Millî başarılarda, insanların kalpleri kucaklaşıyor. Kızlarımızın zaferi böyle bir başarıydı. Bakınız onlar Avrupa şampiyonu olunca o çat pat parazit sesler de sustu. Ne demişler: Hiçbir şey başarı kadar başarılı değildir.
Millî başarılar, zaferler “Biz!” hissini yükseltir. Millî felaketler de öyle. Biz binlerce yılda böyle birlikte sevinerek, birlikte üzülerek bir olduk, millet olduk. Başaranlarla başardık. Balkan bozgunu gibi, işgal gibi büyük millî felaketleri çektik; katledildik, memleketlerimizi kaybettik, sürüldük. Sonunda elimizde bu vatan parçası kaldı. Şimdi bize düşen ve pek de zor olmayan bir şey var: Yeni nesillere bu sevinçlerle ve üzüntülerle dolu geçmişimizi anlatmak. Babalarının, dedelerinin hikâyesini; bu zamana ve bu mekâna nasıl geldiğimizi yüreklerinde hissetmelerini sağlamak. Bunu yapabiliyor muyuz? Siz söyleyin lütfen, yapabiliyor muyuz?
Dil ve kalp
Geçen birkaç yılda Millî Mücadele’nin zaferler dizisinin ve son büyük zaferin yüzüncü yıllarını kutladık. Önümüzde hepsini taçlandıran cumhuriyetin yüzüncü yılı var. Bir ay kadar bir zaman kaldı. Bizden çok daha kısa tarihe sahip ülkelerin kutlamalarına bakın bir de bizim kutlamamamıza. Bir İngiliz kraliyet düğünü kadar olamadık. Hani yüzüncü yıl altınları? Tişörtler, kıyafetler, kalpaklar, ödüller, yarışmalar?
Hikâyesini bile anlatamıyoruz. Sosyal medyada büyük taarruz için, “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır.” lafları dolaşıyordu. Hâlbuki büyük taarruz sathı müdafaanın tam tersidir. Bütün kuvvetleri bir noktaya toplayıp orada kat kat üstünlük sağlayarak yapılan bir taarruzdur. Riskli fakat başarılı bir stratejidir. “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır.” ise mükemmel bir yıpratma savaşının hikâyesidir. Acılı fakat zaferle noktalanan bir savaşın; Yunan ordusunun ikmal hatlarının gerideki kuvvetlerimiz ve süvarilerimizce kesilmesinin hikâyesidir. Tükenen cephaneleriyle her mevziimizi ağır zayiatla alan Yunan ordusunun, tam kazandık derken karşılarında bir mevzi daha, sonra bir mevzi daha görerek tükenişinin hikâyesidir.
Zafer tatlıdır. Yahya Kemal’e göre acıların da bir tadı vardır. Duyabilenler için. “Dili olanların kalbi yok, kalbi olanların dili yok.” diyor büyük şair. Hâlâ öyle.
Med bütün gemileri yükseltir
Son yüzyılda uzun bir yol geldik. Zaferlerle ve yenilgilerle dolu, tatlı ve acı bir yol. Fakat işimiz bitmedi. Ekonomisi zayıf, eğitimi zayıf, kültürünü, edebiyatını, tarihini bilmeyen bir Türkiye ile er veya geç o felaketli başlangıç noktasına geri döneriz.
Gençlerin terk etmeyi planladıkları bir Türkiye değil, dönmeyi istedikleri bir Türkiye yaratmalıyız. İnsanımızın vatandaşı olmakla öğündüğü bir Türkiye. Pasaportuna bırakın vize vermemeyi, bütün gümrüklerde özel saygı gösterilen bir Türkiye.
Bu, en evvel ve her şeyden evvel, refah içinde, zengin bir Türkiye demektir. Refah, adalet, eğitim, katı güç, yumuşak güç, edebiyat, sanat, müzik… Ülkeler bu unsurların birinde yükselip diğerlerinde geri kalmıyor. Meddin bütün gemileri yükselttiği gibi, yükseliş bütün ögelerde birden oluyor. İsterseniz birleşik kaplar deyiniz. Birinin yükselişi, öbürlerinin de yükselişine sebep oluyor. Biri geri kalırsa diğerlerini de aşağı çekiyor.
Rahmetli felsefeci Durmuş Hocaoğlu, eğitimi itibarıyla fizikçiydi. Felsefe ve sosyoloji çözümlemelerinde fizikten kavramları kullanırdı. Mesela, kuvvetli bir mıknatıs alanının etkisine giren bir demir mineralinin içinin, dışarıdaki o güçlü alana göre yönleneceğini söylerdi. Sonra şöyle devam ederdi: Medeniyette ileri gitmiş milletler de kuvvetli mıknatıs alanı gibidir. Geri kalmış ülkeleri etkiler ve onlar da gelişmişlerin hâkim kültürünün etkisine göre kendilerini yönlendirir… Hocaoğlu’nun nefis bir benzetmesidir.
Milletlerin çekim gücü
Ben de Hocaoğlu’nu taklit edeyim: Mıknatıs değil de güçlü bir yer çekimi alanı, Einstein’ın Genel İzafiyet Teorisi’ne göre uzayı büker. Elastik bir yüzey düşünün. Hani şu jimnastikçilerin üstünde zıplayıp akrobasi yaptıkları tramplen gibi bir yüzey… Tramplenin ortasına ağır bir gülle koyun. Gülle yüzeyi bükecektir. Öyle ki tramplenin üstüne yerleştireceğiniz her şey, şimdi gülleye doğru kayacaktır. Yer çekimi tıpkı böyledir diyor Einstein. Yalnız bükülen iki boyutlu yüzey değil dört boyutlu uzayın kendisidir… Bildiğimiz üç boyut artı zaman.
Ekonomi, edebiyat, eğitim, sanat, askerî güç… Bunlarda dünya standartlarına göre yüksek bir düzeye ulaşırsanız, dayanılmaz bir çekim gücü oluşturursunuz. En başta kendi vatandaşlarınıza, “Ne mutlu Türküm!” dedirmenin yolu budur işte.
ABD’ye bakın. Dünyanın bütün etnisitelerinin toplandığı bu ülkede, çocuklarına her sabah ellerini kalplerinin üstüne koyarak “Tanrı’nın altında tek millet!- One nation under God!” diye and içiren yegâne güç, işte o çekim gücüdür.
Sonra o çekim, sınırlarınızın dışına taşar. Size takdirle, saygıyla, sevgiyle bakarlar. Size öykünürler. Kendilerini size en yakın hissedenler sizin çekim alanınıza doğru kayar. Benim milliyetçilikten de Turancılıktan da anladığım budur.