Oğuz Çetinoğlu: İstanbul’da bâzı semt
ve sokak isimleri Türk dil bilgisi kaidelerine aykırıdır. Bahçekapı /
Bahçekapısı, Edirnekapı / Edirnekapısı, Kadıköy / Kadıköyü olmalı değil mi?
Erenköy nereye ermiş? ‘Erenler Köyü’ müydü? ‘Hanımeli Sokak’ ismi hoş olsa da
yanlış değil mi?
‘Babıali’ye
ne dersiniz? Üstelik adında’ kültür’ kelimesi bulunan bir yayınevinin adıdır.
Yavuz Bülent Bâkiler: Tespitleriniz doğru. Bahçe Kapısı’na Bahçekapı,
Edirne Kapısı’na Edirnekapı, Kadı Köyü’ne Kadıköy diyoruz. Bu yanlışlığı
halkımız yapıyor. Devletin veya mahallî idârelerin koymuş olduğu isimler,
halkın dilinde zamanla yanlış bir şekilde yer almaya başlıyor. Sonra bazı
semtlerin doğru isimleri, zamanla yanlış bir şekilde yer etmeye başlıyor.
Meselâ halkımızın dilinde: Kaynana ve kaynata kelimeleri var. Bu kelimelerin
doğrusu: Kayın ana ve Kayın ata’dır. Ama halkımız bu kelimeleri; Kaynana ve
Kaynata şekline sokmuştur.
Aynı şekilde, hastahânelerimiz:
Hastane, bütün eczahânelerimiz eczane, bütün yatakhânelerimiz, halkın dilinde:
Yatakane olmuşlardır. Dikkat erseniz halkımız kat’iyyen Cumaertesi demiyor.
Cumartesi diyor.
Yâni doğruları değiştiren
bizzat halkımızdır. O bakımdan halkımızı Bahçe Kapısı’na Bahçekapı, Edirne Kapıs’ına
Edirnekapı, Kadı Köyü’ne Kadıköy diyor.
Yalnız ben, Babıâli
kelimesinin yazılışında ve söylenişinde bir yanlışlık görmüyorum. Osmanlı
döneminde, başşehir İstanbul’da Başbakanlığın, İçişleri ve Dışişleri bakanlıkları
ile Şurayı Devlet dâirelerinin bulunduğu bölgeye ‘Bab-ı Âli’ deniliyordu.
Hükümet merkezi Ankara olduğu için Başbakanlık, İçişleri, Dışişleri
bakanlıklarıyla Şurayı Devlet (Danıştay) Ankara’ya taşınmıştır. Bugün bab-ı âli
denilince aklımıza daha çok basın kuruluşlarının bulunduğu bir bölge geliyor.
Çetinoğlu: ‘Mai mahruk’
kelimesinden ‘akaryakıt’a, Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Riyâseti’nden ‘Genel
Kurmay Başkanlığı’na,’ müselles’ten’ ‘üçgen’e, ‘murabba’dan ‘kare’ye geçildi ve
kabullenildi. ‘Heyet-i Vüzerâ’dan ‘Vekiller Heyeti’ne, sonunda ‘Bakanlar
Kurulu’na gelindi ve o da kabullenildi. ‘Muâfiyet’ kelimesinden ‘bağışıklık’,
‘ihtiyaç’ kelimesinden ‘gereksinim’
kelimesine
geçişler de kabul görebilir mi?
Bâkiler: ‘Genel Kurmay Başkanlığı, üçgen, kare, bakanlar kurulu…
Türkçemize yerleşen güzel kelimelerdir. Ben bu kelimeleri seviyor ve
kullanıyorum. Muafiyet kelimesi yerine bağışıklık kelimesi de kullanılıyor.
İhtiyaç kelimesi yerine ‘gereksinim’ kelimesi de kabul edilir mi? diye
soruyorsunuz. Ben şahsen gereksinim kelimesini sevmiyorum. Bu yaşıma kadar
gereksinim kelimesini hiç kullanmadım. Bana geğirmek gibi çirkin bir kelimeyi
hazırlatıyor. Bu kelime kabul görür mü diye soruyorsunuz. Kabul görebilir.
Elbette kabul edilir. Bu, bazı kişilerin, bazı çevrelerin ‘Gereksinim’ kelimesini
ısrarla kullanmalarına bağlı. Meselâ bir zamanlar, ‘örneğin’ kelimesine
şiddetle itiraz ediliyordu. Örneğin Ermenicenin orinagin kelimesinden
yapılmıştır. Bin yıllık ‘mesela’ kelimesini neden atalım? ‘Mesela’ yerine neden
‘örneğin’ diyelim diyerek öfkelenenler çoktu.
Mesela: Hürriyet yerine
‘özgürlük’ kelimesi teklif edildiği zaman da şiddetle karşı çıkanlar çoktu.
Hiçbir Türk cumhuriyetinde özgürlük diye bir kelime yoktur. Hürriyet kelimesi,
yeni Türk cumhuriyetlerinde de ortak bir kelimedir.
“Ne demektir özgürlük?’
Hürriyet gibi bin yıllık bir kelimemizi atarak yerine ‘özgürlük’ zibidisini
alamayız, almamalıyız!” diyenler çoktu.
Bu ikazlara rağmen, bazı
kişiler ve çevreler inatla ve ısrarla ‘örneğin’ ve ‘özgürlük’ kelimesini
kullandılar.
Dilin, tek bir kelimesinin
bile, büyük öneminden haberdar olmayan kimseler de bu iki kelimeyi kullanmaya
başladılar. Bugün örneğin ve özgürlük kelimeleri çok geniş bir alanda
kullanılmaktadır.
Hâlit Kıvanç, bir televizyon
programında anlatmıştı. Demişti ki:
-Dünyada görmediğim ülke
kalmadı. En güzel vedâ kelimesi bizdedir. Biz ayrıldığımız kimseye: ‘Güle
güle!’ diyoruz. Ne kadar güzel bir kelime!
Ama şimdi görüyorum,
okumuş-yazmış kişilerimiz birbirlerine ayrıldıkları zaman: ‘Hadi baaay!’ Veya
‘Baybay’ diyorlar.
Ne kadar yazık. Doğrusu çok
üzülüyorum!
Hâlit Kıvanç’ın açıklamasına
benim de bir eklemem olacak:
Caddelerde, parklarda çocuk
bakıcılarına rastlıyorum. Kılık kıyafetleriyle köyden geldikleri besbelli orta
yaşlı kadınlar, yanlarında dört-beş yaşında çocuklar da var. Bazan o çocuklarla
ilgilenen kimseler oluyor. O kişiler, yollarına devam edip giderlerken, köyden
gelen orta yaşlı çocuk bakıcıları, ellerinden tuttukları sevimli yavrulara
sesleniyorlar:
-Hadi teyzene baaay de
bakayım! Baaay de bakayım! Diyorlar.
O çocuklar büyüdükleri zaman
güle güle yerine artık ‘baaay’ diyecekler.
Bir zamanlar, yani bundan 60 –
70 sene önce, dilimizde ‘af edersiniz!’ kelimesi vardı. Bir yanlış sözden veya
hareketten sonra: ‘Af edersiniz’ diyorduk. Sonra ‘Pardon’ demeye başladık.
Mehmet Âkif Ersoy da ‘Pardon çıkalı, eşeklik oldu mubah!’ diye içini dökmüştü.
Bütün bu açıklamaları şu
soysuz, şu çirkin ‘Gereksinim’ kelimesi için yaptım. Bir takım kişiler ve
çevreler inatla ve ısrarla ‘Gereksinim’ kelimesini kullandıkları takdirde,
dilin, edebiyatın bir millet hayatındaki büyük önemini bilmeyen, düşünmeyen
kimseler de ‘gereksinim’li cümlelerle konuşup yazacaklardır ve güzelim: ‘Muhtaç
ve ihtiyaç…’ kelimelerimiz de unutulup gideceklerdir.
Çetinoğlu: Tıp, sosyoloji ve
felsefe sahâsındaki yabancı kelimelere karşılık bulunmasına teşebbüs edilmemesini
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bâkiler: Tıp, sosyoloji ve felsefe sahasındaki yabancı kelimelere
Türkçe karşılıklar bulunmamasını, bu konuda çalışmalar yapılmamasını, Türkiye’mizin
bugünü ve yarını için çok büyük bir kayıp olarak görüyorum.
Çünkü Türkiye’nin kalkınması,
çağdaş medeniyet seviyesine ulaşması, ilimde ve teknikte de Batıdan kat’iyyen
geride kalmamasına bağlıdır. Bu gün için en büyük meselelerimizin başında, ilim
ve teknik bakımından, Batının çok gerilerinde kalmamız gelmektedir. Resmî
tespitlere göre ABD’de bir yılda yapılan ilmî araştırmaların sayısı
204.000’dir. Bu rakam İngiltere’de 42.000, Almanya’da 26.000, Japonya’da 23.00,
Türkiye’de ise sâdece 7000’dir. Türkiye’nin 30.000 ilim adamına, 3.000.000
teknik elemana ihtiyacı vardır. İlmin ve tekniğin milliyeti yoktur. Sevgili Peygamberimizin
ifâdesiyle ‘İlim Müslüman’ın kaybolmuş
malıdır. Nerede bulursa oradan almalıdır.’
İlmî eserler, Batıda basılıp
yayıldığına göre o eserleri dikkatle tâkip etmemiz, yazılanları dikkatle
okuyarak dilimize kazandırmamız lâzımdır. O münâsebetle, Doğu ve Batı ilmindeki
kelimelere karşılık bulmak, şartların şartı olarak karşımıza çıkmaktadır. Tıb,
sosyoloji ve felsefe sahasındaki yabancı kelimelere ilim adamlarımız Türkçe
karşılıklar bulmadıkları takdirde dilimiz, Batı dillerinin baskısı altında
kalacaktır ve elbette yanlış yapılacaktır.
Çetinoğlu: Attila İlhan, ‘Osmanlı’nın grameri yoktu. Türkçenin de yok.
Dil ile ilgili sıkıntılarımız
buradan kaynaklanıyor.’ Diyordu. Siz ne diyorsunuz? Türkçenin grameri
hakîkaten yok mu?
Bâkiler: Osmanlıcanın da Türkçenin de grameri vardır. Attila
İlhan’ın söylemek istediği; ‘Bunlar,
alfabe gibi herkes tarafından kabul edilmiş ve uygulanmış değildir’
düşüncesi olsa gerek.
Cumhuriyet’in ilânından sonra,
Türkiye’de dil bilgisi üzerinde çok ciddî çalışmalar oldu. Ortaya değerli
eserler konuldu. Mesela ilim adamlarımızdan Prof. Zeynep Korkmaz’ın, Prof.
Tahsin Banguoğlu’nun, Prof. Muharrem Ergin’in Gramer kitaplarının bulunduğu
gibi bu gün de Türkçe konusunda yüz akı eserlerimiz arasındadırlar. Fakat bu
eserler, ders kitabı olmanın ötesine geçememişlerdir. Türkçeyi ve dil bilgisini
çok iyi bildiği düşünülen yazarlar, aynı kelimeyi farklı yazıyorlar. Bu, dil
bilgisinde birliğin sağlanamadığının işâretidir.
Kimileri “Târihî Hakîkatler” şeklinde yazıyor, kimileri, “Târihsel Gerçekler” Hakîkatler ve
gerçekler kelimelerinden birini kullanmak tercih meselesi olarak kabul
edilebilir.
“Târihî” kelimesini “târihî”
şeklinde yazan da var, “târihi”
şeklinde yazanlar da…
Bâzı yazarlar Türk dil bilgisi
kaidelerine uymuyorlar veya dikkat etmiyorlar, hassasiyet göstermiyorlar. Bu
durumu, ‘Türkçenin grameri yoktur’
şeklinde ifâde etmek doğru mudur? Bence değildir. Ben ‘Türkçenin grameri vardır’ diyorum. Uygulanıp uygulanmaması ayrı bir
keyfiyettir.
Çetinoğlu: Türk Dil Kurumu,
Türkçenin problemlerine çâre bulabiliyor mu? ‘Bulamıyor’ diyorsanız teklif
edeceğiniz bir çâre var mı?
Bâkiler: Atatürk’ün 1932-1934 yılları arasındaki Türkçe anlayışına
sâhib olanlar, dilimize zararlı oldular. Zararlı oluyorlar. Çünkü Atatürk, o
yıllarda dilimize Arapçadan ve Farsçadan giren bin üç yüz kelimenin dilimizden
çıkarılıp atılmasını istiyordu. O kadar ki Atatürk, Arapça olduğu için kendi
ismi olan Kemal’i kaldırıp atmış, nüfus
cüzdanına KAMAL kelimesini yazdırmıştı. İki yıl sonra dilimiz, tam bir çıkmaza
girmişti. Kimse kimseyi anlayamaz hâle gelmişti. Fâlih Rıfki Atay’ın çok meşhur
ÇANKAYA isimli kitabının 551. sahifesinde belirtildiğine göre; Atatürk, Atay’a
demiştir ki: ‘Çocuk! Dili bir çıkmaza
saplamışızdır. Bırakırlar mı dilimizi bu çıkmazda? Hayır! Bırakmazlar! Ben de
bu işi başkalarına bırakmam. Dili bu çıkmazdan biz kurtarmalıyız.’
Atatürk 1934 yılında o yanlış
anlayıştan tamâmen vazgeçti. ‘Türkçeleşen
Türkçedir’ inancıyla düşündü ve yazdı. Nutuk ve Gençliğe Hitâbe bu
anlayışla yazıldı.
Türk Dil Kurumu’na Atatürk’ün
bu ikinci Türkçe anlayışıyla gelenler Türkçemize faydalı oldular.
Çetinoğlu: Alışveriş
merkezlerine, bâzı sitelere Türkçe isimler konulmasını sağlamak çok zor bir iş
mi?
Bâkiler: Ankara’da, TBMM eski Başkanlarından Sayın Bülent Arınç’la
berâberdik. Bana dedi ki:
-Ankara’da bir cadde var.
Oradan geçerken utanıyorum. Kendi kendime soruyorum: Ben acaba bir Avrupa
şehrinin herhangi bir caddesinde mi yürüyorum yoksa Türkiye Cumhuriyeti’nin
başkenti Ankara’nın bir caddesinde mi bulunuyorum? Diye şaşırıyorum. Hemen
hemen bütün mağazaların alınlarında, hep yabancı kelimeler var. Doğrusu çok
utanıyorum.
Sayın Bülent Arınç’a dedim ki:
Yüzde yüz haklısınız. Ben de sizin gibi, o yabancı tabelalar karşısında aynı
büyük utancı duyuyorum.
Biliyor musunuz bu
köksüzlüğün, bu soysuzluğun, bu aşağılık duygusunun önüne geçmek, dünyanın en
kolay işlerinden biridir. Ama bu soysuzluğu, bu yabancı tabela hastalığını yok
etmek dünyanın en kolay, ama en kolay işlerinin başında bulunmaktadır.
Sayın Bülent Arınç, çok tabii
olarak sordu:
-Nasıl? Nasıl?
-Bakın neden bu tabela
soysuzluğunu önlemek dünyanın en kolay işlerinden biridir? İddiamı açıklığa
kavuşturayım. Bu tabela soysuzluğu bazı Avrupa ülkelerinde de vardı. Oradaki
aydınlar da iş yerlerindeki yabancı tabelalardan şikâyetçi idiler. İktidar
Partisi bir kanun çıkardı: ‘İşyerlerinde
yabancı tabela bulunamaz’ Dedi. Bu işi belediyelere havale etti. Kanun
çıktıktan sonra bir işyeri sâhibi, yeni açtığı bir işyerine yabancı tabela astı
mı o ilin veya ilçenin belediye başkanı o işyeri sâhibini ikaz etti. ‘Kaldır o tabelayı işyerinden, yoksa o işi
ben yaparım, sana da para cezası yazarım’ dedi. İş yeri sâhibi yabancı
tabelayı kaldırıp atınca, mesele halledilmiş oldu. Kaldırmadığı takdirde o işi,
Belediye Başkanı kendi teşkilatındaki kişilere yaptırdı. Sonra işin hacmine
göre, harcanan zamana göre iş sâhibine ceza yazdı. Şimdi bu konuyu neden
anlatıyorum? Siz (AKP) olarak iktidar partisisiniz. Meclise 5-6 satırlık yeni
bir kanun tasarısı sevk edersiniz. Orada dersiniz ki:
‘Türkiye’de işyerleri, yabancı kelimelerle, levhalarla açılamaz. Yabancı
kelimelerle açılan işyerleri, üç milyon lira para cezasıyla cezalandırılır. Bu
konuda, il veya ilçe belediyeleri yetkilidir.’ Tasarıyı TBMM’den geçirmek,
sizin için 5-10 dakikalık bir iştir.
Tasarı kanunlaştıktan sonra,
hiçbir işyeri sâhibi, işyerinin kapısına, yabancı kelimelerle süslü tabelalar
asamaz. Bu soysuzluk da böylece önlenmiş olur. Arz ettiğim gibi böyle bir
köksüzlükten kurtulmuş oluruz. Böyle bir kanun çıkarmak sizin için 5-10
dakikalık bir iştir. Böyle bir kanun çıkarmadığınız, bu soysuzluğun önüne
geçmediğiniz takdirde, Türkiye zamanla çok büyük kayıplara uğrar. Bir sömürge
devleti durumuna düşer.
Böyle bir kanun çıkarmadığınız
takdirde, iş yerlerindeki yabancı tabela istilasından kurtulmak, dünyanın en
zor işlerinden biri hâline gelir ve Türkiye’ye çok yazık olur.
Bakın size bir örnek vermek
istiyorum: Sizin iktidarınız zamanında, kapalı yerlerde sigara içmek yasağı
getirildi. Bu yasağa uymayan işlerlerine ve kişilere para cezâları kesilmeye
başlandı. Hamdolsun şimdi hiçbir işyerinde, kapalı alanlarda sigara içilmiyor.
Ama siz, AKP iktidarı olarak, kapalı yerlerde sigara içenlere para cezası
getirmeseydiniz, kalkıp bütün AKP milletvekilleri olarak kahvehânelere
gitseydiniz, orada sigara içenlere uzun uzun sigaranın zararlarından
bahsetseydiniz, kahvehane sâkinlerine sigaranın sebep olduğu büyük
hastalıklardan örnekler verseydiniz ve onlara ‘Aman sigara içmeyin’ diye yalvarsaydınız, sigara tiryakileri sizi
gülümseyerek dinler, yaktıkları sigaraların dumanlarını yüzünüze doğru
üflerlerdi. Yâni sigara içilmemesi için yalvarıp yakarsaydınız, bunun hiçbir
müsbet neticesi olmazdı. Kahvehanelerimiz veya kapalı mekânlarımız sigara
dumanlarıyla yaşanmaz, oturulmaz hâle gelirdi. Ama siz, AKP iktidarı olarak
böyle yapmadınız: ‘Kapalı yerlerde sigara
içinler, 70-80 lira para cezasına çarptırılır’ dediniz, meseleyi kökünden
silip attınız.
Şimdi işyerlerimizde yabancı
tabela yasağını uygulamanız için aynen sigara yasağında olduğu gibi, cesâretle
bir karar alacaksınız. Meclisten dört satırlık bir kanun metni çıkaracaksınız
ve işyerlerine yabancı kelimelerle yüklü tabela asanların
cezalandırılacaklarını bildireceksiniz ve bu soysuzluğu kesinlikle kökünden
kurutup atacaksınız. Böyle bir kanun çıkarmadığınız takdirde, Türkiye’yi,
Türkiye olmaktan belirli bir zaman sonra, mutlaka çıkarmış olacaksınız.
Böyle bir kanun çıkarmadığınız
takdirde, işyerlerimizdeki bu yabancı tabelalar belasından Türkiye’mizi
kurtarmak, dünyanın en zor işlerinden biri olacak kalacaktır.
Benim bu açıklamamdan sonla
Sayın Bülent Arınç’ın cevabı aynen şöyle oldu:
-Siz kapalı mekânlarda sigara
içmek konusunda çıkardığımız kanun dolayısıyla ne kadar hücumlara uğradığımızı
biliyor musunuz?
Cevap verdim: ‘Hücumlara uğradınız. Fakat insanlarımızın
sağlığını kurtardınız. Kazandığınız, kayıplarınızın belki yüz, belki de bin katıdır.’
YAVUZ BÜLENT BÂKİLER 23 Nisan 1936 tarihinde Dört yıl Ankara Radyosu’nda 1976-1979 yılları arasında 12 Eylül 1980 darbesinden Çeşitli gazetelerde ve 1989 yılında TRT 1 |