Ramazan ve Devekuşu

166

Devekuşuna “Uç” demişler, “Ben deveyim; uçamam.” demiş.  “Öyleyse koş.” demişler, “Ben kuşum; koşamam.” demiş.

Ne anlayacağız, devekuşunun verdiği cevaplardan? Devekuşu, işini bilen, uyanık bir tip mi; korkak, tembel, işe yaramaz biri mi?

Devekuşu, niçin başını toprağa gömer; kendini mi gizler yoksa kendini gizlerken bir taraftan da hayata tutunmaya mı çalışır? Kendini mi, çevresini mi kandırır?

Devekuşu benzeri bir toplumuz, desem bana kızar mısınız?

İçinde bulunduğumuz Ramazan ayı, bende “devekuşu”nu çağrıştırdı.

Ramazan dolayısıyla nereye baksak bir ilahiyatçıyla karşılaşıyoruz. Ramazan’ın güzelliklerinden, kişiye kazandırdıklarından, Cennet’ten, Cehennem ’den bahsediyorlar. Tarihçiler ve edebiyatçılar da kendi çaplarında kısmen gündemde kalabiliyorlar. Sosyologlar ortalarda görünmüyor. Hekimlerin bile bu ay dolasıyla bir şey söylediği bir ortamda sosyologlar niçin birkaç laf etmezler? Halbuki Ramazan, bireysel temizlenmenin ötesinde, toplumsal hareketlilik ve bir eylem ayıdır.

Ramazan’ın eylem tarafını görmezden geliyoruz, devekuşu gibi işimize gelen tarafını görüyoruz.

Sözlükte, “günün çok sıcak olması, güneşin kum ve taşları çok ısıtması, kızgın yerde yalınayak yürümekle ayakların yanması” gibi anlamlara gelen ramazan kelimesinde “temizlik, kızgınlık, keskinlik” anlamları vardır. Kızgınlık, olgunlaştırır; ateş, pişirir. Biz Ramazan’da olgunlaşıyor muyuz, pişiyor muyuz?

Eşya sözcüğü Arapça olup “şey” kelimesinin çoğuludur, şeylerdir. Mal, mülk, zaman, mekân, insan, güzellik, kötülük veya bunların sonuçları birer “şey”dir. “Şey”, hangi kelimenin yerine kullanırsanız odur, belgisiz zamirdir.

Ramazan ayı ile birlikte bazı kavramlar günlük hayatımızda daha fazla kullanılıyor: İftar, sahur, fidye, zekât, fitre, hatim, mukabele, teravih gibi. Bu kavramların karşıladığı davranışlar, hayatımızda görünür hale geliyor. Oruç, hatim, mukabele ve teravih ile ibadetlerimizi; sahur, iftar ile zamanımızı; fitre, zekât, fidye ile maddi birikimlerimizi tanzim ediyoruz. Sermayemizin muhasebesini yapıyoruz.

Her muhasebe sıkıntılıdır, insanı yorar, terletir, korkutur. Muhasebenin kolay geçmesi için iyi bir ön hazırlık gerekir. Seküler düzende bu hazırlığı yapmakta zorlanıyoruz.

“Kuş”muyuz, “deve”miyiz sorusu bizim kimliksizliğimizi gösteriyor. Bireysel hayatta Müslüman, toplumsal hayatta seküler olmak, insanları yoruyor. Seküler anlayışın insan, zaman, madde tanımı veya tanzimi bir Müslümanın ihtiyaçlarını çok kere karşılamıyor hatta engelliyor. Namazını kılmak, orucunu tutmak isteyen insanlar, bu ibadetleri için belirlenmiş zamanlarını çok kere kullanamıyorlar. Kaç göç yaparak vaziyeti idare etmek isteyenler, hayatının birazında “deve”, birazında “kuş” olmak zorunda kalıyorlar. Tam anlamıyla ne deve ne kuş, al sana harika bir “devekuşu”.

Zekât, fitre, sadaka, mukabele, hatim gibi ibadetleri de ramazan ayına mahkûm eder hale geldik. Bunlar, aslında bir Müslüman’ın yılın fırsat bulduğu her gününde yapması gereken ibadetler. Ramazan ayında daha fazla yapılması teşvik edilmiş. Bu ibadetlerin yapılmasında da bir hareketlilik yaşanıyor.

Takvim, zamanı saniyeden yüzyıllara kadar dilimleyen ve adlandıran sistemin adı. Günlere, aylara, mevsimlere, kullandığımız takvime göre uyuyor ve bunları isimlendiriyoruz. Dünyada şu an güneş ve ay hareketlerine bağlı olarak düzenlenen iki takvim sistemi var: Hicri ve miladi takvim. Dini hayat, hicri takvime, seküler hayat da miladi takvime göre yaşanıyor. İki takvim arasındaki farklılık, Türkiye insanının günlük hayatına yansıyor, ona zorluk yaşatıyor. Bir Müslüman, zamanı namaz ve oruç saatine göre tanzim etmek isterken, seküler sistem mesai saatini esas alıyor buna göre toplumsal hayatta geçerli olan zaman algısı, Müslüman zaman algısını baskılıyor. Kaynayan kazan kapak tutmaz, demiş atalarımız. Kazan kaynıyor, düzen tutmuyor.

Ramazan, bize hayatımızı fıtratımıza uygun şekilde tanzim etmenin fırsatını kısmen sunuyor, en azından bunun gereğini hatırlatıyor. Ramazan’da, zamanımızı, imkanlarımızı, hesabımızı inancımıza ve vicdanımıza göre tanzim edebilmenin huzurunu ve sorumluluğunu yaşıyoruz. Sorumluluk ve huzurda sürdürülebilirlik esastır. Fıtrat ve vicdan yalnız Ramazan’da ortaya çıkmaz, hayatın her yerinde ve vaktinde bizimledir. Öyleyse yeni bir tanzime gerek var.

Ahmet Haşim, zamanla ilgili farklı iki hayat tarzının toplumda ve kişide oluşturduğu rahatsızlığı “Müslüman Saati” adlı denemesinde 1921’de şu cümlelerle dillendirmiş:

“Saat”ten kastımız, zamanı ölçen âlet değil, fakat bizzat zamandır. Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre dinden, ırktan ve an’aneden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu hayat üslûbuna göre de “saat”lerimiz ve “gün”lerimiz vardı. Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve sonunu akşamın ışıkları tayin ederdi. Şimdi heyhat, eski “saat”le beraber akşam da fecir de bitti. Birçoklarımız için fecir, artık gecedir. Ve birçoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolaşmış, kıvranırken buluyor. Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz..

Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık. Şimdi Müslüman evindeki saat, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor… Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz.”

Ahmet Haşim’in dediği gibi, zaman içinde kaybolduk, kimliğimizi yitirdik. Kuş ya da deve… Veya devekuşu. Kimliğimiz için karar verme zamanıdır, aynı zamanda Ramazan.