haydutları tepeleyen şimşekten hızlı bir süvari gibi. Shf 97 İslam”diye devam ediyor.

Günümüzde çokça akçeli işler var iken bakın ne diyor Karakoç; “En arı, duru, eğilmez, bükülmez/Benzeri olmaz, değişmez, dönüşmez/ Bin zırh ve kalkan içinde/ İpek kadar kaygan/ Çelikten bir gövde/Burç ardında burç/Kale ötesinde kale/Yaz gündüzünden açık/Gizli kış gecesinden gece. Leyla ve Mecnun shf 57”

Peki bu imgeye ne diyeceksiniz?” Büyüyüp de çocuk kalmak/ İşte en büyük tehlike/ Belki gün doğarken patlak verir/ Belki bir bando geçende/ Bağbozumu beygir ve kuş/ Dünya allak bullak olur/Yere iner insanüstüler ülkesi/ Sen de orada uyurgezer. Shf;96″

SUR, SÜTUN VE DİRİLİŞ İLE MAHCUBİYET

Sanatçıyla yerine konulmayacak kadar önemli bir mirasa sahibiz. Çünkü herşey Sezai Karakoç’da insana ve medeniyete endeksli. Eskimezleri sırtlamış sanatçı. Misalleri verirken hep o sur’u, o sütun’u aşındırıyoruz. Acaba bu damardan beslenen siyasiler ve aydınlar böyle bir mahcubiyetin farkındalar mı? Yahut bırakacakları mirasın içinde mal, mülk, para, şan, şöhret, makam ve imkanın dışında bir “diriliş” mevcut mudur?

Üstad Sezai Karakoç 80 yaşında. Allah sağlıklı uzun ömürler versin.