Ruh ve Beyin

69

     Ruhu inkâr ederek,
onun işlev ve fonksiyonunu beyne vermek; fikri, zikri, hayal kurmayı, aklı,
şuuru, tasavvur ve tefekkür etmeyi ona bağlamak; ondan bilmek, ona isnat edip
dayandırmak isteniyor! Bu bakış veya bu biliş; saatin gaye ve maksadını,
kendini ortaya koymasını; saatten bilmeye benziyor! Hâlbuki saat lisanı hâl ile
“İnsan.” diyor. Çünkü onu yapıp işler hâle getiren, zamanı göstermesini sağlayan
insandır. Saatin parçaları, metal ve unsurları, kendisini meydana getirmiş
değil. İnsana benzemeyen parça veya parçacıklar hiç değil.

     Nitekim insanın
yaptıkları tüm âlet ve edevatların arkasında hep insan var. Gerçi insan
yaptıklarının yanında görünmüyorsa da, yaptıkları; ilim ve tekniğinin eseri
olduklarını aksettirmekte. Onlarda görülen, yansıyan ve tecelli eden
hususiyetler; bu gerçeği müşahhas ve somut olarak nazara vermektedir. Bunun
gibi, varlıkların kendine göre bir gaye, bir maksat için yaratıldıklarını
gösteren var oluş sebep, neden ve gayelerinin de arkasında; İlâhî bir irade ve
yaratılışın olduğu çok açık, belirgin bir hakikattir. Yoksa onların yapılarında
yer alan şu veya bu parçaların ortaya koydukları hareket ve oluşlar değil.

     Yaradanın binbir isim ve sıfatlarının;
kastedilen binbir mânâ, gaye ve maksatlar için, taşa toprağa, ete kemiğe
bürünerek; kainat ve içindekiler olarak ve maddî bir görünüş alarak zuhur
etmeleri ve kendilerini ortaya koyuş biçimleridir. Çünkü her canlı, her insan
ve her âletin idare merkezi mesabesinde ortak bir hareket noktası vardır.

     Meselâ, elektrikle
çalışan birçok komples / karmaşık âletlerin beyinleri diyebileceğimiz
elektronik kartları olan âletleri düşünelim. Her birinin çalışmaları elektriğe
bağlı. Bunların her şeyleri yerli yerinde olduğu hâlde, elektrik kesildiğinde
çalışamaz duruma düşerler.

     İnsanın çeşitli
âzâ ve organları var. Hepsi de beyinle irtibatlı. Fakat insan ölünce yani ruhu
/ canı çıkınca; hiçbir uzuv ve organlarımız fonksiyonlarını yerine getiremez.
Demek ki ruh çıkınca beyin fonksiyonunu icra edemez oluyor. Tıpkı elektriği
kesilen âletlerin işlevlerini yapamaz hâle gelmeleri gibi.

   Elektrikli âletler;
âletin ruhu hükmünde olan elektrik kesilince, âlet çalışamadığı gibi, beynin
elektriği hükmünde olan ruhu çıkınca da, beyin dolayısıyla vücut canlılığını
kaybeder.

   İnsandaki beyin;
insana hayat verici, canlı oluşunu sağlayan bir merkez, bir kaynak bir hayat
motoru. Ama nasıl ki elektrikli âlet ve edevatın elektriği kesilince, bir şey
ifade etmiyorsa, beyin de ruhtan mahrum kalınca, hayatını kaybediyor. Ruh da
elektrik gibi bedende bir yer işgal etmiyor. Ama bedenden çıkınca hayat
sönüyor.

     Bilindiği gibi
düşünmek, tasavvur etmek, akletmek ve hayal kurmak gibi hususların; maddeyle
bir alâkaları olmadığı gibi, mücerret ve soyut olduklarından; sinir ve etten
ibaret olan beyinle bir münasebetleri söz konusu değil. Beyin ise yansıtıcı
hükmünde olup, menba değil mazhardır. Ruhun fonksiyonları onda tecelli ediyor.
Fakat tecelli edenler, ruh değil ama ruhtan. Tıpkı kainattaki her şeyin
Allah’ın yaratması olması, ama Allah olmamaları gibi. Nitekim ruhî fonksiyonlar
da, ruhtan ama ruh değiller. 

     Evet her âletin,
beyni hükmünde olan motoru var. Birçok motor elektrikle, bazıları da benzin
veya mazotla çalışmaktadır. Elektrik kesilince, mazot veya benzin konmadıkça, o
makine veya âletler çalışmaz. Tıpkı şoför, şoför makamına; pilot kokpite /
pilot kabinine; kaptan, kaptan köşküne geçmedikçe; otobüsün, uçağın ve geminin
harekete geçemeyecekleri gibi.

     İşte insan ve
hayvan beyinleri de çalışmayı gerçekleştiren hayatî merkezlerdir. Fakat canlı
ve ruhlu oldukları takdirde; o beyinler çalışmakta, bedene istenen hareketleri
sağlamaktadırlar. Ruh ve can çıkınca; beyin bedende fonksiyonlarını
gösterememekte. Çünkü canlılık denen hususu kaybolmaktadır.

     Elektrik, benzin
ve mazotun beyin, beden ve motorla bir alâkaları yok. Fakat beyne ve motora bir
çalışma sağlamaktadırlar. Böylece beden, âlet ve edevatlar; kendilerinden
beklenen icraati yerine getirirler. Yani elektrik motorda, ruh beyinde tecelli
edince, motor ve beyinden istenenler yerine getirilir.

Önceki İçerikYaşamak Geçti Başımdan
Sonraki İçerikMillet İttifakı Mutabakat Metni
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.